'Dosya: "Avrupa'da Türkçe Edebiyat"'

Bir Hayaletin İzinde: Avusturya’da Türkçe Edebiyat

Avusturya’da bir Türkçe edebiyattan bahsedilebilir mi? Ülkedeki Türkçe edebiyatın mazisi nasıl? Bu soruların cevaplarını Ercüment Aytaç, Ali Işık ve Melek Paşalı ile konuştuk.

Fotoğraf: "Ve: Blues", "Sahtekar Şırıltı" ve "Dunya Brennt" kitaplarının yazarı Ercüment Aytaç

Avusturya’da 117.000 Türk vatandaşı yaşıyor. Avusturya vatandaşlığına geçen Türkler de hesaba katıldığında, ülkede en az 200.000 kişinin Türkçe ile o ya da bu şekilde iletişim içerisinde olduğu tahmin ediliyor. Türkçe konuşanların sayısı yüzbinleri bulsa da, Türkçe edebiyatla ilgili zemin o kadar da verimli değil. Avusturya’da edebiyat yapmış üç kişiden bu zeminle ilgili görüşlerini aldık.

Ercüment Aytaç: “Tiplemelerim Almanca Konuşuyordu, Onlara Kulak Verdim”

Ercüment Aytaç Avusturya’da Türkçe edebiyat denilince akla gelen ilk isim. Aytaç’ın 1994’te yayınladığı “Ve: Blues” isimli Türkçe bir romanı, “Sahtekar Şırıltı” isimli bir öykü kitabı, 2016’da ise Almanca yayınladığı “Dunya brennt” (Dünya yanıyor) isimli ikinci romanı var. Kendisini “Türk kökenli Avusturyalı bir yazar” ya da “Avusturya’da yaşayan bir Türk yazar” olarak tanımlayan Aytaç’a göre bu tanımların hepsi birer zenginlik. Kimlik dayatmalarına karşı çıkan Aytaç, edebiyatın belli kategorilere bölünmesine de itiraz ediyor: “’Göç kökenliysen, sadece Göç Edebiyatı yapabilirsin’ gibi bir beklenti var. Ben de bu beklentiye uyan eserler verdim. Ama kendimi bu kategorilerin dışında hissediyorum. Edebiyatçı dünyayı bir bütün olarak gözlemlemek durumunda. Göçmen kökenli insanları kurgularıma taşıyabilirim. Ama bu, yaptığım edebiyatı özel bir kategoriye sokmaz.”

Eserleri Almanya’da radyo tiyatrolarında seslendirilen ve heyecan verici bir edebi üsluba sahip olan Aytaç, yazma serüveninde Türkçeden Almancaya geçişini şöyle anlatıyor: “İçinde bulunduğum çevre veya tiplemelerim Almanca konuşuyordu. Ben de o tiplemelere kulak verdim.” Aytaç, bilinç akışı tekniği uyguladığı romanlarında karakterlerinin iç dünyasını anlatırken, onların anadilinde yazmayı tercih etmiş.

Avusturya’da aldığı ödüller, katıldığı öykü yarışmaları ve okumalarıyla Aytaç’ın çok aktif bir edebi yaşamı olduğu söylenebilir. Fakat bir noktada tüm bunları arkasında bırakıp 20 sene boyunca kabuğuna çekilmiş. Nedenini sorduğumuzda şöyle diyor: “Edebiyatla hayatımı idame ettiremeyeceğim gerçeğiyle karşılaştım. Ne kadar ödül alırsanız alın, ne kadar okumalara giderseniz gidin, bir noktadan sonra aileniz ve maddi sorumluluklarınız büyüyorsa başka şeyler yapmak zorundasınız. Çok büyük bir yazar olma şansınız yoksa başka bir mesleğinizin olması şart.” 

Aytaç bu düşünceyle 1990 yılında bütün dosyalarını kapatmış ve eğitimciliğe yönelmiş. Ta ki on yıllar sonra bir okuma programından davet alıp, “Dunya brennt” isimli romanı üzerinde çalışmaya başlayıncaya kadar. 

“Edebiyatın Bir Dil Problemi Yok, Bir Form Problemi Var”

Aytaç Avusturya’da konumlanmış bir Türkçe edebiyat olup olmadığı konusunda kararsız ve kısmen umutsuz: “Avrupa’da Türkçe edebiyatın geniş bir kitlesi yok, geleceği de yok. Yani Türkçe yazıyorsam, Türkiye’deki okurları hedef kitle olarak göz önünde bulundurmam gerek.” Bu düşünceden hareketle de Avusturya’da Türkçe edebiyatın, Türkiye’den gelen kişilerin omuzlarında yükseleceğini düşünüyor. Ona göre bu çok olumsuz bir şey de değil: “Almanca konuşulan bir ülkede Türkçe edebiyat, ancak Türkiye’den gelenler tarafından yapılır. Bu hayatına Almanca başlamış çocukların yapabileceği bir şey değil. Buralarda yetişen çocuklar kurgularını buradan alacaklar, oradan beslenecekler. Kendi çevrelerindeki insanlar hangi dili konuşuyorsa o dilde yazacaklar.” 

Edebiyata ilginin dışardan teşvikle geliştirilemeyeceğini düşünen Aytaç, bu çabaları suni bulduğunu ifade ediyor: “Gençlere ‘Alın bu sizin atalarınızın dili, bu dilde roman okuyup yazın’ derseniz karşılık bulamazsınız. Gençler kültürel ve mesleki olarak nerden besleniyorsa o dili konuşacaklar.”

Aytaç’a göre edebiyatın içinde bulunduğu kriz “Türkçe-Almanca” ikileminden çok daha büyük. Hız çağında yaşadığımızı söyleyen Aytaç, bir dil değil, form probleminden bahsediyor: “30 sene önce televizyonda müzik kliplerini seyrederken anne ve babam o kliplerdeki hız nedeniyle yoruluyorlardı. Ama o hız bugün için az bile. Bugün eserlerin piyasaya girme ve piyasadan çekilme hızları da böyle. Bu hıza uygun kalıpları bulmamız gerekiyor. Bu durum dilin çok üstünde bir olay.”

Aytaç şu sıralarda Almanca romanını Türkçeye uyarlamakla meşgul. Bu sürecin yeni fırsatlara da kapı araladığı görüşünde: “‘Dunya brennt’ kitabında Türkler de var, Suriyeliler de. Bunları Türkçe yazdığım zaman, onlara daha iyi yaklaşıyor, düşünce akışlarına daha kolay girebiliyorum. Türkçe yazarken karakter daha da renkleniyor.”

Aynı zamanda edebiyatın bütün alanları kaplaması gerektiğini de ekliyor: “‘Biz burada eziliyoruz, bu ezikliği şiir yazarak ifade edelim’ motivasyonundan güzel bir şey çıkmaz. Ailesiyle kahvaltı sofrasında hiç şiir, edebiyat konuşmamış bir insanın bir gereklilik nedeniyle edebiyata yönelmesini de bekleyemeyiz.”

Ali Işık: “Edebiyatın Ulusüstü Bir Zihne İhtiyacı Var”

Magrib Dergisi, Türkiye’den Viyana’ya eğitim için gelen üniversite öğrencilerinin çıkarttığı bir edebiyat dergisi. İlk sayısını bundan 15 sene önce çıkartan dergi, 10 sayı devam etti. Kısa ömürlü olsa da Magrib, Avusturya’da Türkçe edebiyata dair kurulan ilk dergi olarak biliniyor. 

“Bekleme Salonu”, “Beni Hikayeden Çıkart” ve “Uzaklık Yaralar” isimli üç öykü kitabı olan Ali Işık, üç arkadaşıyla Magrib’i çıkarttığı yılları şöyle anlatıyor: “Avusturya’ya üniversite için gittiğimizde zihnimiz Türkiye’deydi. Magrib’te yaptığımız edebiyat da, Türkiye’de yapmak istediğimiz şeyin bir devamıydı. Hikayelerimiz hep Türkiye’de geçiyordu.”

Ali Işık Avusturyada Türkçe Edebiyat

Avrupa’daki Türkiye kökenli gençlerin Türkçe örgün eğitimden geçmedikleri için Türkçe problemleri olduğunu söyleyen Işık, Ercüment Aytaç’tan daha farklı düşünüyor. Işık üçüncü ve dördüncü nesil Türk gençlerinin okuma grupları ya da düzenli eğitimlerle Türkçe edebiyat konusunda bir ilerleme kaydedilebileceği görüşünde: “Bugün Avrupa’daki gençlere bir anda ‘hadi edebiyat yapın’ denilemez. Destek gerekiyor. Gençlerin düzenli yazabileceği dergiler, düzenli yazma imkânları gerekiyor. Edebiyata ilgili olan gençleri teşvik etmek, oradaki motivasyonu canlandırmak lazım.” 

Tam da bu noktada, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının (YTB) düzenlediği Türkçe Ödülleri ve sonrasındaki Yazarlık Akademileri devreye giriyor. Bu akademilerde eğitim veren Ali Işık, aynı zamanda YTB’de uzman olarak çalışıyor. Işık’ın hem sahadan, hem de edebiyat tecrübesinden hareketle gençlere tavsiyeleri de var: “Ben yurt dışında olup edebiyatla ilgilenen gençlere, eğer öykü yazıyorlarsa karakterlerini ve mekanlarını Türkiye’den seçmemelerini tavsiye ediyorum. Köyünüzdeki çeşmeyi, Türkiye’deki bir insan tiplemesini her zaman yazarsınız. Şu an inşa edeceğiniz edebiyat, yaşadığınız topraklarda deneyimlediğiniz acı, dert, sevinç, mutluluk üzerine kurulmalı. Mesele Türkçe yazmak değil, Türkçe düşünmek. Edebiyatı ‘Köyümüze dönelim, İstanbul’u özledim’ yüzeyselliğinden kurtarıp kişi Türkçe düşünmeye başlarsa, insan zaten istediği dilde yazar.”

Avrupa’da yaşayıp edebiyatla ilgilenenlerin mutlaka bulunduğu ülkenin dilinde eserler okuması gerektiğini söyleyen Işık, çift dilli bir zihnin beslenmesi gerektiği görüşünde: “Özellikle bu dönemde edebiyatın ulusötesi, hatta ulusüstü bir zihne ihtiyacı var.” 

Bu tavsiyeyi yaparken, edebiyat konusunda Avusturya’daki imkânların da farkında Ali Işık:  “Avrupa’da Türk edebiyatıyla ilgili kaynak çok kısıtlı, bir edebiyat çevresi yok. Oralı, oradaki eserleri basan yayınevleri yok denecek kadar az. Bütün bunlar yeni yeni emeklemeye başlıyor.” Bununla birlikte Işık, Aytaç’a “hedef kitle” konusunda katılıyor: “Avrupa’da Türkçe edebiyat üreten herkesin muhatabı Türkiye’deki okur kitlesidir. Bu aslında bir şans. Çünkü oradaki insanların iki ayrı ülkeye eserleriyle hitap etme potansiyeli var.” 

Melek Paşalı: “Edebiyat Önce Kabiliyet, Sonra Uygun Zemin İster”

Melek Paşalı, edebiyatla akademik düzeyde ilgilenen, yaptığı okumalarla gençlere Türk edebiyatının klasik ve modern eserlerini sevdiren bir edebiyatçı. 2001-2008 yıllarında Viyana’da yaşayan Paşalı’nın Avusturya’daki edebiyat çevresiyle ilk teması Ercüment Aytaç’ın Podium dergisine bir dosya hazırlığı sayesinde olmuş. 

Melek Paşalı Avusturya'da Türkçe edebiyat

Avusturya’daki Türkçe edebiyatla ilgili hareketliliğin, Avusturya’ya gelen Türk öğrencilerle oluştuğunu söyleyen Paşalı, uzun süre gençlerle klasik edebiyat, tasavvuf edebiyatı ve modern edebiyat okumaları yapmış. Bu okumalara Avusturya’da doğup büyüyen Türk gençlerinin de katıldığını söyleyen Paşalı, bu gençlerin edebiyat için emek vermesi gerektiğini söylüyor. Paşalı, Avrupa’daki Türkçe öncü dergilerden Sabah Ülkesinin de ilk Viyana’da çıktığını, bu dergi etrafında canlı bir edebiyat çevresi oluştuğunu belirtiyor: “Edebiyat önce kabiliyet, sonra uygun zemin ister. Kabiliyetin işlenmesi, geliştirilmesi gerek. Bunun için de kişinin edebiyatı yapacağı dilin kültürel ortamıyla temas içinde olması gerekiyor. Avusturya ya da diğer ülkelerde Türkçe var, ama Türk kültürü denilen şeyin canlı örneği yok. Doğal olarak da bu kabiliyetleri besleyecek mecralar yok.”

Paşalı tam da burada dergilere dikkat çekiyor. Türk edebiyatının ekolleri ve dergileri olduğunu, bu mecralar etrafında toplanan insanların birbirini beslediğini söyleyen Paşalı, “Edebiyat tek başına bir çaba değil.” diyor.  Tüm bunlara rağmen Paşalı Avusturya’da Türkçe edebiyatı çok da idealize etmemek gerektiği görüşünde: “Sonuçta Avusturya, edebiyat dilinin Almanca olduğu bir ülke. Orada Türkçe yapılan bir edebiyat çalışması, azınlık statüsünde kalmak ve çok küçük lokasyonlarda gerçekleşmek zorunda.”

“Bütün Esaslı İşler Klasikle Karşılaşmayla Başlar”

YTB’nin yurt dışındaki gençlere yönelik düzenlediği eğitimlerde ders veren Paşalı, çok yetenekli gençler olduğunu vurguluyor. Ama yine de temel bir eksiklik söz konusu: “Avrupa’da doğup büyüyen gençlerin klasik edebiyatla hiç karşılaşmadığını görüyorum. Bütün esaslı işler klasikle karşılaşmayla başlar. İster sanat, ister bilim, o şeyin geçmişinde üretilmiş temel metinlerle karşılaşmamışsak, bugünüyle de temas kuramayız.”

Modern çağda edebiyatın değerinin düştüğünü söyleyen Paşalı’nın güncel bir eleştirisi var: “İnsanlar blog açıp yazar olduklarını düşünüyorlar. Modern dünyada edebiyatın en büyük handikaplarından biri, bir otoritesinin olmaması. Kişi yazdığını yayınladığı anda onu okuyup beğenecek binlerce insana ulaşabiliyor. O beğeniyi aldığında da ‘tamam oldum’ diyor. Edebiyat genç nesillerde bu anlamda bir iletişim aracına dönüştü.”

Paşalı, Aytaç’ın edebiyatın modern dünyanın hızına ayak uydurması gerektiği görüşüne ise katılmıyor: “Modern dünya, şu an mevcut çağın hızına ayak uydurarak edebiyat yapıyor ve tam da bu yüzden yok oluyor. Edebiyat o hıza yetişemez. Bana göre edebiyatın varoluş sebebi sanatsal bir ihtiyaçtır. Ruhun sanata ihtiyacı var. Bu motivasyonla edebiyata başlayacaksak, o zaman o edebiyatın yolculuğuna, o dilin ilkelerine sadık kalmamız ve o sadeliğe dönmemiz gerek.”

Camtutan ve Hayal Günlüğü isimli iki hikaye kitabı olan Paşalı’ya göre edebiyatın temel malzemesi insan. Bu gerçek Avusturya’daki Türkçe edebiyat için de geçerli: “İster Avusturya’dan üretin, ister Türkiye’den üretin, fark etmez. Eğer sahih bir bakışla merkeze insanı alıyorsanız, o herkese hitap eder. Fransa’da yazılan klasik bir roman niçin Türk okurun ilgisini çekiyor? İnsanla ilgili olduğu için. Edebiyatın tek bir konusu var, o da insan. Dini, dili, nerede yaşadığı önemli değil.”

admin

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ulusaşırı Türk toplulukları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler