Anatomi

Amerikan Siyaseti Sözlüğü: Temel Kavramlar, Farklar ve Yanlış Anlaşılmalar

Amerikan siyasetini izlerken sık sık tanıdık kelimelerle karşılaşırız; ancak bu tanıdıklık çoğu zaman yanıltıcıdır. “Liberal”, “ilerici”, “muhafazakâr”, “müesses nizam” ya da “MAGA” gibi kavramlar, ABD’de bambaşka tarihsel deneyimlere ve siyasal mücadelelere karşılık gelir. Bu sözlük, Amerikan siyasal dilini oluşturan temel kavramları kökenleri ve güncel kullanımlarıyla ele alırken, diğer ülkelerdeki yerleşik anlamlardan neden ve nasıl ayrıştıklarını da göstererek ABD siyasetine daha sahici ve berrak bir okuma sunmayı amaçlıyor.

Amerikan Siyaseti Sözlüğü: Temel Kavramlar, Farklar ve Yanlış Anlaşılmalar
Amerikan bayrağı üzerinde konulmuş Amerikan anayasasının eski bir nüshası.

Amerikan siyasetini takip etmek, çoğu zaman sözcükleri tanıdık gelse de kavramsal haritası bütünüyle farklı bir dili çözmeye çalışmak gibidir. Farklı ülkelerin siyasi literatüründekilerle aynı kelimeler kullanılsa bile, bu kelimelerin işaret ettiği siyasal konumlar, tarihsel referanslar ve toplumsal karşılıklar alışık olduğumuz anlamlardan çoğu zaman önemli ölçüde farklılaşır. “Liberal”, “ilerici” ya da “muhafazakâr” gibi terimler, Türkçedeki yaygın kullanımlarının aksine ABD’de bambaşka ideolojik konumlara karşılık gelir; kimi zaman Avrupa’da ya da Türkiye’de sağ siyasete yakın görünen bir pozisyon, Amerika’da merkezin ya da solun bir parçası olarak tanımlanır. Bu kavramsal kayma, Amerikan siyasal tartışmalarını takip edenler için sık sık kafa karışıklığına sebep olur.

Bu karışıklık maalesef yalnızca ideolojik etiketlerle de sınırlı değildir. “MAGA”, “woke”, “PAC” gibi doğrudan Amerikan siyasal deneyimine özgü kavramlar, bağlam bilgisi olmadan okunduğunda çoğu zaman aşırı genelleştirilir ve yanlış anlaşılır. Oysa Amerikan siyasetini doğru biçimde anlamak, bu kavramların nereden geldiğini, neyi ifade ettiğini ve hangi siyasal mücadelelerin ürünü olduğunu bilmeye bağlıdır. Bu kısa sözlük, Amerikan siyasetinde sıkça kullanılan bazı kilit terimleri tarihsel kökenleri ve güncel kullanımlarıyla ele alırken, Türkiye siyasetindeki karşılıklarıyla da karşılaştırmalı bir çerçeve sunmayı amaçlıyor. Hadi başlayalım!

Liberalism – Liberalizm

Amerikan siyasal dilinde liberalizm, klasik liberalizmin serbest piyasa vurgusundan ziyade, devletin piyasa sonuçlarını düzeltici bir rol üstlenmesini, sivil hakların genişletilmesini, bireysel özgürlüklerin korunmasını ve asgari bir refah devletinin varlığı savunan bir merkez-sol geleneği ifade eder. Bu yönüyle Amerikan liberalizmi, Türkiye’deki “liberal = devlet karşıtı” ya da “piyasa yanlısı” algısıyla örtüşmez; aksine devletin aktif müdahalesini meşru gören bir çizgide konumlanır. Bu farkın en önemli nedenlerinden biri, ABD’de liberal etiketinin tarihsel olarak Franklin D. Roosevelt’in New Deal (Yeni Düzen) adlı sosyal politikalar programı etrafında şekillenmiş olmasıdır.

1930’lardan itibaren liberalizm, ekonomik krizlere karşı sosyal devlet mekanizmalarını savunan bir pozisyon olarak kurumsallaşmış; 1960’larda Lyndon B. Johnson’ın Great Society programlarıyla sivil haklar ve yoksullukla mücadele alanlarında genişlemiştir. Bu nedenle ABD’de liberalizm, ne Türkiye’deki merkez-sağ liberalizmle ne de Avrupa’daki klasik sosyal demokrasiyle bire bir örtüşür; kendine özgü tarihsel ve kurumsal bir denge noktasını temsil eder. Günümüzde Demokrat Partinin ana akım kadroları kendilerini çoğunlukla liberal olarak tanımlar.

Progressivism – İlericilik

Türkçeye sıkça “ilerici” veya “yenilikçi” olarak çevrilen bu kavram ABD’de oldukça geniş bir siyasal damarı ifade eder. Kökleri 20. yüzyıl başındaki siyasi reform dönemine dayanan bu ideolojik pozisyon klasik sol–sağ ideolojik ayrımını aşmaktadır. “Progressive” ABD’de takip eden maddelerde tanımlayacağımız “demokratik sosyalizm”ten daha geniş ve “liberalizm”den ise belirgin biçimde daha eşitlikçi bir pozisyona denk gelmektedir.

Günümüzde “ilerici” öz tanımını kullanan siyasetçiler; ekonomik eşitsizlikle mücadele, sosyal adalet, işçi hakları, evrensel kamusal hizmetler, iklim kriziyle mücadele ve ırksal adalet gibi konuları merkeze alır. Progressive’ler Demokrat Parti içinde ayrı bir ideolojik kanat oluşturur ve parti içi mücadelelerde de kritik bir konum taşır. Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez, Ilhan Omar ve “The Squad” olarak adlandırılan grup bu kanadın en görünür figürlerindendir.

Bu terim ABD siyasetini anlamaya çalışanların aklını çoğu zaman karıştıyor çünkü Türkçe’de “ilerici/yenilikçi” gelenek erken cumhuriyet dönemi Kemalist ideolojiyi ve 1960’lardan itibaren daha sol ve bazen sosyalist ideolojiyi çağrıştırır. Türkiye’de “ilerici” söylem çoğu zaman laiklik ve Cumhuriyet değerlerini sahiplenmek üzerinden tanımlanırken, ABD’de progressivism’in laiklik ya da kültürel modernlik gibi meselelerle doğrudan bir ilişkisi yoktur; hatta ilerici hareketin içinde güçlü bir Hristiyan sol gelenek bile bulunur. ABD’deki ilerici siyaset, devletçi ve merkezci bir modernleşme projesinden ziyade taban mobilizasyonuna ve kapsayıcı refah politikalarına dayanan bir harekettir. Yani aynı sözcük iki ülkede bambaşka siyasal hafızalara ve pratiklere temas eder.

Democratic Socialism – Demokratik Sosyalizm

ABD bağlamında demokratik sosyalizm temel kamusal hizmetlerin piyasa dışına çıkarılmasını, daha güçlü bir refah devletini ve ekonomik eşitsizliklerin siyasal müdahaleler yoluyla azaltılmasını savunan bir ideolojik konumu ifade eder. Evrensel sağlık sigortası, ücretsiz veya düşük maliyetli kamu eğitimi, güçlü sendikalar, kira kontrolü ve servet vergileri bu yaklaşımın temel politika başlıklarıdır. Türkiye’den bakıldığında kavram sıklıkla karışır; çünkü “sosyalizm” tarihsel olarak ya devrimci sol hareketlerle ya da devletçi planlama modelleriyle özdeşleştirilmiştir. Oysa ABD’de demokratik sosyalizm, ne merkezi planlamaya dayalı bir ekonomik model ne de tek parti rejimini çağrıştırır. Bu yaklaşım, piyasa ekonomisinin varlığını kabul etmekle birlikte, sağlık, eğitim ve barınma gibi temel alanlarda devletin güçlü bir düzenleyici ve sağlayıcı rol üstlenmesini savunur. Bu yönüyle demokratik sosyalizm, ABD’de devrimci bir sistem değişikliğinden ziyade, kapitalizmin demokratik kurumlar içinde yeniden düzenlenmesini hedefleyen reformist bir çizgiye karşılık gelir. En bilinir örneği, Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020 başkanlık kampanyalarında savunduğu Medicare for All (evrensel kamusal sağlık sigortası), ücretsiz ya da düşük maliyetli kamu üniversitesi eğitimi ve servet vergisi gibi politika önerileridir. Sanders’ın programı, anayasal düzen, çok partili rekabet ve parlamenter süreçler içinde tasarlanmış; bu yönüyle klasik sosyalizmden açık biçimde ayrışmıştır.

Bu yaklaşımın yerel ve güncel bir diğer örneği ise New York eyalet siyasetinde öne çıkan Zohran Mamdani’dir. Kendini açıkça demokrat sosyalist olarak tanımlayan Mamdani, kira kontrolü, ücretsiz toplu taşıma ve düşük gelirli hanelerin desteklenmesi gibi politikalarla, demokratik sosyalizmin ABD’de önemli bir temsilcisi hâline gelmiştir. ABD bağlamında bu tür politikalar sıklıkla “radikal” olarak etiketlense de, karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında birçok Avrupa ülkesinde uzun süredir uygulanan merkez-sol refah devleti politikalarıyla büyük ölçüde örtüşür. Bu nedenle democratic socialism, ABD siyasal dilinde Türkiye’de çağrıştırdığı sistemsel kopuştan ziyade, Avrupa sosyal demokrasisinin Amerikan koşullarındaki gecikmiş ve tartışmalı bir versiyonu olarak işlev görür.

Conservativism/Neo-Conservatism – Muhafazakârlık/Yeni Muhafazakârlık

ABD’de muhafazakâr siyaset, merkezinde sınırlı devlet, serbest piyasa ve düşük vergiler vurgusu bulunan öncelik skalası geniş bir ideolojik gelenektir. Amerikan muhafazakârlığı, özellikle 20. yüzyılın ortasından itibaren liberal refah devleti uygulamalarına bir tepki olarak şekillenmiş; federal hükûmetin ekonomik ve sosyal alandaki rolünün daraltılmasını savunmuştur. Bu yönüyle ABD muhafazakârlığı, Türkiye ve Avrupa’daki muhafazakârlıktan belirgin biçimde ayrılır. Türkiye ve Avrupa bağlamında muhafazakârlık, tarihsel olarak sekülerleşme ve kültürel modernleşmeye karşı geliştiği için dinle daha doğrudan ve görünür bir ilişki kurar. Türkiye’de muhafazakâr siyaset, büyük ölçüde dinî kimliğin kamusal alandaki meşruiyetini savunma üzerinden şekillenirken; Avrupa’da muhafazakârlık çoğu zaman Hristiyan Demokrat gelenekler aracılığıyla ahlaki ve kültürel değerleri koruma iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Buna karşılık ABD’de muhafazakârlığın çekirdeği devlettir: Amerikan muhafazakârlığı öncelikle devletin ekonomik ve sosyal alandaki rolünü sınırlamayı hedefler. Günümüzde Cumhuriyetçi Parti kadroları kendini muhafazakâr olarak tanımlar.

Neoconservative (yeni-muhafazakâr) akım ise bu geniş muhafazakâr gelenek içinde, özellikle dış politika ve ulusal güvenlik alanında farklılaşan daha dar bir kanadı ifade eder. Neo-cons olarak anılan bu siyasi akımın temsilcileri, ekonomik olarak serbest piyasayı savunmakla birlikte, ABD’nin küresel düzende aktif, müdahaleci ve askerî güce dayalı bir rol üstlenmesi gerektiğini ileri sürer. Demokrasi ve liberal değerlerin gerekirse askerî müdahaleler yoluyla yayılabileceği fikri, bu akımın ayırt edici özelliğidir. Soğuk Savaş sonrası dönemde ve özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, Irak Savaşı gibi müdahaleci politikalar neoconservative düşüncenin etkisini açık biçimde göstermiştir. Bugün ABD siyasetinde conservative etiketi büyük ölçüde Cumhuriyetçi Parti ile özdeşleşmiş olsa da, neo-con çizgi partinin tamamını temsil etmez ve özellikle Trump dönemiyle birlikte etkisini önemli ölçüde yitirmiştir.

Culture Wars – Kültür Savaşları

ABD’de kültür savaşları terimi, siyasal çatışmaların ekonomik politikaların ötesine geçerek değerler, kimlikler, yaşam tarzları ve ahlaki normlar etrafında yoğunlaşmasını ifade eder. Kürtaj, LGBTQ+ hakları, ırk ve tarih öğretimi, dinin kamusal alandaki yeri, silahlanma, ifade özgürlüğü ve aile yapısı gibi konular bu savaşların başlıca cepheleridir. 1990’lardan itibaren giderek görünür hâle gelen kültür savaşları, tarafların yalnızca farklı politika tercihlerini değil, birbirleriyle bağdaşmaz ahlaki evrenlere sahip olduklarını düşündükleri bir siyasal kutuplaşma biçimini yansıtır. Bu nedenle kültür savaşları, uzlaşmanın zor olduğu, sembolik ve duygusal yükü yüksek çatışmalar üretir.

Dışarıdan bakıldığında bu tartışmalar sık sık “kültürel hassasiyet” ya da “ahlaki tartışma” olarak algılansa da, ABD bağlamında kültür savaşları son zamanlarda doğrudan seçim sonuçlarını, parti stratejilerini ve hukuki düzenlemeleri etkileyen merkezi bir siyasal eksen hâline gelmiştir.

Second Amendment – Silah Taşıma Hakkı

Second Amendment, ABD Anayasası’na 1791 yılında eklenen ve silah bulundurma ve taşıma hakkını düzenleyen anayasal hükümdür. Metinde yer alan ifadeler, uzun yıllar boyunca bu hakkın devlet savunmasına katkı sağlayan kolektif bir yükümlülük mü yoksa bireylere tanınmış bağımsız bir hak mı olduğu konusunda yoğun anayasal ve siyasal tartışmalara yol açmıştır. Bu belirsizlik, 2008 yılında ABD Yüksek Mahkemesinin verdiği bir kararla büyük ölçüde giderilmiş; Mahkeme, Second Amendment’ın milis hizmetinden bağımsız olarak bireysel silah bulundurma hakkını da koruduğu yönündeki yorumu anayasal standart hâline getirmiştir. Muhafazakâr çevreler bireysel silahlanma hakkını, devletin birey üzerindeki yetkilerine karşı tarihsel bir koruma kalkanı olarak görürken, bu yaklaşım özellikle Cumhuriyetçi Partinin seçim söylemlerinde merkezi bir yer tutar. Öte yandan, artan kitlesel silahlı saldırılar ve silah kaynaklı ölümler, bu anayasal yorumun kamusal güvenliği zayıflattığı yönündeki eleştirileri güçlendirmiştir. Bu eleştiriler, silah denetimini savunan çevreler tarafından, Second Amendment’ın tarihsel bağlamından koparılarak çağdaş toplumsal riskleri göz ardı edecek şekilde yorumlandığı iddiasıyla dile getirilmektedir.

Dışarıdan bakıldığında Second Amendment çoğu zaman basitçe “bireysel silahlanma serbestliği” olarak algılansa da, ABD bağlamında bu düzenleme, vatandaş–devlet ilişkisini ve anayasal özgürlük anlayışını tanımlayan kurucu bir ilke olarak işlev görür. Bu nedenle silah denetimi tartışmaları, Amerikan siyasetinde teknik bir kamu politikası alanı olmaktan çok, özgürlük, devlet gücü ve anayasal yorum etrafında şekillenen bir kimlik mücadelesi niteliği taşır. Bu anayasal ve hukuki gerilim, ABD kamuoyunda son yıllarda giderek derinleşen toplumsal bölünmeyle doğrudan örtüşmektedir.

Güncel kamuoyu araştırmalarına göre Amerikalılar silah politikası konusunda neredeyse ikiye bölünmüş durumdadır: yetişkinlerin yarısı silah sahibi olma hakkının korunmasını öncelikli görürken, diğer yarısı silah sahipliğinin daha sıkı biçimde denetlenmesini savunmaktadır. Ancak bu tablo, son derece keskin partizan ve sosyo-demografik ayrışmaları gizler. Cumhuriyetçi Partililerin büyük çoğunluğu silah haklarını korumayı öncelik olarak görürken, Demokrat Partili seçmenler açık biçimde silah denetimini tercih etmektedir. Benzer biçimde, beyazlar, erkekler, ileri yaş grupları ve daha düşük eğitim düzeyine sahip seçmenler silah haklarını daha güçlü biçimde savunurken; gençler, kadınlar, üniversite mezunları ve azınlık gruplar silah denetimine daha yüksek destek vermektedir. Günümüzde, Second Amendment tartışmaları, Amerikan toplumunda süregelen kültür savaşlarının ve siyasal kutuplaşmanın en görünür ve en dirençli alanlarından biri olarak önemini korumaktadır.

Woke / Anti-woke / Woke Right – Woke / Woke Karşıtlığı / Sağcı Woke

ABD siyasetinde woke terimi, başlangıçta ırksal adaletsizliklere karşı “uyanık” olmayı ifade eden bir deyim olarak ortaya çıkmıştır. Bu terim 2010’lu yıllarda Black Lives Matter (BLM) hareketiyle birlikte ana akım siyasal dile girmiş ve zamanla ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği, LGBTQ+ hakları, sosyal eşitsizlik ve yapısal ayrımcılık gibi konularda duyarlılık ve farkındalık talep eden bir sosyal adalet söylemi olarak evrilmiştir. Bu dönemde woke, toplumsal sorunlara duyarlı ve çözüm arayışı içinde bir politik bilinç olarak yayılmaya başlamıştır. Üniversiteler, medya, şirketlerin çeşitlilik politikaları ve kültürel temsiller gibi çeşitli alanlarda aktif bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

Başlangıçta woke terimi, toplumsal adaletin savunulmasında ve eşitlik için ses çıkarmada olumlu bir anlam taşırken, zamanla karşıt bir siyasal mobilizasyonun hedefi hâline gelmiştir. Anti-woke söylemi, özellikle muhafazakâr çevrelerde woke kültürünü aşırı, dayatmacı, hatta ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bir tehdit olarak tanımlayan bir söyleme dönüşmüştür. Anti-woke söylemi, sadece ırksal eşitlik talepleriyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda iptal kültürü (cancel culture), müfredat tartışmaları, şirket içi eğitimler ve kamusal alandaki kimlik temelli politikalar gibi sosyal müdahalelerle özdeşleştirilir. Bu eleştirilerde woke, kültürel bir tehdit olarak, toplumsal düzenin bozulmasına yol açacak aşırı bir haklar talebi olarak sunulur.

Sağcı woke (woke right) ise bu karşıtlıkların daha yeni ve stratejik bir aşamasını ifade eder. Sağ popülist aktörler, bu söylemi eşitlik ve kimlik siyaseti dilini tersyüz ederek kullanmaya başlamışlardır. Sağcı woke söyleminde sağcı aktörler, kendilerini “susturulan”, “ayrımcılığa uğrayan” ya da “kültürel elitler tarafından dışlanan” bir grup olarak sunar. Burada mağduriyet ve kimlik siyaseti araçlarını sağdan kurarak, toplumsal ilerleme ve eşitlik taleplerine karşı bir kültürel karşı duruş geliştirirler. Örneğin, Trump yönetimi döneminde, sağ popülist liderler “woke kültürüne” karşı durarak kendilerini “mağdur” olarak tanımlamış ve kültürel savaşları bir seçim stratejisi olarak kullanmışlardır. Trump’ın DEI (Diversity, Equity, and Inclusion) politikalarına yönelik eleştirileri, bu bakış açısının tipik bir yansımasıdır. Bu politikalar, woke kültürünün bir uzantısı olarak sunulmuş; ifade özgürlüğünü sınırladığı, liyakat ilkesini zayıflattığı ve toplumsal değerleri dönüştürmeye çalıştığı iddia edilmiştir.

MAGA (Make America Great Again – Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım)

MAGA (“Make America Great Again”) hareketi, başlangıçta Donald Trump’ın eski başkanlardan Ronald Reagan’dan uyarladığı ve 2016’daki seçim kampanyasının sloganı olarak ortaya çıksa da, kısa sürede Cumhuriyetçi Partinin içinde ve ötesinde popülist bir siyasal harekete dönüşmüştür. MAGA, kültürel kaygıları ve kimlik temelli tehdit algılarını merkeze alır: göç, çokkültürlülük, “woke elitler”, medya ve akademi bu söylemin başlıca hedefleridir.

Bu yönüyle MAGA, kültür savaşlarını seçim mobilizasyonunun ana motoru hâline getiren bir geniş bir siyasal stratejinin parçasıdır. MAGA hareketinin klasik muhafazakârlıkla da gerilimli veya inişli-çıkışlı olarak tarif edilebilecek bir ilişki içerisindedir. Serbest piyasa ve dış müdahalecilik gibi geleneksel muhafazakâr öncelikler, MAGA söyleminde geri plana itilirken; “halk” ile “elitler” arasındaki karşıtlık öne çıkar.

Evangelicals – Evanjelikler

ABD siyasetinde Evangelicals, yalnızca dini bir cemaat değil; uzun süredir örgütlü, seçmen temelli ve siyasal etkisi yüksek bir toplumsal güçtür. Evanjelik siyasal mobilizasyonun kurumsal kökleri 1970’lerde Moral Majority hareketine uzanır. Vaiz Jerry Falwell tarafından kurulan bu hareket, kürtaj karşıtlığı, aile değerleri ve sekülerleşmeye tepki ekseninde milyonlarca Evanjelik seçmeni siyasal olarak seferber etmiş ve Ronald Reagan’ın 1980’deki başkanlık zaferinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu dönemden itibaren Evanjelikler ile Cumhuriyetçi Parti arasında güçlü ve kalıcı bir ittifak kurulmuştur.

Bu ittifak, son yıllarda ideolojik tutarlılıktan çok siyasal araçsallık üzerinden yeniden şekillenmiştir. Örneğin kişisel yaşamı Evanjelik anlayışla birçok anlamda çelişmesine rağmen Donald Trump, beyaz Evanjeliklerin yaklaşık yüzde 80’inin oyunu almıştır. Evanjelikler bu süreçte yalnızca bir “dindar seçmen kitlesi” olarak değil; kilise ağları, medya kanalları ve kanaat önderleri aracılığıyla son derece disiplinli bir siyasal örgütlenme modeli sunmuştur. Dışarıdan bakıldığında Evanjelikler sıklıkla genel bir dindar taban olarak algılansa da, ABD bağlamında bu grup seçim sonuçlarını doğrudan etkileyebilen, adayları ödüllendiren ya da cezalandırabilen stratejik ve oldukça etkili bir siyasal aktör konumundadır.

QAnon Hareketi

QAnon, 2017 yılında “Q” rumuzunu kullanan anonim bir hesabın internet forumlarında paylaştığı mesajlarla ortaya çıkan, gevşek örgütlenmiş bir komplocu düşünce hareketidir. Bu anlatıya göre ABD, çocuk istismarı ve insan kaçakçılığıyla uğraşan gizli bir “elitler ağı” tarafından yönetilmektedir; Donald Trump ise bu yapıya karşı bir savaş yürütmektedir. QAnon anlatısı, devlet kurumları, medya, akademi ve ana akım siyaseti kapsayan geniş bir düşman imgesi üretir ve dünyayı “iyiler” ile “şeytani elitler” arasında bir mücadele alanı olarak resmeder. Hareket, özellikle Trump döneminde MAGA tabanının bir kısmıyla örtüşmüş; bazı QAnon destekçileri Kongre’ye seçilmiş, komplo anlatıları mitinglerde ve sosyal medyada ana akım hâle gelmiştir.

6 Ocak 2021’deki Kongre baskınına katılan kişilerin QAnon sembollerini taşımış olması, QAnon’un Trump destekçileriyle olan ilişkisini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Avrupa konteksinden bakıldığında QAnon çoğu zaman “uç komplo teorileri” olarak küçümsense de, ABD bağlamında bu anlatılar bu süreç içerisinde demokratik kurumlara duyulan güveni oldukça aşındıran ve popülist siyasetin meşruiyet zeminini genişleten önemli bir rol oynamıştır.

The Establishment – Müesses Nizam

Türkçeye müesses nizam olarak tercüme edilebilecek ABD siyasal dilindeki the establishment yerleşik güç ilişkilerinin ve karar alma ağlarının toplamını ifade eden bir şemsiye kavramdır. Uzun süredir siyaset sahnesinde etkili olan parti elitleri, üst düzey bürokratlar, büyük medya kuruluşları, düşünce kuruluşları, büyük bağışçılar ve Washington merkezli politika çevreleri bu başlık altında anılır.

Establishment kavramı, çoğu zaman ideolojik bir konumdan çok, statükoyu koruyan ve siyasal oyunun kurallarını belirleyen aktörler kümesini ima eder. Örneğin Brookings Institution ve Heritage Foundation gibi ideolojik olarak birbirinden oldukça farklı kurumlar, çoğu zaman aynı “establishment” evreninin bir parçası olarak görülür. Benzer şekilde, her iki partide de uzun yıllar Amerikan Kongresinde görev yapmış, bağış ağlarına ve bürokrasiye erişimi güçlü siyasetçiler yerleşik siyasi düzenin figürleri olarak etiketlenebilir.

Kavramın siyasal etkisi son yıllarda özellikle popülist hareketlerin yükselişiyle belirginleşmiştir. Donald Trump, 2016 kampanyasını büyük ölçüde Washington establishment’ına karşı bir isyan söylemi üzerine kurmuş; hem Demokrat Parti elitlerini hem de kendi partisindeki geleneksel Cumhuriyetçi liderliği hedef almıştır. MAGA söyleminde the establishment, açık ama halktan kopuk ve meşruiyeti sorgulanan bir iktidar düzeni olarak resmedilir; bu yönüyle popülist siyasetin ana hedeflerinden biri hâline gelir. Benzer biçimde, Demokrat Parti içinde Bernie Sanders da parti içi ön seçimlerde establishment eleştirisini merkezî bir mobilizasyon aracı olarak kullanmıştır.

PAC / Super PAC

ABD’de PAC (Political Action Committee) ve Super PAC’ler, siyasal kampanyaların finansmanında merkezi rol oynayan kurumsal yapılardır. Klasik PAC’ler adaylara doğrudan ancak sınırlı bir miktar bağış yapabilirken, Super PAC’ler adaylara onlara doğrudan bağış yapamasalar da onların lehine veya aleyhine yönetilen reklamlara, mitinglere ve diğer tanıtım faaliyetlerine sınırsız miktarda para harcayabilir. Bu yapıların önemi, özellikle 2010 tarihli Citizens United v. FEC kararı sonrasında dramatik biçimde artmıştır. Bu karar, şirketlerin ve çıkar gruplarının siyasal harcamalarını ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiş ve kampanya finansmanında üst sınırları fiilen ortadan kaldırmıştır.

ABD’de büyük bağışçılar, şirketler ve ideolojik ağlar PAC ve Super PAC’ler üzerinden seçim süreçlerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Bu nedenle PAC sistemi, Amerikan siyasetinde eşitsiz temsil tartışmalarının merkezinde yer alır ve popülist hareketlerin “establishment eleştirisi” için güçlü bir hedef sunar. Örneğin, 2012 başkanlık seçimlerinde Restore Our Future adlı bir Super PAC, Mitt Romney’i desteklemek amacıyla yaklaşık milyonlarca dolar harcamıştır. Benzer şekilde, 2016 seçimlerinde Donald Trump’ı destekleyen Great America PAC ve Trump PAC gibi organizasyonlar, seçim sürecinde büyük finansal destek sağlamıştır. Bu nedenle PAC ve Super PAC sistemi, Amerikan demokrasisinde eşitsiz temsil ve politik erişim tartışmalarının merkezinde yer alır.

AIPAC (American Israel Public Affairs Committee – Amerika ve İsrail Kamu İşleri Komitesi)

AIPAC, ABD’de İsrail yanlısı politikaların desteklenmesini amaçlayan en etkili ve en iyi örgütlenmiş lobilerden biridir. Kuruluşu 1950’lere uzanan AIPAC, kendisini resmî olarak iki partili bir çıkar grubu olarak tanımlar ve temel hedefi, ABD-İsrail ilişkilerinin güçlü biçimde sürdürülmesini sağlamaktır. AIPAC, resmî olarak adaylara bağış yapan bir PAC değildir; ancak AIPAC çizgisini destekleyen çok sayıda bireysel bağışçı ve bağlı siyasal eylem komitesi, Kongre seçimlerinde koordineli biçimde hareket eder. AIPAC Kongre üyeleriyle yakın ilişkiler kurar, politika brifingleri düzenler ve İsrail’e yönelik askerî, diplomatik ve mali desteğin sürdürülmesi için yoğun bir savunuculuk faaliyeti yürütür.

AIPAC’in siyasal etkisi, ABD’de lobi faaliyetlerinin nasıl algılandığına dair tartışmaların da merkezinde yer alır. Destekçilerine göre AIPAC, demokratik sistem içinde faaliyet gösteren meşru bir çıkar grubudur; eleştirmenlerine göre ise Kongre üzerindeki etkisi, dış politika alanında eleştirel tartışmaları sınırlandıran bir güç yoğunlaşmasına işaret eder. Özellikle son yıllarda Demokrat Parti içinde yükselen progressive kanat, İsrail politikalarına daha eleştirel bir yaklaşım benimsedikçe, AIPAC ile bu siyasal aktörler arasındaki gerilim görünür hâle gelmiştir.

Red States & Blue States – Kırmızı ve Mavi Eyaletler

ABD siyasetinde red states (kırmızı eyaletler) ve blue states (mavi eyaletler) ayrımı, bir eyaletin başkanlık seçimlerinde ağırlıklı olarak Cumhuriyetçi ya da Demokrat adaylara oy vermesini ifade eden görsel bir sınıflandırmadan doğmuştur. Cumhuriyetçi eyaletler haritalarda kırmızı, Demokrat eyaletler ise mavi renkle gösterilir. Zamanla bu teknik seçim haritası, çok daha geniş bir anlam kazanarak kültürel değerler, ekonomik tercihler, demografik yapı ve yaşam tarzlarına dair bir siyasal tipolojiye dönüşmüştür.

Kırmızı eyaletler genellikle daha kırsal, dindar ve muhafazakâr; mavi eyaletler ise daha kentli, eğitim seviyesi yüksek ve sosyal açıdan liberal olarak tasvir edilir. Örneğin California uzun süredir Demokratların güçlü olduğu bir mavi eyalet olarak anılırken, Texas tarihsel olarak Cumhuriyetçi eğilimleriyle kırmızı eyalet kategorisinde yer almıştır. Ancak hiçbir eyalet bütünüyle “kırmızı” ya da “mavi” değildir; her eyaletin içinde derin kentsel–kırsal, sınıfsal ve etnik bölünmeler bulunur. California’nın kırsal bölgeleri Cumhuriyetçilere güçlü destek verirken, Texas’ın Austin, Houston ve Dallas gibi büyük kentleri Demokratlara oy vermektedir. Benzer şekilde Arizona, Georgia ve Pennsylvania gibi eyaletler son yıllarda “swing state” (salıncak eyalet) hâline gelmiş; kırmızı-mavi ayrımının sabit değil, demografik ve siyasal dönüşümlere açık olduğunu göstermiştir.

Primary Elections – Parti Ön Seçimleri

ABD’de parti ön seçimleri, siyasi partilerin genel seçimlerde yarışacak adaylarını belirlemek için düzenledikleri seçimlerdir. Başkanlık seçimlerinden Kongre ve eyalet düzeyindeki birçok pozisyona kadar uzanan bu süreç, aday belirleme yetkisini parti merkezlerinden çok seçmen tabanına bırakır. Ön seçimler eyaletten eyalete farklı kurallarla düzenlenir: bazı eyaletlerde yalnızca parti üyeleri oy kullanabilirken (closed primary), bazılarında parti üyeliği şartı aranmaz (open primary).

Avrupa ve Türkiye’deki adaylık süreçleriyle karşılaştırıldığında bu sistem genellikle parti içi demokrasinin bir örneği olarak algılanabilir; ancak ABD bağlamında ön seçimlerin farklı sonuçları da vardır. Ön seçimler, parti tabanının ideolojik olarak daha uç pozisyonlara sahip kesimlerine aday belirleme sürecinde orantısız bir etki sağlayabilir. Bu durum, özellikle progressive ya da popülist adayların parti merkezlerine rağmen yükselmesini mümkün kılarken, aynı zamanda genel seçimlerde daha kutuplaştırıcı adayların ortaya çıkmasına da yol açabilir.

Electoral College – Seçiciler Kurulu

Electoral College (Seçiciler Kurulu), ABD başkanının doğrudan halk oyu ile değil, eyaletlerin sahip olduğu seçici oylar üzerinden belirlenmesini sağlayan anayasal bir sistemdir. Her eyaletin seçici oy sayısı, Kongre’deki temsil gücüne göre belirlenir ve çoğu eyalette “kazanan hepsini alır” (winner-takes-all) kuralı geçerlidir. Bu sistem, federal yapıyı koruma ve büyük–küçük eyaletler arasında denge kurma amacıyla tasarlanmıştır. Ancak pratikte bu mekanizma, seçmen oylarının ulusal ölçekte eşit ağırlık taşımamasına yol açar. Bu durumun en çarpıcı sonucu, ABD tarihinde birden fazla kez yaşanan oy-seçim sonucu uyumsuzluğudur. Örneğin 2000 başkanlık seçimlerinde George W. Bush, ülke genelinde rakibi Al Gore’dan daha az oy almasına rağmen Seçiciler Kurulu’nda çoğunluğu sağlayarak başkan seçilmiştir.

Benzer biçimde 2016 seçimlerinde Donald Trump, yaklaşık üç milyon oy farkla geride olmasına rağmen Electoral College sayesinde başkanlık koltuğuna oturmuştur. Bu örnekler, neden başkanlık kampanyalarının ülke genelinde değil, Florida, Pennsylvania, Michigan ya da Wisconsin gibi birkaç swing state (salınan eyalet) üzerinde yoğunlaştığını da açıklar. Yani electoral college, Amerikan demokrasisinde yalnızca teknik bir seçim sistemi değil; temsilde adalet, siyasal eşitlik ve demokratik meşruiyet tartışmalarının merkezinde yer alan yapısal bir unsurdur.

Filibuster – Parlamento Tıkanıklığı

Türkçeye “lafı uzatarak hukuki işlemi engelleme” ya da daha kısa bir şekilde “parlamento tıkanaklığı” olarak çevrilebilecek filibuster, ABD Senatosu’nda azınlıkta kalan bir grubun, bir yasa tasarısının oylamaya geçilmesini fiilen engellemesine imkân tanıyan bir mekanizmadır. Teknik olarak, bir yasa teklifinin görüşmelerini sonlandırmak için 100 sandalyeli Senatoda 60 oy gerekir. Bu da basit çoğunluğa sahip bir partinin, özellikle kutuplaşmanın yüksek olduğu dönemlerde, kapsamlı yasa değişiklikleri yapmasını son derece zorlaştırır. Filibuster Amerikan anayasasında açıkça yer almasa da, son yıllarda yasama sürecinin en etkili veto araçlarından biri hâline gelmiştir. Filibuster’ın siyasal etkisi, ABD’de kurumsal tıkanıklık (gridlock) tartışmalarının merkezinde yer alır.

Tarihsel olarak bu mekanizma, özellikle sivil haklar yasalarını engellemek için kullanılmıştır. 1950’ler ve 1960’larda, ırksal eşitliği hedefleyen düzenlemeleri bloke etmek amacıyla güneyli senatörler sık sık filibuster’a başvurmuştur. Günümüzde ise filibuster, kürtaj hakkı, göç reformu, silah denetimi ve seçim güvenliği gibi yüksek profilli başlıklarda reform girişimlerini durduran temel bir araçtır. Örneğin Barack Obama döneminde (2009-2017) kapsamlı göç reformu tasarıları ve daha yakın dönemde Joe Biden yönetiminin oy kullanma haklarını genişletmeyi amaçlayan For the People Act, Senatoda filibuster engeline takılmıştır.

Bu uygulamaya günümüzde iki farklı perspektiften bakılmaktadır. Bir yandan filibuster, geçici çoğunlukların aceleci ve aşırı kutuplaştırıcı kararlar almasını engelleyen bir denge ve fren mekanizması olarak savunulur. Öte yandan eleştirmenler, bu uygulamanın azınlıkta kalan bir grubun seçilmiş çoğunluğu etkisizleştirmesine olanak tanıdığını; bu nedenle demokratik hesap verebilirliği zayıflattığını ve mevcut statükoyu kalıcılaştırdığını ileri sürer. Bu yönüyle filibuster, Amerikan siyasetinde “neden reform yapmak bu kadar zor?” sorusunun en sık karşılaşılan yanıtlarından biridir.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler