Kurgu ve Gerçeklik Arasındaki Geçişken Alan: Televizyonlarda Şiddet
Diziler hem kendimizden bir parçadır hem de kendimizden çok uzaktır. Peki izlediğimiz basma kalıp hikâyelerde ve dizilerde kullanılan şiddetin zihnimizdeki yeri nedir?
Kore yapımı Squid Game dizisini (Netflix, 2021) izlemeye başladığımda iyi tasarlanmış kanlı bir katliam anının bu kadar beklenmedik biçimde karşıma çıkmasıyla donakalmıştım. Benzer bir duyguyu Game of Thrones dizisinde (HBO, 2011) ana karakterin bir anda idam edilmesiyle yaşadım. Dogs of Berlin (Netflix, 2018) dizisinde cinayetlerin izlerinin parçalanmış, kopmuş, geride bırakılmış iç organlardan sürülmesi de dehşete düşürmüştü. Bu diziler aslında belirli bir şiddet dili ve estetiği kullanırken, aynı zamanda kurdukları hikâye dünyasına dair ipuçları veriyorlardı. Şiddet sahneleri, seyircinin bundan sonra göreceklerinin hayatla ölüm arasındaki çizgide seyredeceğinin işaretiydi. Türkiye’de de 2017’de yayına giren Sen Anlat Karadeniz (ATV, 2018) dizisinde, daha ilk bölümde yaşanan, dizinin baş kahramanı olan kadına yönelik ağır fiziki şiddet sahnesi de çok fazla konuşulmuştu. Böylece seyirciye, her gün karşımıza çıkmayan türden bir şiddet ve şiddetten kurtulma hikâyesi izleyeceğinin sinyali verilmişti.
Okuduğumuz ya da izlediğimiz ister masal, ister gerçek hayattan uyarlama, ister dizi, ister film, ister eğitici çocuk hikâyeleri olsun; kurmacalarla ilişkimiz dolaylıdır. Başka bir deyişle, hikâyelerin gündelik hayatın gerçekliğiyle arasında bir karşıtlık ilişkisi vardır. Biz bu karşıtlığı kimi zaman yalanla doğru, kimi zaman da kurguyla gerçek olarak adlandırırız.
Gerçek ve Yalan Arasındaki Geçişken Alan
Gerçekliği çoğu zaman televizyondan öğrenmeye çalışırız. Örneğin akşamları ana haber bülteni bize “dünyada neler olduğunu” gösterir. Ama izlediğimiz kanalın olaylara yaklaşımını ya da politik atmosfere göre bize anlatılanları olduğu gibi kabul etmeyiz. O zaman izlediğimiz haberlerin doğru değil yalan olduğunu söyleriz.
Kurmaca bir dünyaya girerken ise gerçeklikten çıktığımızın bir işareti vardır. Kitabın kapağını açarız ya da dizinin jenerik müziğini dinleriz. Sonra yavaş yavaş karakterleri tanırız ve olaylar gözümüzün önünde akmaya başlar. Haber bültenlerinden farklı olarak dizilerin kurgu olduğunu biliriz. Dünyanın her yerinde dizilerin öğrenmek, haber almak değil, keyifli zaman geçirmek için izlendiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak yine evrensel bir olgu var ki o da izleyicilerin kurmaca evrenle kendi hayatları arasında benzerlikler ya da farklılıklar görmeyi sevmesidir. Diziler, hem kendimizden bir parçadır hem de kendimizden çok uzaktır. Haberlerde gördüğümüz ya da sabah yaşadığımız bir olaya benzeyebilir, ama gerçek değildir.
İzleyiciler ekran karşısında kendilerine servis edileni olduğu gibi kabul eden bir konumda yer almazlar. Esasında kurmaca, gerçek ve yalan arasındaki geçişken alan, izleyicinin en güçlü olduğu yerdir. Çünkü hikâyeye dair izleyici yargıları bu geçişler arasında belirir. Hikâyeyle kendi hayatı arasında ya da beklentileri arasında çelişki gördüğü yerde izleyici hikâyeye dâhil olur, kendinde söz söyleme hakkı bulur. Bunun da ötesinde, kendi hayatının kapısını tutar ve neyi içeri alıp almayacağına karar verir. İyi bir fikir, hoş bir dekorasyon ya da etkili bir çözüm konusunda diziden ilham alabilir. Hatta yıllar evvel ATV kanalında ilgiyle izlenmiş olan Çocuklar Duymasın (ATV, 2002) dizisi hem ev düzeni hem de ev içi ilişkiler üzerine izleyiciyi düşündürmeyi başarmıştı. Yine de dizide yer alan hikâyelerin önerdiği çözümleri ne ölçüde hayatına geçireceği tamamen izleyicinin yargılarına bağlıdır.
Ahlaki Yargı
Her ne kadar kurmaca olduğunu bilsek de çok tanıdık bulduğumuz bir durumun farklı bir şekilde anlatıldığını görürsek “Bu hiç gerçekçi değil.” deriz. İzleyiciler dizileri genelde böyle konuşur: Çocuğu gerçek babasından senelerce saklayan bir anne, âşık olduğu avukat için mesleğini bırakan savcı, psikopat bir şiddet failinden kadınların dayanışmasıyla kurtulan bir kadın… Bu hikâyeler hem ilgi çekici hem iyi örnek hem kötü örnek hem de gerçeği çarpıtma olarak görülebilir ve izleyiciler arasında, evde, sosyal medyada tartışılır. Bizim gerçekliğimize ne kadar benzeyip benzemediğini konuşurken, bir yandan da aşk, dayanışma, kurtuluş gibi mutlu son hikâyelerini severek izleriz.
İzleyicinin dizilere yönelttiği en güçlü ahlaki yargılardan biri ise “yalan”dır. Yalan, kandırmak niyetiyle gerçeği çarpıtmaktır. Gerçek olduğunu iddia ettiği hâlde, gerçeklikle bağını kuramadığını fark ettiğimiz bir kurguya yalan deriz. Bu noktada izleyici diğer izleyicilere yönelik de bir yargıda bulunmaktadır: “Ben kandırılmadım ama onlar kandırılabilirler.” Çocuklar, gençler, kandırma niyetini fark etmeyenler, yeterince eğitimli olmayanlar dizilerden daha çok etkilenir şeklinde bir toplumsal yargı vardır.
Genelde izleyici, kendisinin kandırılmaya bağışıklığı olduğuna ama toplumun geri kalanının bu bağışıklığa sahip olmadığına dair bir ahlaki yargıya sahiptir. Dolayısıyla kimi kırılgan grupların, televizyonun kötü etkilerine daha açık olduğunu varsayarız. Ancak şu bir gerçek ki hiçbir zaman televizyonda izlediklerimizi doğrudan gerçek hayatımıza aktarmayız. Çünkü aslında yaygın kanaatin aksine kadın erkek, genç yaşlı, hatta çocuk yetişkin demeksizin izleyiciler gerçeklik, yalan ve kurgusallık arasındaki farkı okuyabilir.
Ekrandaki Şiddetten Etkileniyor Muyuz?
O hâlde ekrandaki şiddetten nasıl etkileniyoruz? Şiddet sahnesini izlemenin kendisi aslında izleme esnasında bir etki bırakır, bu etki neticesinde bazen beklendik bazen beklenmedik bir şekilde bedenimizde şiddeti deneyimleriz. Darp, kavga, savaş, yaralama, ölüm gibi şiddetle örülü sahneleri şaşkınlık, korku, tiksinme, utanç, öfke, donup kalma gibi duygusal tepkilerle karşılarız. Aslında ekranı açtığımızda buna bir miktar hazır, hatta onay vermiş bir durumda izlemeye başlarız. İzleyicilik, yayınla izleyen arasında adı konulmamış bir anlaşmayı içerir: Ben seni şaşırtacağım ve sen de bu programı izleyeceksin. Ancak bu anlaşma program yayınının sınırlarında kalmaz. Peki bu etki gerçek hayata nasıl uzanır?
Yukarıda bahsettiğim gibi gerçek, yalan ve kurmaca arasında farklar olsa da dizilerle gerçeklik arasında izleyici açısından o kadar da keskin bir ayrım yoktur. Gerçek dışı olduğunu, hatta eğlencelik olduğunu teslim ederek evimize, ekranımıza misafir ettiğimiz hikâyeler, aslında gerçek hayatta mümkün olmayan olaylardan oluşmaz. Ağır şiddet ve ezme-ezilme ilişkileri, normatif çatışmalar, büyük kötülükler gerçek hayatta da yaşanabilir, yaşanma ihtimali vardır ya da zaten yaşanmıştır. Diziler çoğu zaman bu sorunlara dair çözümler de içerir. Kötüler cezalandırılır, iyiler kurtulur, adalet tesis edilir, böylece çatışma sönümlenir.
Kurgu ve Gerçeklik Arasında
Böylece televizyon bize sınırlara uymadığımızda neler olacağını gösteren bir mecra işlevi kazanır. Hiçbir şey senaryolardaki gibi yaşanmasa da izleyiciler olarak “Ben olsam başıma neler gelirdi?” diye düşünmekten kendimizi alamayız. Kahramanlarla, iyilerle, kötülerle, kurbanlarla kendimiz arasında benzerlikler inşa eder, özdeşleşiriz. Kötülükleri izler, hikâyenin akışı içinde bundan keyif de alabiliriz. Ancak kötünün başına gelenleri gördüğümüz zaman da içimiz rahatlar. Hikâyenin yapısı içinde yaşanan sorunların çözümünün olması, gündelik hayat dertleriyle uğraşıp, içinde bulunduğu toplumsal yapının neden olduğu sorunların çözümünü o kadar da kolay bulamayan izleyici için bir rahatlatıcıdır. Fatmagül’ün Suçu Ne (Kanal D, 2010) dizisinin finalinde, tecavüz mağduru kadının hukuk yoluyla kazandığını, faillerin ise cezalandırıldığını görürüz. Masumiyet (Fox, 2021) dizisinde şiddet faili erkek sonunda hapse girer. Bazen adaletin yerini bulması için çok fazla çabalamak gerekebilir, hatta hukuk ve kolluk yoluyla çözüm bulmak zordur. Örneğin Yalancı (Show TV, 2021) dizisinde, kadın kahraman Deniz, çoğu zaman hukukun sınırlarını aşarak masum olduğunu ispat etmek zorunda kalmıştır. Failin ölümü ve mağdurun aklanması ile finalde zor da olsa adalet yerini bulur.
Sonuç olarak, dizilerde izlediğimiz şiddet ve suç, toplumsal olgularla karmaşık bir şekilde ilişkilenmektedir. Diziler ne toplumun bir aynasıdır ne de toplumdan kopuk bir hayal evrenidir. Dizilerle gerçeklik arasındaki bağı hem izleyici olan hem de eş, evlat, patron, çalışan, aile büyüğü gibi toplumsal konumları olan bireyler kurar. Güçlünün güçsüzü ezebildiği, hukuki mekanizmaların suçu hakkıyla cezalandırmadığı, kadına yönelik şiddetin kültürel kodlara yaslanarak meşru görüldüğü, farklı olanın eksik olarak tanımlandığı ve ayrımcılığın normalleştiği bir toplumsal düzende, ekranda görülen şiddet kendine gerçek hayatta da kolaylıkla yer bulabilir. Hatta bir ölçüde, gerçek hayatta şiddetle örülü ilişkileri görünür kılar, kendimizin ve toplumumuzun bazen çirkin bazen de güzel taraflarını görmemizi, bunlar üzerine düşünmemizi sağlar. Dolayısıyla ne izlersek izleyelim, hayatın nasıl yaşanacağını belirleyen, bizim gerçek ilişkilerimizi ne şekilde kurduğumuzdur.