Melek Paşalı ile Avrupa’da Türkçe Edebiyat Üzerine Bir Söyleşi
Melek Paşalı, edebiyatla akademik düzeyde ilgilenen, yaptığı edebiyat okumalarıyla gençlere Türk edebiyatının klasik ve modern eserlerini sevdiren bir edebiyatçı. 2001-2008 yıllarında Viyana’da yaşayan Paşalı ile Avrupa’da Türkçe edebiyatı konuştuk.
7 yıl Avusturya’da yaşadınız. Viyana Türkçe edebiyat konusunda nerede duruyor sizce?
Benim Viyana ile ilk temasım Türkçe edebiyat üzerinden oldu. Podium isimli Avusturya’da çıkan bir edebiyat dergisine Ercüment Aytaç ve Gülmihri Aytaç tarafından Türk edebiyatı özel sayısı hazırlanmıştı. .Avusturya’daki edebiyat çevresiyle ilk temasım bu şekilde oldu.
Avusturya’daki Türkçe edebiyatla ilgili hareketliliğin, Türkiye’den Avusturya’ya gelen Türk öğrencilerin faaliyetleriyle yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Biz o gençlerle klasik edebiyat, tasavvuf edebiyatı ve modern edebiyat okumaları yaptık. Bu okumalara Avusturya’da doğup büyümüş Türk gençleri de tek tük katılıyordu. Fakat Avusturya’da doğan gençlerin Türkçesi, edebiyat yapacak kadar gelişmiş, ileri bir Türkçe değil. Bu nedenle oradaki gençlerin emek vermeleri, uzun vadeli bir edebiyat çevresine katılmaları, özel okumalar yapmaları gerekiyor.
Sabah Ülkesi isimli dergiyi de ilk kez Viyana’da çıkarmaya başlamıştık. Dergi etrafında canlı ve farklı bir edebiyat çevresi oluşmuştu. Ben Viyana’nın bütün yetersizliklerine rağmen verimli bir ortam olduğunu düşünüyorum. Bu biraz da şehrin ruhundan kaynaklanıyor. Viyana sanki kültür için tasarlanmış bir şehir. İçeriye girene “Ben kültür için varım” hissi veriyor. Doğal olarak orada ister Türkçe ister Almanca olsun, edebiyat kültürü adına yapılan şey kendine bir zemin buluyor.
Bununla birlikte Avusturya’da Türkçe edebiyatı idealize ederek gerçekten de uzaklaşmayalım: Sonuçta Avusturya, edebiyat dilinin Almanca olduğu bir ülke. Orada Türkçe yapılan bir edebiyat çalışması, azınlık statüsünde kalmak ve çok küçük lokasyonlarda gerçekleşmek durumunda. Bu da bir gerçek.
Avrupa’da Türkçe edebiyat ile üçüncü-dördüncü neslin ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının yurt dışındaki gençlere yönelik düzenlediği edebiyat eğitimlerine uzun zamandır katılıyorum. Bu gençlerle temas halindeyim. Gerçekten çok kabiliyetli gençler var. Edebiyat önce kabiliyet, sonra uygun zemin ister. Kabiliyetin işlenmesi, beslenmesi, geliştirilmesi gerekiyor. Kabiliyeti geliştirmek için de kişinin edebiyat yapacağı dilin kültürel ortamıyla temas içinde olması gerekiyor. Avusturya ya da diğer ülkelerde Türkçe var, ama Türk kültürü denilen şeyin canlı örneği yok. Doğal olarak da bu kabiliyetleri besleyecek mecralar yok.
Oysa edebiyat böyle bir şeydir. Türk edebiyatının ekolleri, dergileri vardır. Dergiler, ekoller, ortamlar ve gruplar edebiyatı besler. Aynı düşünce, aynı zevk, aynı duyarlılık etrafında toplanan insanların birbirlerini beslemesiyle oluşur edebiyat. Tek başına bir çaba değil. O yüzden birçok kabiliyetli gençten beklediğimiz şey çıkmıyor.
Avusturya’da, Almanya’da Türkçe yazan meşhur yazarların çoğu Türkçeyi eğitim dili olarak almış kişiler. Türkçe edebiyat zevkine sahip olarak oraya gitmişler. Ellerindekiyle oradakini birleştirerek edebiyat üretmişler.
Peki dijitalleşme bahsettiğiniz “kültürel havzadan ayrı kalmak” sorununu ortadan kaldırır mı? Örneğin Köln’deki bir gencin Ankara’daki edebiyat ortamına sanal olarak katılabilmesi Avrupa’da Türkçe edebiyatı geliştirir mi?
Bu imkan olarak çok güzel. Fakat burada önemli olan o imkânı sürekli aktive edecek bir motivasyonun olması. Göç kökenli bir gencin önce şu soruya cevap vermesi gerekir: Gerçekten edebiyatçı olmak için bir motivasyonum var mı?
Modern dünyada edebiyatın en büyük handikaplarından biri, bir otoritesinin olmaması. Otoritesi olmadığı için yeterliliğini onaylayacak ve kişiyi ona göre teşvik edecek bir mekanizması da yok. İnsan yazdığını yayınladığı anda onu okuyup beğenecek binlerce insana ulaşabiliyor. O beğeniyi aldığında da “tamam oldum” diyor. Başka bir yeterliliğe ihtiyaç duymuyor. Benim yeni nesilde gördüğüm bu. Herkes bir şey yazmak ve yayınlamak istiyor. Bir an önce yazar olarak anılmak istiyor. Edebiyat genç nesillerde bir iletişim şekline döndü. Ama edebiyat bu değil.
Peki Avusturya’daki bir genç hangi motivasyonla edebiyat yapsa, “işte doğru çıkış noktası bu” derdiniz?
Türkçe edebiyat yapacak birinin önce Türkçe düşünmek ve yazmaktan zevk alması lazım. İnsanın edebiyat yapacağı dile aşık olması ilk şart. O dilin edebiyatına yönelip eskisiyle yenisiyle temas edince oradan beslenmeye başlar. Bunun ardından kişinin kendi kabiliyeti meşrebince dışa vuracaktır.
Bugün dil aşkı olan insan bulmak zor. Çünkü bu yüzyılda dilin fonksiyonu değişti. Bir şiir okuyup ona hayran olmaktansa, “İnsanları nasıl etkilerim” motivasyonu ön planda. Dil burada sadece araç olarak kullanılıyor. Halbuki dile teslim olmak gerek. Bir gencin edebiyatçı olmasının bana göre ilk şartı, “Bu dile aşığım ve kendimi bu dile teslim etmek istiyorum.” demesidir. Çünkü dil iletişim aracı olmaktan çok daha öte anlama ve güce sahiptir.
Hız çağında yaşıyoruz. Edebiyat çağın değişimlerine intibak edip bu hıza ayak uydurmalı mı sizce?
Modern dünya, şu an mevcut çağın hızına ayak uydurarak edebiyat yapıyor ve tam da bu yüzden yok oluyor. Bu ilginç bir paradoks. “Şunu da yaparsam yetişeceğim” zannediyorsun, ama sürekli geride kaldığın bir yarış bu. Asla yetişemezsin, çünkü teknoloji ve kapitalist süreçler edebiyatın yetişebileceği şeyler değil. O bambaşka bir kulvar ve edebiyat buna yetişmek için yanlış bir yola girmiş durumda. Bana göre edebiyatın varoluş sebebi sanatsal ihtiyaçtır; bir şeyleri göstermek ya da pazarlamak değil.
Ruhun sanata ihtiyacı var. Sanatsal ihtiyacımızı karşılamak motivasyonuyla edebiyata başlayacaksak, o zaman o edebiyatın geçmişten günümüze uzanan yolculuğuna, o dilin ilkelerine ve tecrübelerine sadık kalmamız gerek. Sadık kalmakla formları taklit etmeyi kastetmiyorum. Edebiyat gerçekte hangi asli ihtiyaçla yapıldıysa, edebiyatçının o sadeliğe dönmeye razı olması gerekiyor.
Peki hitap edilen kitlenin bir önemi yok mu?
Edebiyatın belirli bir kitleye konuştuğu algısı çok modern bir yanılgı. Edebiyatın temel malzemesi insan. Bunu ister Avusturya’dan üretin, ister Türkiye’den üretin, fark etmez. Eğer sahih bir bakışla merkeze insanı alıyorsanız, o herkese hitap eder. Hele ki herkesin her yere ulaşabildiği bir çağda bence konumların önemi yok. Avusturya’daki bir edebiyatçının da Avusturya’ya ya da Türkiye’ye hitap etme gibi bir kaygı gütmesine gerek yok. Bir meseleye gerçekten bakacak samimiyet ve sahihlik önemli. Bir insana ait olan şey bütün insanları ilgilendirir.
“Avusturya’da şöyle bir konu var, bunun romanını yaparsam buradaki insanların ilgisini çeker, Türkiye’dekilere bu gitmez.” gibi bir kabul olmaz. Edebiyat tarihine bakalım: Dünyadaki klasik romanların hangisi küresel olduğu için okunuyor? Fransa’da yazılan klasik bir roman niçin Türk okurun ilgisini çekiyor? Neden okuyorum ben onu, oradaki hikaye benim hikayem olduğu için mi? Hayır, bir insanın hikayesi olduğu için. İnsanla ilgili olduğu için. Edebiyatın tek bir konusu var, o da insan. Dini, dili, nerede yaşadığı önemli değil. Bu parametreleri popüler edebiyat önemli yaptı.
Ben popüler edebiyatı ana edebiyat olarak görmüyorum. O bir sapma, popüler kültürün bir parçası. Edebiyatla uğraşacak kişinin buna karar vermesi gerekiyor. Ben popüler bir şey mi yapmak istiyorum, yoksa kanonik, yani ana yoldan mı devam etmek istiyorum? Öncelikli soru bu. Popüler olarak hangi konu ilgi çekiyor, hangi şey satıyor? Edebiyat bu sorulardan çok daha başka bir şey. Edebiyat önce yazarını ihya eder, ona başka dünyalar açar; sonra da okuyanını ihya eder. Şimdi edebi metinler bir şey ihya etmiyor. Çünkü edebiyat yapan insanların önce niyetleri bozuldu.
Bu korona sürecinde minimal bir yaşama dönen insanların artık asıl olanı keşfetmek isteyeceklerini düşünüyorum. En azında bir fırsat bu. İnsanlar karantinada evlerinde ekmek yapıyorlar, bu aslında geriye, asıl olana, sadeliğe dönme çabası. Bunun edebiyattaki karşılığı da oturup Fuzuli okumak olabilir.
Edebiyat, entelektüel bir fikre tutunmadan ilerleyebilecek bir şey midir?
Hayır. Edebiyat salt dille ilgili bir şey değil. Yoksa herkesin bir blog’da yazdığı şeyi edebiyat olarak kabul etmemiz gerekirdi. Bir şeyi edebiyat olarak kabul edebilmemiz için elbette bazı kriterler var. Gençler bunu görmedikleri için sadece kabiliyet yeterli zannediyorlar. Kabiliyet ilk şartlardan biri. Diyelim ki çok iyi bir görsel kabiliyetim var, bu benim film çekmeme yeter mi? Çok iyi kadraj görüyor olmam beni yönetmen yapmaz. Çok iyi cümle kurmak da yazar olmaya yetmez.
Avrupa’da yaşayan bir gencin bunlara ulaşmak için önce bir emek safhası lazım. Gençlerle yaptığım derslerde Avrupa’da doğup büyüyen gençlerin klasik edebiyatla hiç karşılaşmadığını görüyorum. Tanpınar 35 yaşından sonra klasik edebiyatı keşfettiğini söylüyor, “Edebiyatımızın ne olduğunu o zaman anladım“ diyor.
Bu durumda klasik edebiyatla, edebiyat otoriteleriyle yaşadıkları ülkelerde “karşılaşma” imkanı bulamadıkları için, Avrupa’da yaşayan gençlerin edebiyatla ünsiyet kurmaları da zor gibi…
Ben umutsuz değilim. Kişi için edebiyat kültürünü edinebileceği bir mahfil olmasa dahi, şimdi teknolojinin verdiği imkanlarla Türkiye’den bir edebiyat dergisini takip etmek bile bir mahalli takip etmek gibi. Dergiler okul görevi görürler. Edebiyat bütün diğer sanatlara göre çok daha avantajlı bir sanattır. Kişi birey olarak çalıştığında kendini geliştirebilir. Klasik edebiyat metinlerini kişi kendi başına okuyabilir.
Biz Fransız edebiyatı hakkında bir izlenim edinirken kalkıp Fransa’ya gitmiyoruz. Birkaç roman okuduğumuzda, Fransız edebiyatının mahfillerinde bulunmamış olsak bile, izlenimimiz oluyor. Edebi metnin kendisi bir mahfil gibi çalışır. O yüzden kişinin geçek edebi metinlerle karşılaşması gerekir. Bütün esaslı işler klasikle karşılaşmayla başlar bana göre. Bu her alanda bu böyle. İster sanat, ister bilim, o şeyin geçmişinde üretilmiş temel metinlerle, kazanımlarla karşılaşmamışsak onları göremiyorsak, bugünüyle de temas kuramayız. Edebiyat canlı bir organizma, onun bütününü görebilmek gerekiyor.
Alman toplumu ya da Avusturya toplumu Türkçe ile münasebeti genelde entegre olmamanın, paralel toplum oluşturmanın bir göstergesi olarak görebiliyor. Türkçe ile münasebeti bu şekilde olumsuz kodlayan bir zihne cevabınız ne olurdu?
Bir insanın başka bir ülkede yaşıyor olması anadilini unutmasını mı gerektirir? Tersini düşünelim, Türkiye’de ömür geçirmiş bir Alman’dan Türkçe edebiyat üretmesini mi beklemeliyiz? Bence insan nerede yaşarsa yaşasın anadilinde edebiyat üretme hakkına sahiptir. Dil insanın ilk vatanıdır. Bir edebiyatçı “vatan” denince önce dilini algılar. İnsanları sadece yaşadıkları ülkenin bir parçası olarak algılamak, onların bir geçmişi, kültürü ve dili olduğunu unutmak aslında insanı, doğasını unutmak, insanı nesneleştirmek demek.
Biz bugün Alman edebiyatının modern metinlerini Türkçeye çevirip okuyoruz. Neden insanlar farklı dillerdeki kitapları okuma ihtiyacı duyuyor? Çünkü edebiyat bütün insanlığın ortak üretimi, hangi dilde üretildiği önemli değil. İnsanlar aidiyetleri uyarınca hangi dilde üretiyorsa, bırakalım yapsınlar. Almanya’da Türkçe üretilen bir eser eğer merkeze insanı alarak bakarsak Almanya’ya da kârdır. Edebiyat hangi dilde üretilirse üretilsin üretildiği toplumun bir kazancıdır. Öyle ya da böyle..
Peki son olarak: Göç kökenli biri hangi dürtüden hareketle edebiyatla ilgilenir?
Edebiyatın bence sosyal ihtiyaçlara cevap vermek gibi bir çıkış noktası yok. Son 150 yıldır bu yapılıyor ve bence bu yanlış. Edebiyat her ne kadar bir “anlatı” sanatı olarak kabul görse de bence daha ziyade bir “anlama” sanatı; insanı anlama sanatı. “İnsan kimdir” sorusunun peşinden gitme sanatı.
Edebiyatın gerçek çıkış noktası bence bu merak. Bunu dilden ilham alarak aramak ve anlamak işi. Dile dair özel bir algısı olanların gezdiği, “bir şeyler anlattığı” bir mecra gibi düşünebiliriz. Kişi güzel bir mısra duyduğunda onu fark ediyor olmalı. İkincisi de insanın temel ihtiyacı olan sanat yapma ihtiyacını bizzat hissediyor olması gerekir. Buradan çıkan biri, bu kriterleri sağladıktan sonra içinde yaşadığı toplumdaki ötekileştirmeyi, entegrasyonu, istediği konuyu ele alsın. Ama çıkış noktası budur.
Bugün edebiyat ne yazık ki sonuçları üzerinden tanımlanıyor. Halbuki bunlar edebiyatın sonucudur, çıkış noktası değildir. Madam Bovary’nin hikayesini anlatmak için insan roman yazmaz. İnsan bir roman yazmak istediği için Madam Bovary’i fark eder. Doğru denklem budur. “Burada ilginç bir konu var, onun romanını yazayım” olmaz. İnsanın olduğu her yerde ilginç konu var. Gerçek duygu şudur: “Ben insana dair bir şey anlatmak istiyorum.” Önermeleri doğru kurmamız gerekiyor.