Tarihî Dönemlerin Batı’daki Kur’an Araştırmalarına ve İslam Söylemine Etkisi
Belirli tarihsel dönemlerin umumen İslam hususen Kur’an hakkındaki söylemi nasıl etkilediğini ve Batı’daki Kur’an araştırmalarının tarihini “Almanca Kur’an Araştırmaları” alanında çalışmalarını yürüten İslam bilimcisi Serdar Aslan ile konuştuk.
Batı’daki Kur’an araştırmalarını 7. yüzyıldan günümüze farklı dönemler üzerinden incelemek mümkün. Orta Çağ’da başlayan ilk Kur’an çalışmaları kimler tarafından ve ne tür saiklerle yapıldı?
Genel itibarıyla Orta Çağ dönemini Erken Orta Çağ (7-11 yüzyılları arası) ve Geç-Son Orta Çağ (11-16 yüzyılları arası) olarak iki kısma ayırabiliriz. Bu bağlamda her dönemin kendisine has belirli özellikleri ve farklı bir İslam algısı var.
Bilhassa Erken Orta Çağ’da İslam, doğuşu ve farklı coğrafi bölgelerde yayılmasıyla beraber en yaygın din olan Hristiyanlık ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma döneminde İslam’ın dışarıdan algılanması ağırlıklı olarak Hristiyan teologlar tarafından gerçekleşiyor. Söz konusu Hristiyan teologların başında Yuhannâ ed-Dımaşkî (660-754), Theodore Ebû Kurre (750-830) ve Bizanslı Niketas (9. yüzyıl) gelmekte. Bu kişiler İslam ile mücadele etme ve İslam’a cevap verme niyetiyle daha sonra Hristiyan teolojisine de kaynak teşkil edecek birçok eser kaleme alıyorlar. Bu ilk dönemde Hristiyan teologları İslam’a cevap vermeye iten temel sebep ve saiklerden biri Kur’ân-ı Kerim’in kendisi oluyor. Kur’ân-ı Kerim’de Hristiyanlığın işlenmesi ve Hristiyan teolojisinin eleştirilmesi bu dönemdeki çalışmaların en temel sebeplerinden birisi. Bu çalışmalarla Hristiyanlar İslam’a ve özelde Kur’an’a teolojik bir cevap vermeye çalışıyor. Burada bir yandan kendi dinlerini savunmaya yönelik apolejetik, öte yandan dışa yönelik polemik oluşturma diyebileceğimiz motivasyonlar söz konusu.
Erken Orta Çağ döneminde İslam ve Kur’an ile ilgili çalışmaların ağırlıklı olarak teolojik sebeplerden yapıldığını söyleyebilir miyiz bu durumda?
Teolojik sebeplerin yanı sıra, İslam’ın bir hak din iddiası ile bu denli hızlı yayılmasının açıklanmak istenmesi de söz konusu. Burada bir meydan okuma var ve bu meydan okumaya yönelik bir açıklamaya ihtiyaç duyuluyor.
Erken Orta Çağ döneminde yapılan Kur’an çalışmalarını nitelik açısından ele alacak olursak nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz?
Bu dönemde Kur’an ile ilgili çalışmalar henüz iptidai bir düzeyde. Aynı zamanda kaleme alınan eserlerde bariz ve galiz hataların yapılıyor olduğunu da görüyoruz. Örneğin bu dönemde Kur’an ve hadis tam olarak birbirinden ayırt edilemiyor, tefsir geleneği hakkında da çok fazla bilgi yok. Bu dönemde ortaya çıkan anonim bir Yunanca Kur’an tercümesinde neredeyse kasıtlı diyebileceğimiz çok ciddi hatalar mevcut. Bilginin çok daha yavaş aktığı bu dönemde tahmin edersiniz ki yapılan hatalar da yüzyıllar boyunca gelecek nesillere aktarılıyor.
Geç-Son Orta Çağ dönemindeki Kur’an çalışmaları hakkında ne biliyoruz?
Kur’an çalışmalarının Son Orta Çağ döneminde daha çok Batı Avrupa’ya kaydığını görüyoruz ki bunun iki temeli var: İlki 11. yüzyılda Haçlı Seferleri’nin başlaması ve bu seferlerdeki galibiyet ve mağlubiyetler. Bir diğeri ise İstanbul’un Fethi (1453). Bu dönemde Hristiyanların Müslümanlara karşı siyasi başarısızlıkları Avrupa’da ve özellikle Hristiyan dünyasında büyük bir şok etkisi yaratıyor. Bu tarz başarısızlıklar İslam ve Kur’an ile ilgili çalışmaların yeniden başlamasına ve ivme kazanmasına sebep oluyor. Müslümanlarla olan çatışmaların ciddiyeti Müslümanlara karşı teolojik ve ideolojik bir savaşın başlamasının da temelini oluşturuyor.
Haçlı Seferleri ve İstanbul’un Fethi ile beraber İslam’a yönelik ilk dönemlerde görmediğimiz bir ideolojik yaklaşımdan bahsettiniz. Bu olaylar Kur’an çalışmalarının niteliğini nasıl etkiliyor?
Bu iki olayın da Kur’an çalışmalarına çok farklı ve beklenmedik etkileri oluyor. Özellikle Haçlı Seferleri’nde elde edilen mağlubiyetlerin de etkisiyle Petrus Venerabilis’in (1092-1156) himayesinde Kur’an’ın ilk Latince meali Kettonlu Robert (1110-1160) tarafından oluşturuluyor. Bu süreçte Hristiyan teolojinin önemli bir ismi olan Nikolaus Cusanus (1401-1464) eserinde her ne kadar Hristiyanlığı savunuyor olsa da ilk defa İslam’a karşı nispeten ılımlı bir Kur’an yorumu geliştiriyor. Bu dönemde Müslümanlarla fiilî savaşın hedefe ulaştırmadığının fark edilmesiyle de beraber Kur’an çalışmaları yoğunlaşıyor. Burada İslam hakkındaki literatürün gelişmesinin Müslümanlara karşı ideolojik bir savaşın tezahür biçimi olduğunu söyleyebiliriz.
Martin Luther öncülüğündeki Reform hareketinin sonucunda Katolik ve Protestan mezhepleri ortaya çıkıyor. Bu dönemde iki mezhep arasındaki çatışmalar yoğunlukta. Kur’an’a bakış ve Kur’an çalışmaları böyle zorlu bir dönemde nasıl bir süreçten geçiyor?
Reform dönemi 16. yüzyılın başlarından 17. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bir sürece tekabül ediyor. Bu dönem Hristiyan dünyası için önemli bir gelişme olarak kabul edilse de aslında Avrupa’yı ve daha genel anlamda Batı’nın tarihini de kökten etkileyen bir dönem. Bu dönemin Kur’an algısına ve Kur’an çalışmalarına da önemli bir etkisi oluyor. Özelde Kur’an genelde de İslam Hristiyan mezheplerinin birbirleriyle çatışmalarının merkezinde yer alıyor. Protestanlar Katolikleri, Katolikler Protestanları iç düşman olarak görürken, dış düşman olarak da Türkler ve Müslümanlar görülüyor. İslam burada içerideki rakibe/düşmana karşı bir araç olarak kullanılıyor, mezhepler birbirlerine İslam’a yakınlık, benzerlik atfederek saldırıyor ve birbirlerinin söylemlerini bu yol ile tüketmeye çalışıyorlar. Zaten mevcut olan İslam’a karşı düşman bakış bu dönemde daha da kök salıyor.
İslam’a bu düşman bakışın tarihî gerekçelerinden bir diğeri de dönemin önemli bir ikinci olayı ve olgusu olan Türk tehlikesi (Alm. Türkengefahr) olmuştur. Osmanlı’nın Avrupa’nın içlerine kadar yayılması ve Avrupa ile savaş hâlinde bulunması ciddi negatif etkileşimlere sebebiyet vermiştir. Bu dönemdeki önemli fenomenlerden bir diğeri de matbaanın icadı ve bununla beraber İslam ile ilgili kayda değer bir literatürün oluşmasıdır. Genel olarak bu dönem için şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Orta Çağ’da olduğu gibi Müslümanlarla çatışmanın ve savaşın söz konusu olduğu durumlarda literatürde bir artış görülüyor ve bu artış aslında ciddi bir algı mücadelesinin, ideolojik bir çatışmanın ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Aydınlanma ile beraber bilginin kaynağının da değiştiğini ve aklın kurucu ilke olarak benimsendiğini görüyoruz. Kur’an çalışmaları Aydınlanma döneminde niteliksel bir değişiklik gösteriyor mu?
Aydınlanma dönemiyle (1650-1800 civarı) beraber Kur’an algısında ve buna bağlı olarak Kur’an çalışmalarında olumlu nitelikte bir değişikliğin varlığından bahsedebiliriz. O dönemdeki bazı tarihî-siyasi olaylar da örneğin Osmanlı’nın ve Müslümanların artık Avrupa için ciddi bir tehlike olmaktan çıkması, İslam dinine ve kültürüne bakışın korkudan meraka ve kısmen hayranlığa kendisini bırakmasına yol açıyor.
Aydınlanma dönemine has olarak, aklın merkeze oturmasıyla çoğu Batılı düşünür tarafından İslam bir akıl dini olarak teveccüh görüyor. Kilisenin gücünün kırılmasıyla da İslam hakkında Hristiyan teolojik değerlendirmeler geri plana atılmaya başlanıyor. Bu bakımdan bir kırılmanın başladığından söz etmek mümkün. Aynı zamanda objektif bilginin değer kazanması ile İslam ile ilgili bazı ciddi ön yargılar, yanlış bilgiler de düzeltiliyor. Aydınlanma döneminde genel itibarıyla bir yandan İslam’a karşı Hristiyan teolojiden kalan negatif geleneğin devam ettirildiğini, bir yandan da olaylara objektif bakışın İslam’a bakışa da bir pozitiflik kazandırdığını görüyoruz. Dönemin akademik çalışmaları da bu zemin üzerine inşa ediliyor.
Rasyonalizm ve pozitivizmin egemen olduğu modern dönemdeki Kur’an araştırmaları hakkında ne biliyoruz?
Modern dönemde (1800’lerden itibaren) bilgiye olan rasyonalist ve pozitivist yaklaşımın güç kazanması ve etkin bir konum elde etmesiyle beraber tüm bilimler bu perspektiften incelenmeye başlanıyor. Bu dönemde araştırma nesnelerinin tanımlanması, kategorize edilmesi ve nicelleştirilmesi söz konusu. Bu bağlamda İslam ile ilgili el yazmalarının tenkitli neşirleri (kritik edisyonlar) ortaya çıkıyor ve geniş çaplı filolojik araştırmalar yapılıyor.
Öte yandan tarihselcilik de modern dönemin bilim felsefesinin ve metodolojisinin en temel yaklaşımlarından birini teşkil ediyor. Bu bağlamda modern çağın en etkili eserlerinden birisinin de Theodor Nöldeke (1836-1930) tarafından kaleme alınan “Kur’an’ın Tarihi” (Alm. Geschichte des Qorâns) eseri olması bir rastlantı değil. Bu eser Kur’an’a tarihselci bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve onun tarihini, kökenlerini araştırmaya yöneliyor. Bu dönemde dikkate değer bir diğer olgu ise oryantalizmin kendi başına bir varlık oluşturmaya başlaması; ki burada İslam ile ilgili araştırmaların Hristiyan teolojisine hizmet etmekten çıktığını ve kendi başına bir bilim dalı olmaya başladığını gözlemliyoruz. Oryantalizm, Avrupa’nın tüm dünyaya ve bilhassa Orta Doğu’ya hükmetme ve onu müstemleke etme çabasında önemli bir rol oynayarak emperyalizme temel teşkil eden bir sacayağı hâline geliyor. Bu konuda Edward Said’in (1935-2003) meşhur eleştirisini zikredebiliriz. İslam ve Müslümanları tanımlama girişimi de bu çabalar bağlamında okunabilir. Tüm bunlarla beraber her ne kadar ciddi manada eleştirilebilir yanları olsa da 19. yüzyılda artık bilimsel bir Kur’an algısından bahsedebiliriz. Bu dönemde neredeyse objektif olarak nitelendirebileceğimiz Kur’an araştırmalarına yönelik bir çaba başlıyor.
Son dönemlere kadar özelde Almanya genelde ise Batı’daki Kur’an araştırmalarının Müslüman olmayan araştırmacılar tarafından yapıldığını söylemek mümkün. Bugün İslam ve Kur’an araştırmalarına daha çok Müslüman araştırmacı katılıyor ve Müslümanlar araştırma nesnesi olmaktan ziyade diskura katılan ve ona yön veren kişiler hâline geliyor. Sizce bu durumun İslam söylemine nasıl bir etkisi olabilir?
Müslüman âlimlerin veya araştırmacıların Batı’daki İslam söylemine veya özelde Kur’an araştırmalarına etkisini iki açıdan değerlendirebiliriz. 1960’lı yıllarla beraber iş gücü anlaşmaları ile oluşan göç dinler arası iletişim ve etkileşimi de tetikledi. Bu bazı ön yargıların kırılmasına yardımcı oldu ve Almanya’daki gayrimüslimlere ve araştırmacılara İslam’a ve Müslümanlara yönelik yeni perspektifler kazandırdı. Bu gelişmeyle beraber 90’lı yıllarda Almanca yazan Müslüman yazarlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri Muhammad ibn Rassoul (1929-2015), diğeri daha akademik eserler ortaya koyan Abdoldjavad Falaturi (1926-1996). Zikrettiğimiz isimlerle birlikte Almanca dilinde yazan diğer Müslümanlar bir literatür oluşturmaya başladı.
2000’li yılların başından itibaren Alman üniversitelerinde ilahiyat enstitüleri diyebileceğimiz İslam enstitüleri kuruldu. Burada yetişen çok sayıda ilim insanı yaptıkları çalışmalarla literatürü genişleterek bilimsel diskura da katkı sağlamaya başladı. Müslüman akademisyenlerin Arapça, Farsça, Türkçe gibi dillere vâkıf olmaları bu dillerdeki köklü İslam araştırmalarının ve İslam hakkında yoğun bilgi birikiminin Almanca literatüre de aktarılmasına vesile oluyor. Aynı zamanda toplumun genelinde mevcut olan yanlış bilgi ve ön yargıları kırmada da Müslüman ilim insanları etkili olabiliyorlar.
Diğer bir etki de İslam dünyasından geldi. 20. yüzyılda İslam ülkelerinde basım teknolojisi önemli bir gelişme kaydetti ve bu gelişmeyle kritik edisyon gibi ilmî çalışmalar arttı. Bu çerçevede sayısız Arapça el yazmalarının edisyonu ve araştırmaları yapıldı. Bunların da Batı’daki ilim dünyasına etkileri var. Fakat bu adımlar maalesef yeterli değil. Bugün Almanca dilinde nitelikli açıklamalı tercümelerin oluştuğundan bahsedemiyoruz. Avrupa’da yetişen Müslüman ilim insanlarının bağımsız bilimsel çalışmalar yapması gerekiyor. Tarihten gelen, günümüzde de medyada örneğini gördüğümüz düşmanlık ve ön yargılarla dolu söylemlere karşı ancak bu şekilde mücadele edilebilir.
Kur’an üzerine yapılan araştırmalardan yola çıkarak, sizce günümüz ortalama bir gayrimüsliminin zihninde Kur’an hakkında nasıl bir imaj var?
Ortalama bir gayrimüslimin zihnindeki Kur’an imajı konusunda Almanya özelinde yapılmış ciddi bir araştırma söz konusu değil. Ancak Kur’an ile ilgili Almanca yayınlara baktığımızda, telif hakları kalktığı için kolay neşredilebilen ve yüzyıllar önce hazırlanmış meallerin (L. Ullmann ve M. Henning tarafından hazırlanmış mealler gibi) hâlâ satışa sunulabildiğini görüyoruz. Bu eski mealler birçok hatayı içerdiği gibi, oryantalist bakış açılarına dayanan fikirler de barındırabilmektedirler.
Bununla beraber son yıllarda -H. Bobzin’in meali gibi- özen gösterilerek hazırlanmış çalışmalar da mevcut. Her hâlükârda salt meal okuması, İslam geleneğinden olmayan kişiler için çeşitli anlam ve yorum sorunlarına sebep olabiliyor. Genel manada herhangi bir geleneğe ve metoda bağlı olmadan, bir tefsirin de yardımı olmaksızın okunan mealler okuyucuda yanlış anlamalara sebep olabiliyor. Ben tarihî bağlamla ilgili bilgiler, siyer ve genel manada tefsirlerin yardımı ile Kur’an’ın daha doğru anlaşılıp yorumlanacağına inanıyorum.