Din Irkçılığın Nedeni Olabilir mi?
Bir seçkincilik ve üstünlük anlayışına dayanan ırkçılık, semavi dinler açısından irdelenmeye değer bir konu. Peki dinlerle birlikte insanlar arasında gerçekten eşitlik sağlanmış oldu mu? Yoksa din eski sınıfsallığın yerine başka bir sınıfsallık mı yerleştirdi?
“Allah katında en değerli olanınız en muttaki olandır.”
Neden ile gerekçe arasına belirgin bir ayrım koyabilirsek din ile ırkçılık arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak güç, hatta çelişki olabilirdi. Bilhassa “evrensel” içerik taşıyan başka bir ifadeyle bütün zamanlarda ve mekânlarda herkese hitap edebilme iddiasına sahip dinler ile çeşitli imtiyazlar üzerine kurulu, sınırlılıktan ve yerellikten beslenen bölgesel, toplumsal veya herhangi bir referanslı ırkçılık arasında açık bir tezat vardır. Böyle bir bakış açısıyla dini ırkçılığın nedenleri arasında görmek bir yana, ırkçılığın en büyük düşmanı bizzat dinin kendisi kabul edilebilir. Öte yandan “neden” bazen gaye ve maksat anlamında da kullanılabilir. İslam ve Hristiyanlık gibi dinlerin esas amaçları arasında ırkçılık bulunabileceğini düşünmek bu dinlerin amaçlarıyla çelişecek bir iddia olarak hemen reddedilebilecek bir iddiadır. Bu dinlerin gayesi herkesin ve her şeyin yaratıcısı olan Tanrı’ya iman etmek, O’nun yarattığı bütün varlıklara karşı sevgi ve sempati duymak ise sınıfsal, bölgesel veya başka türdeki bir ırkçılığın zemini zayıflamış olacaktır.
Yahudilik ve “Tanrı’nın İnsanları”
Dinler ile ırkçılık arasındaki çelişkiyi anlamak üzere tarihsel süreci hatırlamak gerekir: Bilhassa İslam’ın tek Tanrı’nın eşit kulları inancı karşısındaki gelenek ve inançlar, seçkinci ve sınıfsal yapılar üzerine kurulu dinlerdi. Bu dinlerin tarihi oldukça gerilere kadar gider. İslam, onun öncesinde ise Hristiyanlık bütün insanlar arasında “eşitlik” fikrini tesis eden inancı getirdiklerinde, sınıfsal yapılarda aşağıda kalan zümreler, köleler, zayıflar çağrıya ilk kulak verenler oldu. Bu sınıfsallık İslam’da neredeyse bütünüyle ortadan kalkarken Hristiyanlık içinde “din adamları” zümresinin seçkinciliğiyle varlığını sürdürür. Öyle veya böyle İslam ile birlikte tarihsel süreçte ciddi bir kırılmanın yaşandığını düşünmek gerekir.
Peki dinlerle birlikte gerçekten eşitlik sağ-lanmış oldu mu veya din eski sınıfsallığın yerine başka bir sınıfsallık yerleştirmiş midir? Bu soruya dereceli bir cevap vermek gerekir: Bu meyanda ilk dikkatimizi çeken husus, dinlerin, özellikle Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın farklı bir üslupla sınıfsallık, derecelenmeler, daha geniş anlamıyla da “ırkçılık” ile ilişki kurmuş olmasıdır. Bu noktada dinler, daha önce “kabiliyet” ve “özel yaratılış” ilkelerinden beslenen sınıfsallık yerine bu kez “inayet” ve ilahi seçim yoluyla başka bir üstünlük fikrini yerleştirmiştir. İşin bu kısmını ihmal ederek dinlerin toplumsal yönlerini tahlil edebilmek mümkün görünmemektedir.
Bunun ilk örneğini Yahudiliğin gelişim seyrinde görmemiz mümkündür. Yahudilik bütün bir kabilenin “Tanrı’nın insanları” olarak seçilmiş olduğu inancı üzerine kuruludur. Vakıa bu dinin kendine mahsus en önemli yönlerinden birisi, Tanrı’nın birliğiyle birlikte Tanrı’nın iradesinin kendilerinde tecelli ettiği “seçilmiş” halk inancıdır. Bu insanlar Tanrı’nın yeryüzündeki amacının esas muhataplarıdır. Öteki insanlar ise genel olarak Tanrı’nın esas muhataplarını teşkil etmezler. Yahudi teolojisi dahilinde bu sorun yani öteki insanların ne olduğu ve gerçekte ne işe yaradıkları meselesi ciddi bir teolojik sorun olarak yer almaz. Fakat herhâlde modern zamanlarda bu sorun daha güçlü bir mesele olarak kabul edilmiş olmalıdır. Tanrı’nın esas muhatabının bu sınırlı sayıdaki “seçilmiş halk” olması şeklindeki teolojinin öteki insanlarla ilişkide ciddi sorun oluşturacağı aşikardır. Zira bu itibarla Yahudilik, kendi müntesiplerinin öteki insanlardan daha üstün ve değerli olduğunu ilkece kabul etmiş oluyordu. O zaman din ile sınıfsal ayrımcılık arasında bir ilişki tespit edilmiş oldu.
Hristiyanlıkta Daralan Evrensellik
Hristiyanlık toplumsal hayatta ortaya çıkabilecek her türlü seçilmişliği ve imtiyazı reddeden bir din olarak gelmiştir. Yahudiliğin bir halka tahsis ettiği ilahi mesajın muhataplarını olabildiğince genişleterek evrensel bir din anlayışı ortaya çıktı. Bu bakımdan insanlar aradıkları eşitliği Hz. İsa’nın havarilerinin yaydıkları mesajda buldular. Şehirden kovulmuş yoksullar ve kimsesizler, hükümdarlarla “kardeş” oldular. Bir dinin insanlara yeryüzünde gösterebileceği cennetlerden birisi herhâlde bu eşitlik ve kardeşlik olacaktır.
Bununla birlikte Hristiyanlık iki temel sorun ile malul idi: Birincisi Hristiyanlıkta İsa’nın konumuyla ilgilidir. Hristiyanlık, merkezinde Hz. İsa’nın yer aldığı bir dindir. Hz. İsa bu teoloji içerisinde bir peygamber veya insan olarak görülmez. İsa bu teolojide “Tanrı’nın oğlu” olarak kabul edilir ve böylece Hristiyanlık nübüvveti reddederek doğrudan Tanrı’nın gelişi üzerine kurulur.
Bu durum dini kabul etmeyenleri Tanrı’yı reddeden bir müşrik hâline getirmeye yol açar. Hristiyanlığın öteki insanlar hakkında menfi bir hüküm vermiş olmasının nedeni budur: Hristiyanlığa göre onlar Tanrı’yı kabul etmeyenlerdir. Vakıa bir insan öteki dini kabul etmediğinde, müşrik olmaz veya ateist kabul edilmez. Fakat Hristiyanlık Hz. İsa’yı kabul etmeyenleri müşrik kabul ederek ilk baştaki genişliği ve evrenselliği olabildiğince daraltmış, dünyada bir yana, öte dünyada söz konusu insanlar için en ağır hükmü vermiştir.
İkinci mesele ise Hristiyanlığın Romalılaşmasıyla birlikte ortaya çıkan “sınıfsal yapı”yı eklediğimizde Hristiyanlık belirli bir imtiyazın nedeni hâline gelir. Bunun en önemli göstergesi din adamları sınıfıdır. Hristiyanlık her iki nedenle, yani İsa’nın Tanrı’nın oğlu sayılması ve din adamları sınıfıyla birlikte toplumsal imtiyaza yol açan bir anlayışa sahip olmuştur.
İslam’da Sistematik Hâle Getirilen Eşitlik İlkesi
İslam öteki dinlere göre kelimenin hakiki anlamıyla ırkçılığa yer vermeyen bir din olarak ortaya çıkmıştır. En azından ilkece vakıa böyle olmuştur. Çünkü İslam temel ilkeleriyle, özellikle tevhidin yorumuyla evrensellik anlayışını geliştirmiş, din ile insan, din ile hayat arasında olabildiğince geniş bir ilişki tesis etmiştir. Her şeyden önce tevhid ilkesi insanlar arasında da belirli bir eşitliği iktiza eder. Bu meyanda Yaratıcı’nın tekliği karşısında ayrım gözetmeksizin bütün insanların eşitliği fikri modern zamanlardaki “evrensel insan hakları” ilkesiyle paralel bir anlam taşır.
Tanrı’nın birliği aynı zamanda yaratılanların eşit bir derecede ve benzer gaye ile yaratıldığını da iktiza eder. Bütün insanların aynı ana-babadan doğmuş olması bu anlayışın bir neticesidir. Üstelik İslam hem hukuk hem ahlak bahsinde ayrımcılığa yer vermeyecek şekilde eşitlik ilkesini sistematik hâle getirmiştir. Bu minvalde hem sorumluluk hem de ulaşılabilecek maddi ve manevi derecelerde eşitlik ilkesi bozulmamıştır. İslam kadın-erkek ayrımı yapmadan bütün insanların sorumluluğunu getirmiş, herhangi bir ayrıma gitmeden bütün insanların aynı manevi derecelere ulaşabileceğini söylemiştir. Bunun örnekleri artırılabilir.
Hâl böyle iken İslam’ın herhangi bir şekilde ayrımcılığa veya sınıfsal ayrıma yol açabilecek bir söyleme veya pratiğe sahip olması beklenir mi? Başka bir anlatımla İslam geçmişte ve günümüzde toplumlarda ortaya çıkan ayrımcılıklardan herhangi birisinin nedeni veya yönlendiricisi olarak görülebilir mi?
Bu soruya peşinen olumsuz cevap vermek yerine, en azından tarihsel sürece ve tecrübeye bakınca hadisenin dinin amaçlarıyla bütünüyle uyumlu gerçekleştiğinin söylenemeyeceğini ekleyebiliriz.
Meselenin birinci noktası budur. Burada Müslüman toplumların tarihsel ve sosyolojik süreçlerinin dini kendi istikametinde yönlendirdiği, din kurucu bir ilke olsa bile gelenek ve toplumsal normların da etkin birer faktör olarak dinî yaşamı şekillendirdiğini bilmek gerekir. Geçmişte ve günümüzde din ile toplumsal ayrımcılık arasında görülebilecek ilişkinin birinci temel noktası örfler, gelenekler, tarihsel ve toplumsal alışkanlıklardır.
İnananlarla İnanmayanlar Arasındaki Hiyerarşi
Meselenin bir de ikinci kısmı vardır: O da dinin bizatihi bir üstünlük iddiası taşımış olmasıdır. Daha doğru bir anlatımla din, müntesiplerinin inanmayanlardan üstün olduğunu dikkate alarak müntesiplerine bir imtiyaz ve ayrımcılık kazandırır. Bu bir vakıadır ve bunu reddetmek pek mümkün görünmüyor. Günümüzde de az çok etkilerini görebileceğimiz bir mesele olarak bu ikinci konuya daha dikkatle eğilmek gerekir:
İslam’da insanlar arasında gerçek ayrıma yol açan şey, imanın kendisidir. İslam “Müminler kar-deştir” ilkesiyle bütün müminleri ortak bir zeminde birleştirirken imanı ise inayet ve hidayete bağlayarak ayrımı metafiziksel bir zeminde inşa eder. Öte yandan müminlerin belirli bir anlamda üstün olduğu fikrini işleyerek insanlara bir amaç olarak imanı ve imanın iktiza ettiği değerlerle ahlaklanmayı gösterir.
“Allah katında en üstün olan takva sahibi olandır” veya “İnanıyorsanız üstün sizsiniz” anlamındaki ayet-i kerimeler bir tür değer üstünlüğünü ilkece kabul etmek demektir. Bu meyanda İslam’ın yaklaşımı ile Hristiyanlık arasında ciddi bir ayrım bulunmaktadır. İslam kendi müntesiplerini “mümin” olarak isimlendirirken öteki insanlar İslam’ı kabul etmediğinde onlara toleransla bakar. Bu minvalde onlar, öncelikle ateist veya müşrik kabul edilmez. Bunun nedeni İslam’ın merkezinde “oğul İsa” gibi bir ilkenin bulunmayışıdır.
Buna mukabil İslam’ın merkezinde Tanrı varır. O’na giden yolda ise nübüvvet bulunur. Bu bakımdan İslam’ı kabul etmeyen kimse genellikle peygamberi kabul etmeyen birisidir. Hristiyanlık ile İslam’ın ayrım noktalarından birisi burada tebellür eder: Birisi öteki inanç sahiplerini “müşrik’” sayarken İslam peygamberliği kabul etmeyeni “kafir” sayar.
Bu itibarla Müslümanlık ile Hristiyanlık, birisi nübüvveti, öteki ise Tanrı’yı dinin merkezine yerleştirmekle iki farklı tutum geliştirir. Bu durum İslam’ın evrensellik anlayışını sürdürmesine görece de olsa daha güçlü bir imkân teşkil eder: Herhangi bir insan Hristiyanlığı kabul etmediğinde mutlaka dinsiz sayılacaktır. Buna mukabil İslam’ı kabul etmediğinde ise nübüvvet nedeniyle kafir olsa bile “kitap ehli” sayılarak belirli haklara sahip olmaya devam edecektir.
Tereddüt, Arayış ve Emin Olmama Hâli
Burada birkaç hususa işaret etmemiz gerekir: Her şeyden önce İslam’ın öteki insanlar ile Müslümanlar arasına ayrım koyduğu ve Müslümanların dayanışmasına katkı sağlayacak şekilde imtiyazdan söz ettiği vakıadır. Bu ayrım iman ile küfür, mümin olmak ile kafir olmak şeklinde ortaya çıkan bir ayrımdır. Üstelik bu ayrıma bağlı olarak mümin olmak, bir üstünlük anlamına da gelecektir, bunu reddetmek de mümkün değildir. Fakat ana akım yorum geleneğinde -bilhassa Sünnilik- bu imtiyazın fiili ayrımcılığa dönüşmesinin bazı engelleri olduğunu fark ediyoruz.
Birincisi her ne olursa olsun imanın ilahi bir inayet olması dindarlığın bir imtiyaz, bir hak ediş değil; bir lütuf olarak telakki edilmesini iktiza eder. İnsan dindar olmakla bir şeyi başarmış, öteki insandan imtiyazlı olmuş veya herhangi bir anlamda ötekini “yenmiş” değildir. Sadece bir lütfa mazhar olmuştur ve bunun sürekli olabileceğinden endişe içindedir. Allah hidayet ettiği kadar insanı dalalete de düşürebilir. Sünni yorum bunu böyle tespit eder. Bir insan mümin veya Müslüman olduğunda sadece ilahi inayete mazhar olduğunu bilir. Mümin olmakla başkasıyla kendisini mukayese etmek yerine ilahi lütfu ve inayeti idrake gayret eder. Bu nedenle işin birinci ve temel nedeni budur.
Öte yandan bir mümin öteki insanların Tanrı ile ilişkisinin mahiyetini de bilemez. Bütün insanlar “ümmet-i davet”, yani herhangi bir vakit ve mekânda mümin olma ihtimali taşıyan insanlardır. Meselenin başka bir yönü ise insanın kendi dindarlığındaki tereddüt ve kaygı hâlidir. İnayet ve tevfike bağlı olan dindarlık, insanda eminlik, itminan, güvence gibi bir dogmatizm oluşturmak yerine tereddüt, arayış, emin olmama hâli gibi insanın üstünlüğünü erteletebilecek birtakım hâller ortaya çıkartır. Bu bakımdan dindarlığın herhangi bir formu veya düzeyi olmasa bile, ahlak ile taçlanmış dindarlığın insandaki karşılığının tereddüt ve kaygı olması beklenir.
Bütün bunlar, vakıayı esastan değiştirmiyor: İslam da öteki dinler gibi tarihin belirli dönemlerinde daha çok olmak üzere bir imtiyaz ve üstünlük fikrinin sebebi olarak görülmüştür. Müslümanlar da dini öteki dinler, bazen de farklı ideolojiler gibi okuyarak bir üstünlük fikri geliştirmek istemiştir. Bunun nedeni ise öteki toplumlardaki durumla benzer şekilde psikolojik ve sosyolojik etmenlerdir.
İnsanlar bireysel veya toplumsal olarak kendilerini zayıf olarak gördüklerinde “üstünlük” duygusu bir ideoloji olarak inşa edilir ve öteki insanlardan farklılıklarını belirgin hâle getirirler. Böyle bir durumda dini de mevcut psikolojik ve toplumsal savunmanın bir parçası hâline getirmek, Müslüman toplumların başvurduğu savunma yollarından birisi olmuştur.