Dosya: "İktidarın Kavramları Kavramların İktidarı"

Hâkim İslam Söyleminin Kaynağı Nedir?

Günümüz İslam söylemini daha iyi anlamak için 10 ya da 20 yıl geriye bakmak bir fayda vermeyecektir. Bu bağlamda bilimsel çalışmalar İslam söyleminin kökeninin açıklanmasına yönelik üç farklı yaklaşım ortaya koyuyor.

İslam hakkında sürdürülen tartışmalar yeni bir fenomen değil. Günümüzdeki İslam imajının kaynağını bulmak istersek sadece 10 veya 20 yıl geriye bakmak yetersiz olacaktır. Bilimsel tartışmalarda, genel olarak İslam karşıtlığı, İslamofobi ve/veya Müslüman karşıtı ırkçılık olarak adlandırılan olgunun açıklanmasına yönelikse üç yaklaşım mevcut.

İlk Yaklaşım: Ön Yargı Araştırmalarından Yola Çıkarak İslam Karşıtlığını Anlamak

İslam karşıtlığının açıklanmasına yönelik mevcut üç yaklaşımdan ilki sorunu ön yargı araştırmalarından yola çıkarak ele alır. Bu bakış öncelikle insanların bireysel tutumlarına odaklanır ve “farklı” olarak etiketlenen Müslümanlara yönelik düşünceleri kavramaya çalışır. Psikososyal analizler yardımıyla, tutumları İslamofobik olarak değerlendirilen insanların korku ve algılarını anlamak için çaba gösterir. Bu yaklaşımda özellikle kamusal tartışmalarda ön yargıların ve buna bağlı olarak “farklı” olarak etiketlenen gruplara yönelik bir aşağılamanın tüm toplumlarda belli bir normalite teşkil edeceği yönünde bir düşüncenin hâkim olduğu hissedilebilmektedir. Bununla birlikte bunun sıra dışı bir durum olmadığı öne sürülerek ön yargılar basitleştirilebilmektedir.

İkinci Yaklaşım: Irkçılık Araştırmalarından Yola Çıkarak İslam Karşıtlığını Anlamak

Ön yargıların basitleştirilmesi günümüzde bilime egemen olan ikinci bir perspektifi, ırkçılık araştırmasını sahneye davet eder. Irkçılık araştırmasında faaliyet gösteren birçok akademisyen, güç meselesine daha fazla odaklanılması gerektiğini düşünmektedir. Irkçılık araştırması, münferit bireylerden kaynaklanan ırkçı ön yargıların önemini reddetmeksizin, Müslüman karşıtı ırkçılığın ön yargılarla olan yapısal ilişkisinin aydınlatılması gerektiğini savunur. Burada ırk kavramı gerçek anlamda mevcut olan bir kategori olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla ırk kavramı ırkçılığın bir şartı değil, sonucu olur. Böylece Müslümanlığın ötekileştirilmesi bir güç ilişkisinin kurulması için işlevsel bir araç olarak anlaşılır. Bu sebeple, Müslüman karşıtı ırkçılık, kendi önceliklerini savunmak için kurgusal veya gerçek bir Müslüman grubu sorun hâline getiren baskın bir grubun imtiyazlarının korunmasına hizmet eder. Ancak bu, ırkçılığın ne zaman ve nerede başladığı sorusuna yanıt vermez.

Üçüncü Yaklaşım: Dekolonyal Yaklaşımdan Yola Çıkarak İslam Karşıtlığını Anlamak

Irkçılığın ne zaman ve nerede başladığı sorusuna yanıtı ise üçüncü yaklaşım vermeye çalışır. Kendilerini dekolonyal yaklaşıma ait hisseden yazarlar Müslüman karşıtı ırkçılığa belli bir tarihî-küresel perspektiften bakarlar. Bu kişiler ırkçılığın günümüzdeki şeklinin özellikle Amerika’nın keşfinden sonra beyaz adam ile ortaya çıktığını düşünmektedirler.

Müslümanların ve Yahudilerin Endülüs’ten sürüldüğü 1492 yılında sadece Avrupa’nın Hristiyan ve beyazların kıtası olduğu düşüncesinin temelleri atılmakla kalmamış, aynı zamanda Amerika’ya gerçekleştirilen toprak istilaları, Afrikalı siyahilerin köleleştirilmesi ve sömürgecilik ile beyaz adamın dünya ekonomisine hâkimiyetinin de temelleri atılmıştır. Diğerlerinin, yani Yahudilerin, Müslümanların, siyahilerin ve de kadınların ırkçı bir yaklaşımla ötekileştirilmesi beyaz adamın bu hâkimiyeti ile doğrudan bağlantılıdır. Achille Mbembe’nin ifadesiyle zikredecek olursak, İslamofobi dediğimiz şey sömürgeci düzenin genişlemesidir. Bundan çok uzun bir süre önce de kendisini Hristiyan olarak nitelendiren bir Avrupa’da örneğin Haçlı Seferlerini harekete geçirmek için kullanılmış olan Müslüman karşıtı stereotiplerin olduğu doğrudur. Ancak bu beyaz adamın tüm dünyayı kapsayan üstünlük iddiasının başlangıcı değildir.

Çoğunluğu Müslüman Nüfusun Oluşturduğu Ülkelerdeki İslam Karşıtlığı

Zikrettiğimiz her üç perspektif de Müslüman karşıtı ırkçılık sorununa belli bir analitik bakış sağlar. Aynı zamanda Müslüman karşıtı ırkçılığın şekli ve tezahürü ülkeden ülkeye farklılık arz edebilir. Ancak özellikle ikinci ve üçüncü yaklaşım, dikkatleri Müslüman karşıtı ırkçılığın oluşumunu belirleyen küresel güç ilişkilerine çeker. Çoğunluğu Müslüman nüfusun oluşturduğu ülkeler de bu oluşumdan pay alır. Enes Bayraklı ile birlikte nüfus çoğunluğu itibarıyla genellikle “İslam âleminin” bir parçası olarak görülen ülkelerdeki İslamofobiyi ele alarak bu anlamda türünün ilk örneği olan bir çalışma yayınladık. Burada beyaz adamın deneyimleri etrafında düşünce ve eylemlerini şekillendiren sömürgecilik sonrası yapılar ve yaygın ırkçılığın, çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde görülen Müslüman karşıtı ırkçılığın temelini oluşturan en önemli faktörlerden olduğunu saptadık.

Din ve Kültürün Anlaşmazlıklara İşaret Etmek İçin Kullanılmaya Başlanması

Genel olarak kamuda İslam düşmanlığının, İslamcı terörizme dayandığına ilişkin bir kanı yaygın olsa da İslam hakkında yapılan çok sayıda araştırma bu varsayımın yanlış olduğunu göstermektedir. İslam ve Müslümanlar hakkındaki tartışmaların İran İslam Devrimi ile 1979 yılından sonra arttığı ve 11 Eylül olayından sonra hız kazandığı doğrudur. Ancak yapılan araştırmalar İslam hakkında yapılan haberlerin 11 Eylül 2001 yılından önce de olumlu bir meyil göstermediğini ortaya koymaktadır.
Özellikle Doğu-Batı çatışmasının sona ermesiyle dünyaya ve siyasi çatışmalara yeni bir yön vermek için ortaya yeni bir paradigma atılmıştır. Artık dünya üzerindeki anlaşmazlıklara işaret etmek için komünizm ideolojisine karşı özgür dünya, Doğu’ya karşı Batı değil, artık kültür ve din bu anlaşmazlıklara işaret etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Doğu-Batı çatışması sırasında da kuramcı olarak önemli bir rol oynamış olan Samuel P. Huntington’un, Medeniyetler Çatışması (İng. Clash of Civilizations) teorisi ile Soğuk Savaş sonrası dönem için uygun açıklamayı sunduğu düşünülebilir. Bu anlamda Huntington, Bernard Lewis gibi diğer önemli yazarlarla aynı tarafta yer almaktadır. O zamandan beri bu tartışmalar dünyamızda İslam ve Müslümanlar hakkında yürütülen tartışmalara yön vermektedir.

“Temel Soru Müslümanların Dünyada Bir Yerinin Olup Olmadığı Sorusu”

Ortaya atılan temel soru ise dünyamızda Müslümanların bir yeri olup olmadığı sorusudur. Çin Halk Cumhuriyeti, Doğu Türkistan için bu soruya net bir cevap bulmuştur: Komünist bir imparatorlukta İslami bir kimliğin yeri yoktur. Müslüman ülkelerde de genellikle tıpkı küresel kuzey ülkelerinde olduğu gibi, egemen düzene uyum sağlamış ve bunu sorgulamayan, müsamaha gösterilen, kontrol altında tutulan bir İslami kimlik mevcuttur. Bu noktada “İslam”ın egemen düzene uymadığı görüşünün Batı ülkelerinde görülen bir teori olduğu da belirtilmelidir.

Görünüşe göre İslam, ister Batı’daki liberal/laik düzen olsun, ister Doğu’daki komünist düzen olsun, egemen olan tüm bu düzenlere aykırıdır. Bunların ortak noktasını ise, mezkûr görüşlerin oluşturulabilmesi için “İslam”ı tüm bu ideolojik düzen anlayışları ile bağdaşmaz kılan tartışmaların/söylemlerin ortaya atılması oluşturmaktadır. Bu bağlamda tartışmaların/söylemlerin içerdiği anlamların bir önemi yoktur. Görünüşe göre burada asıl önemli olan İslam’ın dünyada bir yerinin olmadığı görüşünün ifade edilmesidir.

Bu ortak nokta günümüzde uluslararası düzeyde çeşitli siyasi rejimleri birleştirmektedir. Bu görüş, Müslümanlara yönelik soykırım karşısındaki sessizliğinin arka planında yer alan Nobel ödüllü Myanmar Müsteşarı Aung San Suu Kyi ve çok eleştirilse de Avrupa Birliğinin bir üyesi olan Macaristan’da üçüncü kez iktidara gelen Macaristan Başbakanı Viktor Orban arasında gerçekleştirilecek bir görüşmeyi mümkün kılmaktadır. Ve bu, İslamofobinin güç pozisyonlarının korunması ve genişletilmesi yönündeki fonksiyonunun yanı sıra sahip olduğu ideolojik gücü de gösteren birçok örnekten sadece bir tanesidir.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler