Mülteci Edebiyatı: “Evrenin Merkezi Güneş Değil, Pasaporttur”
Mülteci edebiyatı, sığınma taleplerinin meşrulaştırılması için mültecilerin yaşadığı travmatik olayların yansıtılmasından mı ibaret? Mülteci edebiyatının tarihinin kısa bir özeti.
2016 yılında Chicago Üniversitesi’nde “Mülteci Edebiyatı” dersini vermeye başladığımda, dünyanın dört bir yanındaki insanlardan ders ile ilgili sorular geliyordu. Hem akademisyen meslektaşlarım hem de mülteci kamplarında çalışanlar bu tarz akademik bir dersin açılmasına duydukları heyecanı belirtiyordu. “Mülteci” ve “edebiyat”, bu iki kelimenin birleştiği bir dersin Batı’da prestijli bir üniversitede öğretilmesi, böyle bir edebiyatın varlığından haberdar olmayanları epey şaşırtmışa benziyor. Bu kadar şaşırtıcı olan nedir? Neden bu kadar zengin bir edebiyat geleneği fark edilmemiş ve öğretilmemiştir? Belki de en önemlisi, mülteci edebiyatını bunca yıldır görmezden gelerek biz neleri kaybettik?
“Evrenin Merkezi Güneş Değil Pasaporttur”
Modern mülteci edebiyatı yaklaşık yüz yıllık bir geçmişe sahip. Bu edebiyat, 20. yüzyılın başlarında yeni bir Avrupa ulus devletinin ürünü ve ona tepki olarak ortaya çıktı. Avusturyalı toplum teorisyeni Karl Polanyi bu yeni ulus tipini “sert kabuklu ulus tipi” ve “daha önce bilinen her şeyden daha kıskanç ve mutlak” bir biçim olarak tanımlamıştı. Bu anlayış içerisinde mülteciler, modern ulus anlayışının mümkün kıldığı aidiyet ile değil; aidiyetin yalnızca spesifik yollarıyla varlıklarını sürdürebilirler. Ulusun ve mülteci kavramlarının tarihsel olarak birlikte doğuşu, bize mülteci edebiyatıyla ilgili çok önemli bir şey söyler. Bu edebiyat, dünya siyasetinin değişen koşullarıyla iç içe geçmiş bir edebiyattır. Siyasi rüzgarların ne yöne estiğini bilmek istiyorsanız mültecileri dinleyin.
Örneğin B. Traven’in 1922 tarihli Ölüm Gemisi’ni ele alalım. Bu eser, 20. yüzyılda vatansız olma deneyimini ele alan belki de ilk eserdir. Yazar kitapta yasal belgeleri olmayan mültecilerle dolu “yüzen bir tabut” tasavvur eder. Bu ölüm gemisindeki vatansız işçiler ölüdür. “Vatansız. Uyruksuz. İnsan ırkına ait bir anneden doğduklarını kanıtlayan doğum belgeleri olmayan. Dünya vatandaşı olduklarını kanıtlayacak pasaportları olmayan erkeklerdir” bunlar. Nihayetinde romanın kahramanı şunu anlar: “Evrenin merkezi güneş değil, pasaporttur.” Kimin öleceğinin, kimin hayatta kalacağının pasaport koşuluna bağlı olduğu bir dünyada mülteciler, göçmenler ve Traven gibi diğer vatansızlar, seslerini duyurmaya kararlı birer vokal uzmanı oldular. Bu da elbette, bizim şu an içinde yaşadığımız dünyaya tekabül ediyor.
Traven’in Ölüm Gemisi’ni yayımlamasından on yıl sonra, başka bir vatansız olan Alman Bertolt Brecht, Nazi Almanyasından kaçmak zorunda kalır. İskandinavya’dan Rusya’ya seyahat ederken tamamıyla yeni imgelerden oluşan evrensel bir metin tasarlar. Bu müsveddeler nihayetinde “İki Mültecinin Konuşmaları” adlı kurgusal diyaloglar hâline gelecektir. Kalle ve Ziffel adlı iki vatansız Alman, pasaportları olmadan haysiyet ve eşitliğe layık insanlar olarak nasıl hayatta kalacaklarının derdindedir. Brecht tasavvurunda Kalle ve Ziffel, sığınma hakkı veren ülkenin dilini öğrenmek yerine, hepten yeni bir dil icat ederler. Bu dil etnik milliyetçilik dayatmalarının olmadığı bir dünyada onlara yeni bir yaşam kurmanın yollarını açacaktır. Brecht’in evrensel dili, geçmişteki ve günümüzdeki pek çok mülteci yazarın sahip olduğu aktif politik vizyon ve otorite duygusuna atıfta bulunur.
Mülteci Edebiyatı Post-Kolonyal Niteliğe Büründü
Geçtiğimiz yüzyılda mülteci edebiyatının coğrafyası değişti. 21. yüzyılın ilk yarılarında, mülteci yazını büyük ölçüde Avrupai bir olguydu. İkinci Dünya Savaşı sonrası mülteci yazınının varlığı, ulusal egemenliğin genişlemesiyle birlikte azalmaya başladı. Yeni uluslar oluştukça ve mülteci nüfusu sindirildikçe, mülteciler ve mülteci yazını geçmişte kaldı. Öte yandan Avrupa’nın dışında da yeni bir mülteci edebiyatı gelişmeye başladı. Örneğin Filistin’de Nakba gününden, Güney Asya’da Hindistan ile Pakistan’ın ayrılmasından sonra mülteci edebiyatı giderek daha post-kolonyal bir niteliğe büründü.
Bununla birlikte bu edebiyat siyasi yönünü kısmen kaybetti. Batı’da mülteci edebiyatı savaş sonrasında çoğunlukla siyasi dayanışma yerine insani sempatinin bir yansıması olarak okunuyordu. Bu edebiyatın öykülerinde, örneğin “üçüncü dünyanın” vahşetinden Batı’nın örtük güvenliğine doğru kaçış hikâyeleri vardı. Bu durum mültecilerin yalnızca şefkat arayışında olan edilgen ve masum kurbanlar olarak görülmesine neden oldu. Bu söylem mülteci edebiyatının onlarca yıl boyunca yazılma ve okunma anlayışına da hâkim oldu. Vietnam kökenli Amerikan düşünür Mimi Thi Nguyen’in de iddia ettiği gibi, 1960’lı yıllardan itibaren mülteciler, kendilerine Batı’nın emperyal güçleri tarafından lütfedilen “özgürlük hediyesi”nin düşkünleri olarak lanse edildi.
“Sessiz Elçiler ve Istırap Çeken Masumlar”
Ancak son on yılda daha siyasi ve eleştirel bir mülteci edebiyatı yeniden canlanıyor. Dünya çapında devam eden daimi savaşların, artan eşitsizliklerin ve Avrupa’nın onlarca yıl süren şiddetli “mülteci krizi”nin damga vurduğu günümüz çağında, mülteciler tarafından yazılan ve mültecileri konu edinen yazınlardaki fikirler, hem yabancı düşmanı milliyetçiliğe hem de Neoliberal küreselleşmeye karşı gerek entelektüel gerek estetik bir direnç kaynağı hâline geldi. Mültecilere dair “sessiz elçiler”, “ıstırap çeken masumlar” klişesini yıkan Viet Thanh Nguyen, Roxane Gay, Warsan Shire, Abu Bakr Khal, Ahmad Almallah,
Ibtisam Baraket, Jehan Bseiso ve Plaza Kızları (resmî olarak Atina’da Plaza Otel’de ikamet eden genç mülteci kadınlar grubu), mültecinin siyasi tek meşru temeli olarak ulusalcılığa ve ulusal egemenliğe meydan okuma yetkisini geri kazandı. Artık sığınma taleplerini meşrulaştıran travmatik olayları yansıtmakla sınırlı kalmayan yeni mülteci literatürü, mülteciler ve vatandaşlar için farklı siyasi geleceklerin oluşturulması için uğraş veriyor. Yogita Goyal’ın yakın zamanda da gözlemlediği gibi, bugün mülteci literatürünü okumak, “mültecinin hem tarihsel hem de mekansal ilişki kurabileceği paradigmaları nasıl talep ettiğini” anlamak demektir. Mülteci edebiyatı, ulus ve ulusalcılık kavramının adaletsizliklerini ortaya koyup bunları dillendirerek, dünyada eşit ve demokratik yaşamanın da yeni imkânlarını talep etmektedir.