'Dosya: Avrupa'da Türkçe Edebiyat'

Misafir İşçi Edebiyatından Transnasyonel Edebiyata

Göçün edebiyata izdüşümünün incelenmesi son dönemlerde önem kazandı. Farklı şekillerde isimlendirilen bu alan, içinde barındırdığı çeşitli dinamiklerle sınırları aşarak farklı kesimden okurlara hitap eden bir tür olarak göze çarpıyor.

Fotoğraf: Shutterstock.com

Göçün edebiyata iz düşümü, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte yaşanan post-kolonyal göç, işçi göçleri ve artan sığınmacı taleplerine kadar kavramsal ve terminolojik olarak incelenmedi. Bilhassa yüzyılın sonuna doğru peyderpey küreselleşen dünya ile birlikte artan mobilite ve bunun sonucunda ulus-devletlerin hegemonyası ve katı sınırlar kısmen de olsa önemini yitirdi. Hızla artan göç, seyahat ve turizmin doğal olarak getirdiği kültürel, ekonomik ve sosyal değişimin etkili olduğu bu yeni düzeni anlamlandırma çabası giderek önem arz etmeye başladı.

Göçle başlayan ve globalleşme ile ivedilik kazanan söylemlerin gelişimi ülkelere göre farklılık gösterirken, bu özel edebiyat türünü tanımlamak için başvurulan kavramlar oldukça uzun bir liste oluşturuyor. Bu kavramların bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz: Black British literature (siyahi İngiliz edebiyatı), littérature des Beurs (Afrika asıllı edebiyat),  Gastarbeiterliteratur (misafir işçi edebiyatı), Ausländerliteratur (yabancı edebiyatı), Migrantenliteratur (göçmen edebiyatı), minority literature (azınlık edebiyatı), inter-cultural literature (kültürler arası edebiyat), multi-cultural literature (çokkültürlü edebiyat), post-colonial literature (sömürge sonrası edebiyat), migration literature (göç edebiyatı), new world literature (yeni dünya edebiyatı), trans-national literature (transnasyonel edebiyat)…

“Misafir İşçi Edebiyatı” (Gastarbeiterliteratur)

Bahsi geçen bu kavramların birçoğu miadını doldurmuş, bir haylisinden de daha kapsayıcı olabilmek adına feragat edilmiştir. Terimsel farklılıkların içerdiği nüanslar -tıpkı bu edebiyatta ele alınan mevzuların tekamülü gibi- içerisinde bulunduğu söylemin getirdiği yeni şartlara uyum sağlayabilmek amacıyla kabuk değiştirmiştir. “Misafir işçi edebiyatı”, “yabancı edebiyatı” ve özellikle Deleuze ve Guattari’nin tanımladığı “azınlık edebiyatı” bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Zira bu türleri adlandırabilmek için tayin edilen ilk formülasyonların atıfta bulunduğu sınıfsal, sosyolojik, etnik ve öteki oluşu baz alan tasniflerden, çok geçmeden, tam da bu vurgularından ötürü vazgeçilmiştir. 

Bir örnek üzerinden gitmek gerekirse “Gastarbeiter” terimi ile bu konuyu açıklığa kavuşturmak mümkün. Misafir işçi anlamına gelen bu terimin altını çizdiği “misafir-ev sahibi” yaklaşımı, yalnızca göçmenin kendisini Alman toplumunun bir parçası olarak görememesine değil; aynı zamanda “ev sahibi” toplumda da, misafir olarak adlandırılan bu sınıfın öteki ve geçici olduğu algısını yaratmaktadır. “Biz ve onlar” ikilemini taşıyan bu  yaklaşım her iki tarafın birbirine ve kendisine yaklaşımına henüz en baştan engeller koymakla birlikte, aynı zamanda işçilere marjinal bir pozisyon atfetmektedir. Bu durum kaçınılmaz olarak yabancılık hissine, göçmenin içerisinde bulunduğu topluma uyum sağlamasının güçleşmesine, zaten girift hâldeki aidiyet duygusunun daha da karmaşık bir hâl almasına sebebiyet vermektedir.   

Misafir Yazar: Emine Sevgi Özdamar

“Gastarbeiter” teriminin edebiyat dünyasına aktarımı ise yalnızca sonuna “edebiyat” kelimesinin eklenmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Sonuç olarak sosyolojik söylem aynı şekilde edebi alana kanalize edilmiş ve göçmen yazarların eserleri “misafir işçi edebiyatı” (Alm. “Gastarbeiterliteratur”) olarak etiketlemiştir. Eseri oldukça prestijli Ingeborg-Bachman Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Emine Sevgi Özdamar örneğin, Mutterzunge (Anne Dili) adlı eserinin İngilizce çevirisinin son sözünde yaptığı açıklamada kendisine verilen ödülün onu “yalnızca misafir bir yazar olarak”[1] kabul ettiğini ifade etmiştir. Yazar bu şekilde kendisinin “öteki” olarak konumlandırılmasına, eserlerinin bir yabancının edebiyatı olarak görülmesine, hikâyelerinin sözde “başka” olanı anlattığı algısına ve de aslında dâhil edilirken çelişkili bir üslup ile güdülen dışlama politikasına dikkat çekmektedir.

Kültürlerarasılık ve Çokkültürlülük

Merkezden uzaklaşan göçmenlerin bulundukları yeni düzen içerisindeki konumlarını ve diaspora yazarlarının eserlerini tanımlayabilmek adına kullanılan terimler içerisinde kültürlerarasılık (İng. “interculturality”) ve çokkültürlülük (İng. “multiculturality”) terimleri bulunmaktadır. Ulusal sınırların beraberinde getirdiği sıkışkanlıktan uzaklaşabilmek adına kullanılan bu tanımlamaların vurguları Avrupa toplumunun giderek çeşitlilik arz eden doğasına atıfta bulunmaktadır.

Bu kavramlar da kendilerinden öncekiler gibi eleştiri oklarının hedefi olmuştur. Zira her iki kavramın da temelinde bu kültürlerin “kendi içinde kapalı ve homojen” bir yapı oluşturdukları varsayımları yatmaktadır. Bir diğer deyişle burada, sınırlar önemli olmasa da onların belirsizleşmesine değil, aksine varoluşuna dayanan bir kuram söz konusudur. [2] Söz konusu kavramlar isim değiştirse de yüzeyleri biraz kazındığında daha önce bahsedilen terimlerle aynı dinamiklerin muhatabı oldukları görülebilir.

Goethe ve Diaspora Yazarları Etkileşimi

Diaspora yazarlarının eserleri “yeni dünya edebiyatı” başlığı altında incelenmeye başlamadan evvel, uzun bir müddet “postkolonyal edebiyat” olarak betimlenmiştir. İmparatorlukların kolonilerinde kültürel karşılaşmalar sonucunda şekillenen yeni öznenin konumu ve edebiyatını anlamlandırabilmek için kullanılan bu ifade, yerini bir müddet sonra “yeni dünya edebiyatı”na bırakmıştır. Beyaz ve Avrupalı olmayan yazarların otomatik olarak postkolonyal yazar olarak imlenmesi, Salman Rusdie, Kazuo Ishiguro ve Ben Okri gibi yazarlarla İngiliz edebiyatında tartışmalar başlatmış ve Avrupa edebiyatında kısa sürede yankı bulmuştur.[3]

Goethe’nin “Weltliteratur” (“Dünya edebiyatı”) tanımı Homi Bhabha’nın bu kavram üzerine çalışmalarıyla tekrar gündeme gelmiştir.[4] Goethe’nin edebiyatı ulusal edebiyatlarla kategorilere ayırmanın gereksizliğinin altını çizdiği bu yaklaşımının kullanılması ile birlikte daha önceden bahsi geçen tanımlamaların merkezinde bulunan sınır, ulus ve orjin kavramlarının önemi de azalmıştır. İşlediği ulusaşırı temalar ve içerdiği estetik yeniliklerle “göç edebiyatı” böylece yeni dünya edebiyatı olarak adlandırılmıştır.[5] Fakat bu terimin de muğlak doğası birçok akademisyeni tatmin etmemiştir.

Kültürlerarası “Out”, Transnasyonel “In”

“Transnasyonel” veya “ulusaşırı” kavramları, göç edebiyatını tanımlamak için yaygın olarak kullanılan bir diğer konsepttir. Transnasyonel, sınır ve ülkeleri aşan fikir ve kültürlerin etkileşimidir. Bu kavram, kültürlerarası ve çokkültürlülük terimlerinden farklı olarak, kültürel karşılaşmanın sınırları ortadan kaldırdığını ve kültürlerin iç içe geçmiş bir durumda olduğu anlayışından hareket eder. Bu şekilde ulus nosyonunu aşmayı hedefleyen bu kavram son yirmi senedir oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Küreselleşme ve postkolonyal teorilerin diyaloğu ve bunlara getirilen eleştirilere cevap sunabilmek adına geliştirilen bu yeni formülasyon içerisinde yaşadığımız, mekanizmaları ilanihaye değişen, bir akış hâlinde olan ve değerleri giderek uçuculaşan dünyayı tasvir etme gayretindedir.[6]

Bu kavram özellikle kendileri göç etmemiş, yalnızca aileleri kanalıyla göçmen kategorisinde bulunan ikinci ve üçüncü kuşak bireylerin ve edebiyatlarının nasıl tanımlanabileceği sorununa da çözüm sunmaktadır. Göç edilen coğrafyalarda hayata gözünü açmış bireylerin ve edebiyatlarının doğdukları topraklara mı yoksa sahip oldukları köken topraklara mı ait olduğu sorusu bu yeni terim ile bir nebze de olsa bertaraf edilmiştir.

Göçmen ve göç kökenli bireyler ve edebiyatlarına nasıl atıfta bulunulması gerektiği sorusuna gelecek olursak, şahsi fikrim bir tanıma gerek kalmadan yazar adları ve yarattıkları özgün edebiyat dili üzerine konuşabilmek olacaktır. Her tanımın bir sınır çizdiği ve doğal olarak kendi ötekisini yaratarak var olduğu gerçeği bir sır değil. Bu sebeple kategorik açıklamalar ve genellemeler yerine özne üzerinden tartışmalar daha makul. Zira genel yaklaşımlar kavramların dâhil etmeye çalıştığı bütün bireyleri ve çeşitli edebiyatlarını kapsamadıkları gibi, geçerli de olmayacaklardır. Üstelik göçmen özne ve yazarlar için hangi kavram kullanılırsa kullanılsın ve ne kadar iyi niyetle hareket edilirse edilsin, doğası gereği tanımlandıkları an itibariyle farklı bir sınıf  oldukları varsayımından hareket etmek zorunda kalacaktır. Fakat yine de terim düşkünlerimiz için şimdilik elimizdeki en makul kavram “transnasyonel edebiyat” gibi görünüyor.

Dipnotlar

[1] Özdamar, Emine Sevgi. Mother Tongue. Translated by Thomas Craig. Toronto: Coach House Press, 1994. p.157.
[2] BLUMENTRATH, H., J. Bodenburg, R. Hillman, M. Wagner-Egelhaaf, Transkulturalitaet: Türkisch-Deutsche Konstellationen in Literatur und Film. Aschendorff Verlag, Münster, 2007.
[3] King, Bruce. „The New Internationalism: Shiva Naipaul, Salman Rushdie, Buchi Emecheta, Timothy Mo and Kazuo Ishiguro“. In: James Acheson (ed), The British and Irish Novel since 1960, London, Macmillan, 1991.
[4] Bhabha, H.K. The Location of Culture. London: Routledge, 1994.
[5] Rösch, Heidi. “Migrationsliteratur als neue Weltliteratur”. In Sprachkunst, 35/1, 2004, p. 89-109.
[6] Jay, Paul. Global Matters: The Transnational Turn in Literary Studies. Ithaca: Cornell University Press, 2010.

Varol Kahveci

Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans eğitimi alan Varol Kahveci, Dartmouth College’de Karşılaştırmalı Edebiyat alanında yüksek lisansını tamamladı. Şu an Columbia Üniversitesi’nde doktora yapan Kahveci’nin ağırlıklı çalışma alanları göç, kimlik, bellek ve travma çalışmaları, çağdaş Türk Edebiyatı ve Alman Edebiyatıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler