Dosya: "Irkçılığa Eleştirel Bakış"

“Irkçılık Karşıtı Çalışmalar, Küçük Bir Entelektüel Çevrenin İç Konuşması Gibi Görülüyor”

Etyen Mahçupyan, Türkiye’nin yakın siyasi tarihine içeriden tanıklık etmiş bir gazeteci ve fikir insanı. Mahçupyan’la toplumsal zihin, bilinç dışı ve antropolojik bir mekanizma olarak görülen “öteki”nden ayrışmanın ırkçılığa evrilen sürecini konuştuk.

Fotoğraf: Anadolu Images. Değişiklikler: Perspektif.

Irkçılık toplumlarda neden var olur?

Bunun antropolojik nedenleri var. Orta Amerika’da 1400’lü yıllarda yaşayan yerlileri incelediğimizde kültürel, gündelik hayat davranışı, norm ve inanç olarak birbirine mesafe olarak çok yakın, ama bu alanlarda birbirinden çok farklı medeniyetler kuran insanlar görüyoruz. Topluluklar en yakınlarında olan diğer topluluklarla kendilerini mukayese ederek ayırmak istiyorlar. “Kimlik” dediğimiz şey aslında coğrafi olarak yakında duranlardan kendinizi ne derece ayırdığınızla ortaya çıkıyor.

Kimliği ancak mukayese ile edinebiliyorsunuz. Bu da doğal olarak gizli bir ırkçılık getiriyor. Ön yargılarınız, eğilimleriniz, kendi kültürünüzü ve medeniyetinizi beğenmekten yana olduğu ölçüde “öteki”ne mesafe alarak oluşuyor. O zaman da “öteki” size çok yakın olmasına rağmen, tarih başka türlü tecelli etseydi belki de aynı kültürün parçası olmanız gerekirken, birden bir kültür olarak uzak hâle geliyor. Modern dünyada ırkçılığın ya da ayrımcılığın bu kadar doğallaşması, insan zihninin arka planda kendisini “öteki”nden ayırma ihtiyacının bu denli güçlü olmasıyla açıklanabilir.

“Otoriter Zihniyetin İçinde Irkçılık Doğaldır”

Yani kendini “öteki”nden ayrı görmek doğal bir mekanizma…

Mobilizasyon düşükken uzakta size benzemeyen insanların varlığı sizi çok rahatsız etmiyor, hatta iyi geliyordu. Çünkü onların varlığı ile kendinizi ayırt ediyordunuz. Ama küreselleşmeyle birlikte mobilizasyon arttığında insanlar başka kültürlerin içine girdiler. Önlerine bir adaptasyon sorunu çıktı.

Tekil göçlerde bu adaptasyon ihtimali daha yüksek ama yığınsal göçlerde adaptasyon ihtimali düşük. Çünkü kendi insanınıza adapte olmak kolay ve yığınsal olarak gittiğiniz için cemaatleşiyorsunuz. Cemaatleştiğiniz zaman bir tür alt kültür oluşturuyorsunuz.

Önceden bir mesafe ve iki kültür vardı. Birbirlerini “öteki” olarak tanımlıyorlardı. Şimdiyse iç içe geçen iki kültür var ve birbirlerini “öteki” olarak tanımlıyorlar. Daha önceki durumda siyasi olarak iki ayrı sistem vardı. Şimdi iç içe geçmiş iki kültür ve tek bir siyasi sistem var. Bu hukuki meseleleri, kamusal alan meselelerini, gelir ve nüfus dağılımı gibi meseleleri ortaya çıkarıyor. O zaman da bir çatışmaya doğru gidiyorsunuz.

Siz Türkiye’de “zihniyet değişimi” olarak dile getirdiğiniz, arka planda işleyen ve oldukça uzun süreye yayılan bir değişim olduğunu dile getiriyorsunuz. Bu değişimi nasıl tanımlarsınız?

Önce çok genel olan iki kuralı aklımızda tutmakta yarar var. Birincisi, hiçbir zihniyet durup dururken değişmez. Zihniyetler başarısız olduğu oranda ve önlerine çıkan alternatif ihtimaller ışığında bir değişime uğrarlar. Bir tıkanma anında oluşan hareket alanının kullanılmasıyla değişim olur.

İkincisi, her değişim bir adaptasyondur. Adapte olmak için değişiriz. Durur dururken kimse ya da hiçbir toplum, “Ben artık değişsem iyi olur” demez. Adapte olmakta zorlandığında değişir ve bu değişimin bir parçası da “zihniyet değişimi” olarak ortaya çıkar. 

“Türkiye neye adapte oluyor?” diye sormak durumundayız. Türkiye dünyaya adapte olmaya çalışıyor. Dünyanın da “modernlik” başlıklı bir zihniyet panoraması var. Modernlik problem çözmekte zorlanmaya başladı. Var olan problemleri çözmek bir yana, yeni problemler ürettiği ortaya çıktı. Bunu da en çok bu göç hareketiyle gördük. 

Bu göçler sonucu “yeni gelenle” baş etmekte zorlanan bir modernlik vardı. Bu “yeni gelenler” farklı kültürler taşıdığı ölçüde bu sıkışma ya da kırılma daha da sertleşti. Yani güneyden Hristiyanların gelmesi o kadar da problem değildi çünkü kültürel olarak Batı’nın kültürüne benzeyen bir damardan geliyordu bu insanlar. Müslümanlar gelmeye başladığında farklı bir yapı ortaya çıktı.

Bu durum Müslüman dünyada, daha doğrusu Türkiye’de aslında bir tür anlam zenginleşmesi, bir tür tasavvur genişlemesi yarattı. Yani modernliğin problem çözememesi, küresel dünyada bölge liderliği diye bir kavramın ortaya çıkması, yeni bir düzen kurulacaksa Batı’nın bunu tek başına kuramayacak olması, bütün bunlar Türkiye’nin kendisiyle ilgili havsalasında bir pencere açtı. Şöyle bir kanaat oluştu: “Batı artık eski gücünde değil. Artık Türkiye gibi ülkelerin alanı daha geniş. Türkiye’nin kendi damgasını vurabileceği bir yeni dünya oluşuyor.” Özgüvenimizin daha arttığı, kendimizden gururlanma vesileleri aramaya başladığımız, geleceğe daha olumlu baktığımız bir döneme geldik psikolojik olarak. 

Daha önce Batı’nın güçlü olduğu ve istesek de istemesek de Batı’ya bir nebze mahkûm olduğumuz bir sisteme adapte olmaya çalışırken, şimdi çok kültürlü ve çok kutuplu bir dünyada kendimize kendimizce alan açtığımız bir dünyaya doğru geldik. Buradan yola çıkarak kimliğimizin nasıl ifade edileceği, dış politikanın nasıl yürütülmesi gerektiği, savunma sanayiinin öneminin artması, kendi kültürümüzü sahiplenme gibi arayışlar ortaya çıktı. 

“Kemalizm Uç Bir Laiklik Anlayışıyla Kendini Tüketti”

Bu arayışlar bugünü anlamak açısından bence çok kritik. Bu arayışlar Türkiye’deki sosyolojiyi değiştirdi. Türkiye’deki sosyoloji tabiri caizse postmodernleşmeye başladı. Bireyselleşme arttı ama bu modernliğin beklediği bir bireyselleşme değildi. Mesela İslami kesimde bireyselleşme dinden ayrılma anlamını taşımadı. Sekülerleşme arttı ama sekülerleşme dini terk etme anlamını taşımadı. Dinin yeniden bireysel bazda yorumlanması olarak ortaya çıktı. Ve zihinsel anlamda sekülerleşen, soru soran, arayış içindeki Müslüman bireyler cemaatin çeperine geldiler ama cemaati terk etmediler. Cemaati dönüştürerek orada kalmaya devam ettiler. Bu modernliğin tasavvur ettiğinin ötesinde bir durumdu ve birinci kırılmaydı.

Türkiye ikinci büyük bir kırılma daha yaşadı siyasette. 28 Şubat ile beraber Kemalizm’in Türkiye’yi yönetemeyeceği belli oldu. Kemalizm ulusalcılığa kayarak uç bir laiklik anlayışıyla kendini tüketti. Öte yandan bugünün dünyasında İslamcılığın veya kaba Türk milliyetçiliğinin de Türkiye’yi yönetemeyeceği belli oldu. Yani ideolojik anlamda Türkiye’de bir boşluk doğdu. Türkiye’nin ideolojisi ne olmalı, bu ülkenin ileriye bakarken hangi ideolojik paradigma içinde bir tahayyülü olabilir sorusu boşluğa düştü. 

Bu boşluğu doldurabilecek ideolojik paradigma nedir sizce?

Bu soruya cevap vermek için bu iki kırılmaya bir üçüncüsünü daha eklememiz lazım. Çünkü Türkiye Batılı ülkelerden radikal bir biçimde ayrılıyor. Batılı ülkelerde siyasi alan ile sosyolojik alan birbiri ile iç içe geçmeli, daha ziyade bir tür eş düzeylik ilişkisi içinde. Mesela toplumda yeni akımlar ortaya çıktığı anda bunların çok kısa sürede siyasi partilere yansıdığını görüyorsunuz. Siyasi partilerin okulları, sivil toplum örgütleri, vakıfları var; toplumu anlamaya ve temsil etmeye çalışıyorlar. Bu da daha eş düzeyli, genişlemeye müsait bir kamusal alan üretiyor. 

Türkiye’de böyle değil. Türkiye’de devletin kontrolünde hiyerarşik bir kamusal alan var ve bunun sonucu toplumda olan sosyolojik, kültürel arayışlar, değişimler, siyasete çok uzun süre aksedemeyebiliyor. Türkiye’de seçmen pazarda alışveriş yapacak kişiye benziyor. Kafanızda belli bir meyve veya sebze var ama pazara gittiğinizde onu bulamıyorsunuz. Pazardaki üç beş tane pazarcının mallarından birini seçmek zorunda kalıyorsunuz. Yani Türkiye’de seçmenler büyük oranda kerhen oy vermeye devam ediyor. Çünkü siyasi partiler seçmeni yansıtmıyorlar. 

Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, yani Batı’daki büyük kırılma, Türkiye’deki siyasi geçmişten gelen kırılma, buna karşılık sosyolojinin siyasete yansımasının eksikliği, bütün bunlar Türkiye’de değişim imkânının çok büyük olduğunu bize söylüyor. 

Türkiye’nin sosyolojisinde çok hızlı bir değişim var. Hem laik kesimde hem dindar kesimde, hem Türklerde hem Kürtlerde, Alevilerde Sünnilerde fark etmiyor; her kesimde normlar değişiyor. Demokrat zihniyete doğru kaymalar var. Bunlar farklı bireysellikler üretiyor ve bu bireyselleşmeler birbiriyle temasta. 

Dolayısıyla çok zengin bir talepler manzumesi var karşımızda. Ama bunları biz hiç duymuyoruz. Çünkü medya çok kötü, sivil toplum yok, kamusal alan dar ve hiyerarşik ve siyasi partiler bunları okumaktan uzak. Bir tarafta kaynayan bir kazan ve cevapsız arayışlar içinde bir toplum var. Her yeni nesil bunu daha da genişletiyor. Bu sosyolojik olay 2000’lerin başında Türkiye toplumunda belki yüzde 1-2 oranında bir gruba tekabül ediyordu. Şimdi belki yüzde 15-20’ye doğru gidiyor ama ona rağmen hâlâ duyulmuyor. Onun yerine siyasetin kendi dinamiği var. Siyaset de kendi dinamiği içinde bir değişim arıyor. Bu değişim bugün bizi “yeni ittihatçılık” dediğim bir noktaya doğru getirdi. 

“Kemalist Milliyetçilikten İttihatçı Milliyetçiliğe Doğru Geçtik”

Nedir bu “yeni ittihatçılık”?

Çok kaba söylersem, ilk olarak devletin ağırlığına ve rehberliğine razı gelmek. İkincisi dindarlığı içine alan bir Türklük üzerinden, Kemalizm’e kıyasla daha topluma açık duran bir kimlikleşme. Üçüncüsü ise kendi haklarını aramak, kendi damgasını bırakmak hedefleriyle ortaya çıkan, çevresinde etkili olmayı hedefleyen, “Bana sorulmadan bir şey yapılamaz” demeye çalışan bir dış politika ve bununla beraber gelen bir Batı karşıtlığı. Şu anda gördüğümüz milliyetçilik de bu milliyetçilik. “Türkiye’de milliyetçilik yükseliyor” deniyor. Hayır milliyetçilik dönüşüyor aslında. Çünkü bu eski milliyetçilik değil. Kemalist milliyetçilikten ittihatçı milliyetçiliğe geçtik. Bu milliyetçiliğin etkisi büyüdü çünkü bu ittihatçı milliyetçiliğin adaptasyon yeteneği Kemalizm milliyetçiliğe göre daha büyük. 

Şu anda toplumla siyaset ve devlet arasında bir kırılma, büyük bir boşluk var Türkiye’de. Bu boşluğu şu anda psikolojik olarak kapatıyoruz. Bu çok uzun süre devam edemez. Sonuçta reel olarak da kapatmanız lazım. Kamusal alanı, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi alanı buna göre dizayn etmeniz lazım. 

“Irkçılığa dair eleştirel bakış”a dönelim: Irkçılığın temel toplumsal dinamikte içkin olduğuna dair bakışa siz ne diyorsunuz? Size göre “ırkçılık” merkezli bakış toplumları okuma konusunda doğru bir yere oturuyor mu?

Teşhisi koymak için geniş bakalım. Sadece ırkçılığı değil; çevreyi, kadını veya başka bir mefhumu merkeze koyalım. Bunlar modernliğe verilen tepkilerdir. Modernliğin ayaklarından bir tanesi otoriter zihniyettir ve otoriter zihniyetin içinde ırkçılık zaten doğaldır.

Herhangi bir şeyi merkeze oturttuğunuz zaman ürettiğiniz şey yine var olan sisteme adapte olmaya çalışır. Feminizmden örnek verelim: Feminizmin kendisi demokratik içerikli bir çaba, çünkü demokratik diyebileceğimiz bir değişim istiyor. Fakat feminist hareketin çok büyük kısmı demokrat değil. Saldırgan olabiliyor; kurallar koyarak, tartışmaya girmeden bazı şeyleri empoze etmek isteyebiliyor. İçerikle yöntem uyuşmazsa bu tür çabaların bir yere varacağını sanmıyorum.

Elinizde bir fener var diyelim. O ışığı bir yere tutup “Buraya da bak” diyorsunuz. Bu bakış açısı bize modernliğin ne olduğunu, niçin şu anda modernliğin hızla milliyetçiliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa kayabildiğini, niçin liberal insanların bile aniden faşistleşebileceğini gösterebilir. Irkçılık oluşmadan önünü kesmek açısından tutulan bu fener önemli. Fakat ben bu tür hareketlerde şundan korkuyorum: Bir hareket fazla entelektüelleşirse, o zaman daha da katılaşabilir. Bu çevrecilikte de feminizmde de oldu. Bu hareketler militanlar çıkarttı. Militanlar ortaya çıktığı zaman otoriter zihniyete geri döndünüz demektir.

Velhasıl demokrat zihniyete dönüşmediği sürece ırkçılığı temel alan bir toplum okumasının da etkisi düşük kalacaktır. Irkçılığı temel alan bu bakışı siz demokrat zihniyet içinde yedirirseniz, yani sadece vaaz ettiğiniz söylemi devam ettirmekle kalmayıp o söylemin insanlara nasıl iletildiği üzerine konuşmaya başlarsanız, o zaman bunun tahmininizden çok daha yararı olacağını düşünüyorum.

“Irkçılığı unutmak/ırkçı alışkanlıklardan kurtulmak” nasıl mümkün olur?

Irkçılık toplumlarda yerleşik bir şey ama uygun ortamı bulduğunda çıkıyor. Bu nedenle de engelleyebilirsiniz. İnsan zihninin doğal işleme biçimlerinden biri bu. Öyle birdenbire atabileceğiniz bir şey değil. Ancak “self-reflection” ile öze bakarak anlayabileceğiniz, yüzleşebileceğiniz bir şey ve tek başınıza yapamayacağınız bir yüzleşme bu. Ancak birden fazla insanın ilişki içinde yapabileceği bir şey. Onun için karşılıklı ırkçılıkların birbiri ile konuşması tedavi edici olabilir.

Şunu da unutmayalım: “Toplumsal zihin” diye de bir şey var. Bu bireysel zihinler ilişkiler içinde karşı karşıya geliyor, ilişkiler kültür oluşturuyor ve bireysel zihinler bütün bu ön yargıları o kültürün doğal parçası olarak yaşıyor. Somutlaşıyor ve de yeni doğan her çocuk ırk merkezli o kültüre adapte oluyor. Irkçılık sürekli orada var olunca da o çocuk için doğal oluyor çünkü onun doğal adaptasyonunun bir parçası. O çocuk ayakta kalmak için, normal hissetmek için zaten biraz ırkçı olmuş. Sen “Irkçılıktan uzaklaş” deyince “normallikten de uzaklaş” demiş oluyorsun.

Bu bir zihniyet hikâyesi. Bu sadece “Ben sana emir veriyorum, ırkçılıktan uzaklaş” diyerek olmaz. “Bak imam efendi ne söylüyor… Papaz efendi ne söylüyor… Irkçılık kötüdür!” demekle de olmuyor. O farklı zihniyeti kendi çevresinde görüp adapte olmak gerekiyor.

Bu anlamda medya ve sivil toplum çok önemli. Türkiye bu olaylardan kamusal alanın darlığı nedeniyle hâlâ uzak. Nefret söylemi ile ilgili konferanslar yıllardır yapılıyor ama bunlar entelektüel bir çaba olarak kalıyor ve çok fazla işe yaramıyor. Çünkü o nefret söylemini araştırdığınız medya sizi dinlemiyor. Medya devleti dinliyor ve siyasete uyum sağ-lamaya çalışıyor. Sivil topluma ayak uydurmaya çalışmıyor çünkü o geçişlilik yok. Türkiye’de hâlâ cemaatler hâlinde yaşıyoruz ve bu Batı’daki “yerli cemaat” ve “göçmen cemaat” gibi bir karşıtlık değil; hepsi yerli olan cemaatlerin birbiriyle kaynaşamaması hâli. Bu çok daha ağır bir problem ve bunu öyle kolay çözmek mümkün değil.

Böyle bir durumda devletle toplum arasındaki kopukluk devam ettiğinde toplum istediği kadar ırkçılık ve nefret söylemi hakkında çalışma yapsın, bunlar küçük bir entelektüel çevrenin iç konuşması olarak raflarda yerini bulmaktan başka işe yaramıyor.

“Bizim Fıtratımızda Kötülük Olmadığını Söyleyen Bir Bakış Var”

Avrupa’daki Türkiye kökenli insanların yaşadıkları ülkede tecrübe ettikleri ırkçılık ve ayrımcılık deneyimlerini düşünürsek Batı Avrupa’daki Türk azınlığın ırkçılık algısıyla Türkiye’deki çoğunluk toplumunun ırkçılık algısı arasında belirgin bir farklılaşma söz konusu mu? Ya da bu çok yavaş ilerleyen bir süreç mi?

Tabii ki apaçık bir farklılaşma var. Birinde “öteki” sana bir şey yapıyor ve bundan hareketle ortaya koyduğun analiz sayesinde kendi kimliğini de ayakta tutuyorsun. Kendi farklılığını da yeniden tescil etmiş oluyorsun. “Öteki”nin ırkçılığı seni sen yapıyor. Bu çok savunmacı ama aynı zamanda kurucu tarafı olan bir psikoloji.

Türkiye’ye baktığımız zaman bütün olumsuz eylemlerin hep başkaları tarafından yapıldığını, bizim saf ve temiz kaldığımızı, haksızlığa uğradığımızı, bizim fıtratımızda kötülük olmadığını, hep mazlumdan ve mağdurdan yana olduğumuzu söyleyen bir bakış var. Siz bu bakışa sahip birine gidip “Yaptığın şey ırkçılık, farkında mısın?” dediğinizde, “Haşa nasıl olabilir? Bizde ırkçılık yok.” diyor adam. Kendisine bakmaya hazır değil. Hep kendisine yapılmış olandan giderek bir çıkarım yapmış. O zaman da derine gitme şansınız olmuyor.

Batı’da “Batılı” olan, yani göçmen olmayan ama Batılılığa özgürce ve nesnel bakmaya hazır olan bir entelektüel grup bulmak kolay. En azından onlarla ilişki kurmak mümkün. Burada daha kitlesel bir olay var ve bu kitlesel olayın şöyle bir tarafı da var: Siyaset de devlet de aslında az önce söylediğim bu retoriği besliyor. Yani “Biz ırkçı değiliz, haksızlıklar hep bize yapıldı” retoriğini siyasi partiler de tekrarlıyor. O zaman işte bunun fark edilmesi ve değişmesi çok daha zorlaşıyor. O nedenle ben şöyle diyorum: Batı’da modernliğin getirdiği ve daha otoriter zihniyetin hâkim olması nedeniyle ırkçılık daha yüksek ama tedavi imkânı daha kolay. Doğu’da ise ırkçılık çok daha düşük fakat tedavisi hemen hemen yok. Böyle bir ikilem var.

Özellikle Solingen faciası, Mölln ve Hanau’daki ırkçı saldırılar ya da NSU cinayetleri gibi konuların Türkiye’deki bilinirliği ve farkındalığı hâlâ çok düşük. Kendi mağduriyeti üzerine çok fazla odaklanan bir toplum var ama ailesi olarak gördüğü diasporadaki toplumun tecrübesine de bir kayıtsızlık var sanki. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu çok doğru bir gözlem. Bu tür olaylarda kişisel akrabalık, tanışıklık ilişkileri varsa bu acıyı hissediyorsunuz ama bunu kamusallaştırma anlamında baktığımız zaman Türkiye toplumu öyle bakmıyor. Çünkü Türkiye toplumu Batı’ya gitmiş olan kendi vatandaşına bir tür serhat beyi gibi bakıyor.

Oysa Türkiye’den Batı’ya giden bireyler artık bambaşka bir dünyada yaşıyor. Bizim o dünyayla alışverişimiz çok düşük. Var olan alışveriş de bir hasımlık, bir karşıtlık alışverişi. Hristiyan-Müslüman, Doğu-Batı… Cumhuriyetin kurulması sırasında Kurtuluş Savaşı, bütün o anlatılar… “Avrupa Birliği bizi almıyor, bizi istemiyor” bütün bu söylem… Anketlerde “Türkiye Avrupa Birliği’ne girsin mi?” sorusunun cevabı yüzde 60-70 oranında hâlâ “evet”. “Batı bizi alır mı?” sorusunun cevabı ise yüzde 70 “hayır”. Batı’nın bizi almama sebeplerine girdiğinizde “Batı ırkçı” gibi argümanlar duyuyorsunuz.

Arka planda o bilinç dışını sorgulamaya başladığınız zaman yabancı bir dünyadan bahsediyoruz. Bu yabancılaşma Türkiye’de kalanlarla Almanya’ya gitmiş olan Türkler arasında da bir yabancılaşma demek. Bir yerde mental olarak bir sınır var, onun ötesine geçtiği zaman kılık kıyafeti de farklı, davranışları da farklı, konuşması da farklı, üreteceği siyaset de farklı… Ve buradan giderek “Onun başına gelenlerle benim başıma gelenler farklı.” Bir empati yok artık arasında. Empati ben bilinçli olarak kurarsam oluşur, doğal olarak ortaya çıkmaz.

Yurt dışındaki ırkçı kundaklama hadiselerinde Türkiye’deki medyada iki tepki görüyoruz: “Vah zavallılar!” ve “Vay namussuzlar!”. O kadar! Daha fazla derinleşmiyor çünkü daha derine gittiğinizde bunu hazmeden, bunu normalleştiren bir gri alan var bilinç dışımızda. Daha öteye gitmemeyi normal kılıyor bize.

Şu da var tabii, bunu konuşmayı da bilmiyoruz. Çünkü Batı’yı tanımıyoruz, Almanya’yı tanımıyoruz. Almanya’nın iç parçalanmasını, zenginliğini, farklılaşmasını bilmiyoruz. Almanya’ya giden göçmenlerin kendi iç farklılaşmasını bilmiyoruz. Almanya’daki bazı kesimlerle göçmen bazı kesimlerin karşılaşmalarının yarattığı gerilimi, bunun anlamını, her birinin cemaat içi tezahürlerini bilmiyoruz.

Tüm bunları bilmeyince ortada muğlak bir alan, büyük bir Batı ve onun uç aktörleri olan faşistler var. “Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti yapacağını bilir, devlet sert çıksın.” diyoruz. Devlete havale ettiğimiz ölçüde de Batı’yı bilme ihtiyacımız kalmıyor artık. Ölenler için üzgünüz, üzülüyoruz evet ama bir anlama çabasına dönüşmüyor.

Irkçılığa öz eleştirel bakış nasıl elde edilebilir sizce?

Bunca yıl danışmanlık, yöneticilik yaptım. Öğrendiğim temel şeylerden biri şu: Herhangi bir problem için “doğru çözüm” diye bir şey yok. “Birlikte” karar verilen şey genellikle doğru çözüm oluyor. Irkçılığı merkeze alan bir yaklaşım da bunu yapanlarla muhatap olanlar arasında birlikte bir sahiplenme üretebilirse netice verecektir.

Söylemle değişim pek mümkün değil. Kurallarla, normlarla, olması gerekeni söyleyerek, vaaz ederek değişim mümkün değil. İlişki üreteceksiniz ve ilişkinin kendi dinamiğine saygı göstereceksiniz. Ona ancak malzeme üretebilirsiniz.

Bu imkânları kullanabilen bakışlar, anlayışlar dünyayı daha güzel bir yer hâline getirebilir. Bunları kullanmıyorsanız en doğru şeyleri bile söyleseniz bir süre sonra o doğru şeylerin etrafında çok katı, otoriter birtakım kalıplaşmalar ortaya çıkabilir.

Almanya’daki Türkiye kökenlilerin azınlık tecrübesi Türkiye toplumuna bir şey öğretebilir mi?

Tabii şöyle çok büyük bir imkân var: Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da ırkçılığa ayrımcılığa maruz kalmış Türklerle, Türkiye’de Suriyelilerle karşı karşıya gelen ve kendi ırkçılıklarını fark etmemiş Türkler arasında bir diyalog çok yapıcı bir diyalog olurdu. Buna benzer konferanslar, atölyeler çok iyi olurdu. Eğer 2000-2015 arasındaki dönemde olsaydık muhakkak sivil toplum örgütlerinden birkaç tanesi Almanya’dan bu tecrübeyi yaşayan insanları çağırıp bunları yapmak istiyor olacaktı. Ama şu anda öyle bir ortam yok gibi. Sizler yapabilir misiniz, yaptığınızda muhatap bulabilir misiniz bilemiyorum ama bu çok faydalı olurdu.

Burak Gücin

Galatasaray Üniversitesinde sosyoloji alanında lisans eğitimi olan Burak Gücin, sonrasında Heidelberg Üniversitesinde kültürel çalışmalar alanında yüksek lisansını tamamlamıştır. Gücin, Perspektif redaksiyon ekibinin üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler