Dosya: "Göçmen Kökenlilik ve Göçmeyen Göçmenler"

1990’lardan Günümüze Fransız Göç Politikası

Fransa, Avrupa’nın en eski göç ülkesi olmasına rağmen, Fransızlar ülkelerini göç ülkesi olarak kabullenmekte güçlük çekiyor. Ülkelerde yaşayan yabancı sayısına göre Fransa, (4,5 milyon ile) Almanya, Birleşik Krallık, İtalya ve İspanya’dan sonra Avrupa’da en büyük beşinci göç ülkesi.

Fransa’daki nüfus sayımı verileri, 1975’ten bu yana Avrupa kökenli göçmenlerin (İtalyan, Portekiz, İspanyol ve Yugoslavların) artık göçmenlerin çoğunluğunu oluşturmadığını, Avrupalı olmayan göçmenlerin sayısının arttığını göstermektedir. Mağriplilerin (Fas, Tunuslu ve Cezayirli sayısının) artmasıyla birlikte Türkler, Güney Sahralı Afrikalılar ve Asyalılar giderek daha fazla temsil ediliyor.

Bu değişimi birkaç faktörle açıklayabiliriz:

• Aile birleşimi: 1974’te işçi göçünün son bulmasından önce ülkeye giriş yapan pek çok göçmen, aileleri ile kalıcı olarak yerleşti. Fransa’da aile birleşimi iltica ve çalışmadan önce gelen bir göç nedenidir.
• İltica başvurularındaki artış: 2017’de 100 bin, 2018’de 122 bin başvuru (mülteci statüsünün tanınması oranı %40)
• Öğrenciler
• Geçmişte çalışmış olan işçiler: 1974’te maaşlı iş göçünün durmasından bu yana ana göç akışının azalması
• Yasa dışı göçmenler: Vizelerinin tarihi dolduğu hâlde ülkede kalmaya devam eden turistler, reddedilen mülteciler (veya başvuruları reddedilen sığınmacılar). Bunların bir bölümünü Akdeniz’den yasa dışı olarak ülkeye giriş yapanlar oluşturuyor. Nüfusun bileşimindeki bir başka kayma da göç edenler arasında kadın oranının artması (tüm yabancıların %50’si).

Fransız Göç Politikasının Tarihi

Fransız göç politikası ile ilgili farklı tarihlerde düzenlemeler yapılmıştır. Fransa’da üç milyon yabancının yaşadığı 1932 yılında, coğrafyacı Georges Mauco, Fransa’daki yabancılar ve onların ekonomideki rolleri hakkında bir kitap yazdı (Les étrangers en France). Kitabın yazıldığı sıralarda göçmen nüfusunu daha çok İtalyanlar, Polonyalılar, Cezayir’den getirilen işçiler, Belçikalı işçiler ve Rusya’dan mülteciler, Türkiye’den Ermeniler, Orta Avrupa’dan, daha sonra İspanya ve 1939’da Almanya’dan ve İspanya’dan gelen göçmenler oluşturuyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1945’te Fransa, “1945’in yönetmeliği” olarak bilinen ulusal kanun reformuyla birlikte bir göçmenlik politikası ortaya koymaya çalıştı. Bu değişikliklerin amacı, daha seçici bir göç politikası ve aynı zamanda milliyet yasası reformu yoluyla nüfusla ilgili bir politika sunmaktı.
1974’te, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa da (petrol krizi, işsizliğin artması ve 1973’te Marsilya’nın yabancı düşmanlığı ayaklanmaları vb.) birkaç nedenden ötürü, yabancı işgücü alımını yasaklamak zorunda kaldı. Diğer Avrupa ülkelerine göre daha erken gelen göçmen işçi yasağı, ailelerin ülkede kalmalarına ve dolayısıyla ikinci nesillerin oluşumuna neden olurken, Fransız işçilerinin doldurmadığı sektörlerde çalışan yasa dışı göçmenlerin varlığına da yol açtı.

Fransa her ne kadar Almanya ve güney Avrupa ülkeleri kadar göç girişleriyle uğraşmamış olsa da 2015 yılındaki mülteci krizi, herkesin dikkatini mültecilere çevirmesine neden oldu. Fransa yeni gelenlerin tercih ettiği ülkeler arasında ikinci sıradaydı; ancak daha cömert politikaların “tetiklenmesi”nden korktuğu için mülteciler ülkede iyi karşılanmadı.
Fransa’da entegrasyon politikası oluşturma tarihi genellikle 1974’te başlar. Bu tarihte, Göçten Sorumlu Bakan Paul Dijoud, daha önce tercih edilen “asimilasyon” terimi yerine “entegrasyon” terimine dayanan yeni bir göç politikası başlattı. 1990’da, özellikle işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmanın yarattığı kentsel bölgelere özel destek vermeyi amaçlayan yeni bir politika ortaya kondu. Bu alanlarda yoğunlaşan göçmenler, banliyölere yönelik tedbirlerle bu yeni kentsel politikanın (Fr. “Politique de la Ville”) hedef gruplarından biri hâline geldi.

Göç Politikasının Değişimi

Fransa’da ulusal kimlik asla Amerika Birleşik Devletleri, Kanada veya Avustralya gibi klasik göç ülkelerinde olduğu şekilde göç yoluyla tanımlanmamıştır. Fransız ulusal kimliği, etnik açıdan homojen bir nüfusun yanı sıra “sosyal sözleşme” ve “vatandaşlardan oluşan siyasi topluluk” fikirleri üzerine inşa edildi.
II. Dünya Savaşı’ndan önce göç, madenler, metalurji, demir ve çelik gibi büyük endüstrilerdeki işverenler tarafından yönetilirken, devlet göç yönetiminde yalnızca zayıf bir rol oynadı. 1900’de Fransa’da yaşayan, komşu ülkelerden gelmiş yaklaşık bir milyon yabancı vardı: Almanlar, Belçikalılar ve İtalyanlar. Kuzey Afrika ve Hint-Çin menşeli nispeten az kişi vardı. Fransız işçilerle sürdürülen iş piyasası rekabeti birçok isyana yol açtı. Örneğin, 19. yüzyılın sonlarında, bazı İtalyanların öldürüldüğü Aigues-Mortes’te olduğu gibi.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa, ülkenin yeniden inşasına yardım etmeleri için yeni gelenleri bünyesine çekti. Bunlar çoğunlukla İtalyanlar, Polonyalılar ve yıkılan büyük imparatorluklardan (Rus, Avusturya-Macaristan, Osmanlı) kaçan sürgünlerdi. Aynı şekilde 1916’da Türkiye’yi terk eden Ermeniler, Doğu Avrupa’dan Ruslar, Romenler ve Yahudiler, sanat ve kültürde yer aldıkları ve çok çalıştıkları Paris ve Marsilya gibi büyük şehirlere sığındılar.

Değişen Kalıplar

1930’da Fransa, Avrupa’nın en önemli göç ülkesiydi. Aynı dönemde her yıl ABD’den daha fazla yabancı aldı. Bununla birlikte, 1930 kriziyle birlikte yabancı düşmanlığı ve antisemitizm yükselişe geçti; nitekim bu da göçü durdurma ve işçilerin ve ailelerinin çoğunu ülkelerine (Polonya ve İtalya’ya) geri göndermeyi zorunlu kıldı.
1945 ile 1975 arası yıllarda göç, sosyal baskıyı azaltmanın ve emek taleplerini cevaplamanın bir yolu olarak görülüyordu. Valéry Giscard d’Estaing cumhurbaşkanı seçildikten sonra (1974-1981), hükûmet göç hareketlerini durdurdu.

1983’teki yerel seçimlerde ortaya çıkan Le Pen, söylemlerini göç sorunu üzerinden yürüttü. Yeni gelecek olanların caydırılmasını vurgulayan ve yasa dışı ikameti suç hükmüne alan güvenlik yaklaşımı 1990’larda uygulamaya koyuldu. Bunlar olurken Fransız göçmenlik politikası Avrupa karar alma süreçlerine giderek daha fazla bağımlı hâle geldi. AB politikaları, birbirinden ayrılmış kamu sorumluluklarını da beraberinde getirdi. Göç akışları hakkında Avrupa düzeyinde karar veriliyor, entegrasyon ise ulusal ve yerel düzeyde oluşturuluyordu.

1983’te, eşitlik ve ayrımcılıkla mücadele protestoları (Fr. “Marche des Beurs”), ikinci nesil göçmenleri Marsilya’dan Paris’e yürüyüşte birleştirdi ve bu göçmenler, 1 Aralık 1983’te Paris’e muzaffer bir biçimde girdiler. Söz konusu göçmen hareketi, 17 Ağustos 1984’te Fransa’da belirli bir süre yaşamış olan yabancılara, on yıllık bir oturum hakkı tanıyan yasanın oybirliğiyle geçirilmesini destekledi. Ayrıca, daimî ikamet hakkı, tüm Fransız bölgesi boyunca tüm mesleklere erişimi mümkün kıldı. Bu adım, birleştirici hareketin temel başarılarından biri olarak kabul edildi.

1995’te Jacques Chirac, cumhurbaşkanlığı görevine başladığında, yasa dışı göçmenlerin yasallaşma talepleri doğrultusunda açlık grevleriyle seferberliğe geçmeleri, 1996 yazında Paris’teki La Goutte d’Or göçmen ilçesinde St. Bernard Kilisesi’nin işgaline yol açmıştı. Terörizm Paris’i vurmuştu, yerel bir tren istasyonuna yapılan terör saldırılarında turistler yaşamlarını kaybetmişti. Terörist saldırılara katıldığı tahmin edilen Khaled Kelkal ayrıca, Lyon’un çevresindeki bir trene bomba düzeneği yerleştirmişti.

Göç Politikaları Reformları

Mayıs 2002’de, Chirac oyların %86’sını alarak büyük bir başarıyla ikinci kez cumhurbaşkanı seçilirken İçişleri Bakanlığı görevine getirdiği Nicolas Sarkozy hemen göçmenlikle ilgili çeşitli reformlara imza attı. Sarkozy ayrıca, yeni gelenlerin Fransız dilini, vatandaşlık ve cumhuriyet değerlerini öğrenmekle yükümlü olduklarını belirtti. 24 Temmuz 2006’da gerekli görüldüğü takdirde nitelikli göçmenlerin girişine ve geçici düşük vasıflı işçilere, işçi kıtlığı çeken (tarım, inşaat endüstrisi ev ve temizlik işleri, otel ve catering endüstrisi) sol muhaliflerin deyimiyle “tek kullanımlık göçmenler” sektörlerindeki istihdam boşluklarını doldurmalarına izin veren “Kabul ve Entegrasyon Sözleşmesi’ni (Fr. “contrat d’accueil et d’intégration”) imzaladı.

Sarkozy cumhurbaşkanı seçildikten sonra 2007 yılında da ulusal kimliğe dair bir tartışma başlattı, ancak sonu hüsranla bitti. Sol tekrar iktidara geldiğinde, François Hollande’ın cumhurbaşkanlığı sırasında “ulusalcılığın çöküşü” öngörülüyordu. Zira, bir yanda 2015 (Bataclan ve Charlie Hebdo) saldırıları gerçekleşirken, öte yanda 2018’de İtalya’da sınırı geçmeye çalışan mültecilere yardım eden şahıslara yönelik “destek ve dayanışmanın suç kapsamına alınması” gibi kararlar alınıyordu. Ancak, Anayasa Konseyi’nin “kardeşlik” değeri gerekçe gösterilerek bu karar bozuldu.

Göç Politikalarına Yönelik Sol ve Sağ Tutumlar

1990’lardan bu yana, Avrupa’daki terör saldırılarının ardından güvenlik endişesi daha baskın hâle geldi ve en önemli hakem, kamuoyu görüşü oldu. Oldukça uzun bir süre (1945-1975) boyunca göç, siyasetten arındırılmış bir meseleydi. 1980’lerde aşırı sağın yükselişi ve siyasal programını göç sorunu üzerinden inşa etmesi, göç sorununun ve göçmenlerin siyasete alet edilmesine katkıda bulundu. Sol ve sağ arasında entegrasyon konusunda genel bir fikir birliği var. Ancak, göçmenlik söz konusu olduğunda, iki siyasi kamp şiddetli bir şekilde -belki de etkili olmaktan ziyade sembolik olarak- mücadele ediyor. Kamuoyu ve seçim gündemleri nedeniyle oluşan baskının da etkisiyle hâlen kısa vadeli çözümlere odaklanılıyor.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler