'Dosya: "Avrupa'da Türkçe Edebiyat"'

Ercüment Aytaç İle Avusturya’da Edebiyat Üzerine: “Türkçeyi Suni Olarak Yaşatmak Gerçekçi Değil”

Avusturya’da yaşayan Ercüment Aytaç, “Ve: Blues” isimli ilk romanını 1994’te yayınladı. Ardından 2016’da “Dunya brennt” isimli Almanca bir roman yayınladı. Graz Yazarlar Birliği üyesi olan Aytaç’la eserlerini ve Avusturya’da edebiyat yapmayı konuştuk.

Avusturya'da yaşayan edebiyatçı Ercüment Aytaç | Fotoğraf: Özel Arşiv

Göç hikayenizle başlayalım. Avusturya’ya gelişiniz nasıl oldu?

Aslında sıra dışı bir göç hikayemiz yok. Babamın memuriyeti döneminde Sivas’ta doğdum. Küçüklüğüm, ilk gençliğim ise Ankara’da geçti. Babam ekonomik nedenlerle 1980 yılında Avusturya’ya geldi. 1 sene sonra da biz geldik. Avusturya’ya geldiğimde 16 yaşındaydım. 

Ben önceden Ankara’da özel okulda okuyordum. Avusturya’ya gelince de doğrudan liseye (Gymnasium) başladım. Kardeşim ve benim Avusturya’daki başlangıcımız biraz daha kolay oldu.

Türk göçmenlerin edebiyatını adlandırmak için birçok kavram kullanılıyor. Siz Avusturya’da yaşayan bir yazar olarak edebiyatınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Misafir işçi edebiyatı, göçmen edebiyatı, transkültürel edebiyat…

İnsan ister istemez bir çekmeceye konuluyor. Ben bundan pek memnun değilim. “Göç kökenliysen, sadece Göç Edebiyatı yapabilirsin.” gibi bir beklenti var.

Bu beklentiyi ben de yaşadım. “Ve: Blues” isimli ilk romanımı Türkçe yazdım, Türkiye’de çıktı. “Ve: Blues” her ne kadar Almanya’da geçse de göçü konu alan bir roman değildi. Fakat bundan sonraki yazılarım, içinde bulunduğum çevreden dolayı göçmen edebiyatına kaydı. Beklentiler bu doğrultudaydı. Bunlara ödül veriliyordu. Göçmenler arasında bu tür yazanlar parlıyordu, bu alanda yazanlara herhangi bir yarışmada jürilik veriliyordu. Ben de yazarlık hayatıma böyle devam ettim. 20 sene sonra geriye dönüp baktığımda, tamamen zorlama bir durum olduğunu görüyorum. Aslında ben göçmenliği diğerleri gibi yaşamamıştım. Ankara’dan Salzburg’a gelmek benim için çok da büyük bir kültürel kırılma olmamıştı. Dolayısıyla aslında yazdıklarımın arkasında durduğumu söyleyemem.

Edebiyatçı dünyayı bir bütün olarak gözlemlemek durumunda. Bir göçmen olarak sadece kendi çerçevemi değil, her şeyi algılamak, gözlemlemek ve değerlendirmek zorundayım.

Sizin sorunuzun temelinde de böyle bir şey hissediyorum. Bana sunduğunuz opsiyonların hepsi göçmen edebiyatıyla ilgili. Ama ben kendimi bu kategorilerin dışında hissediyorum. Bu, göçmenlerle ilgili hiç hikaye yazmadığım anlamına gelmiyor. Tam tersi eserlerimde göçmenleri çokça kullanıyorum. Ama bunu özel bir kategori olarak görmüyorum.

Edebiyatçı dünyayı bir bütün olarak gözlemlemek durumunda. Bir göçmen olarak sadece kendi çerçevemi değil, her şeyi algılamak, gözlemlemek ve değerlendirmek zorundayım. Göçmen kökenli insanları kurgularıma taşıyabilirim. Ama yaptığım edebiyatı özel bir kategoriye sokmaz.

Peki Türk ya da Avusturyalı yazar tanımlamalarına nasıl bakıyorsunuz?

Ben kendimi Türk kökenli Avusturyalı bir yazar ya da Avusturya’da yaşayan bir Türk yazar olarak nitelendirilebilirim. Bunların hepsi güzel. Şimdiye kadar bazı yerlerde Avusturya’yı da temsil ettim. Frankfurt’ta, Amerika’da, New York’ta “Avusturyalı yazar” olarak lanse edildim. Bu beni rahatsız etmedi. Kültürümdeki Türk rengi benim için büyük bir zenginlik.

Göç kökenli yazarların bazıları sadece yerel dilde eserler verirken, bazıları sadece anadilde, bir kısmı da iki dilde eserler vermeye başladı. Sizin için Türkçe ya da Almanca yazmak ne anlam ifade ediyor?

Ben yazmaya Türkçe eserlerle başladım, hem kısa hikayelerim hem de romanım Türkçeydi. Fakat daha sonra yoluma Almanca devam ettim. 2016’da Almanca “Dunya brennt” (Dünya Yanıyor) isimli bir roman yazdım.

Bunun nedeni şu: Benim içinde bulunduğum çevre veya tiplemelerim Almanca konuşuyordu. Tiplediğiniz insan hangi dilde konuşuyorsa, o dilde yazmayı mantıklı görüyorum. Bir yazar olarak benim için anadil ya da yabancı dil geçerli değil, kurgumda yer alan tipler için geçerli. Onların ana dili neyse o dilde yazmak isterim.

Yani karakterler konuşurken Türkçe ya da Almanca tali mi kalıyor?

Romanda sıklıkla kullandığım bir teknik var, buna “bilinç akışı tekniği” deniliyor. Konuyu karakterlerimin kendi düşünce dünyasından anlatıyorum. Benim romanlarımda iç dünyadaki iç diyalog okuyucuya aksedilir. Üçüncü bir anlatıcı sesi olmaz. Karakterlerim iç dünyalarında da kendi anadillerinde konuşuyor ve düşünüyorlar. Ben de o dili yansıtıyorum.

Peki Almanca yazmak konusunda “piyasa” ne kadar etkili oluyor? Örneğin “Almanca yazarsam daha geniş bir kitleye ulaşırım” düşüncesi doğru mu?

Bence değil. Ben Türkçe yazdığımda okuyucu kitlem, Avusturya’da yaşayan Türkler değil, Türkiye’de yaşayanlar olacak. Avusturya’ya Türkiye’den gelenler belki Almanca konuşulan bir ortamda Türkçe eserleri okuyabilirler. Ama bu çok küçük bir kesim. Türkçe edebiyat okuyanlar zaten Türkiye’den getirdikleri kitapları okuyorlar. Avrupa’da Türkçe edebiyatın geniş bir kitlesi yok, geleceği de yok. Yani Türkçe yazıyorsam, Türkiye’deki okurları hedef kitle olarak göz önünde bulundurmam gerekiyor.

Piyasa açısından bir kaygım hiç olmadı. İçimden nasıl geldiyse öyle yazdım. “Dünya brennt”i Almanca yazmak istedim, öyle yazdım.

Burada başka bir konu önemli aslında. Başarılı bir kitap yazarı tarafından yazılmaz, yayınevi tarafından yapılır. Bir kitabın başarılı olabilmesi için piyasa şartlarının bir araya gelmesi lazım. “Ve: Blues” başarılı bir kitaptı, çünkü arkasında başarılı bir yayınevi vardı. “Dunya brennt” bir Kindle romanıydı. Başarılı olmadı çünkü onu başarılı yapacak bir ekip yok arkasında. Bu nedenle kitap çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamadı. Ulaşan kitleden de güzel dönüşler aldım.

“Dunya brennt”i Türkçe yayınlamayı düşünüyor musunuz?

Kitabı şu an Türkçeye uyarlıyorum ve Türkiye’de iyi bir ekiple çıkarılmasını istiyorum. Bugün Türkiye yayın piyasasında iyi bir ekip yakalamam Avusturya’ya kıyasla daha kolay. Türkçe uyarlamanın ardından Almanca piyasasını tekrar düzenleyeceğim.

“Türkçeye uyarlanıyor” demenizin özel bir nedeni var mı?

Var. Kitabın ruhunu iki dilde vermek kolay değil. Kitap tercüme edildiğinde bu dil yakalanamadı. Ben de bunun üzerine kitabı Türkçe olarak yeniden yazmaya başladım, o nedenle uyarlama diyorum. Sonunda da acaba Türkçede yakaladığım sahneleri tekrar Almancaya uyarlamam mümkün olur mu diye düşüneceğim.

Kitap benim için yaşayan bir eser. Yapılıp kenara konulan kitaplar, eski dünyanın ürünü. Yeni dünyada kitap devamlı değişimin bir parçası. Yani 2016’da Almanca çıkan kitabı, biraz daha farklı bir versiyonuyla yeniden yayınlamam söz konusu.

Şu an yaptığınız uyarlamadan hareketle: Bir kitabı Türkçe ve Almanca yazmak ne gibi farklar sunuyor çift dilli bir yazara?

“Dunya brennt” kitabında Türkler de var, Suriyeliler de. Bunları Türkçe yazdığım zaman, onlara daha iyi yaklaşıyor, düşünce akışlarına daha kolay girebiliyorum. Karşıma birtakım imkanlar çıkıyor. Önümdeki aynı metin ama Türkçeye çevirdiğim zaman o kişilerin anadilleri de Türkçe olduğu için daha plastik hale geliyorlar. Karakter değişmiyor ama daha renkli oluyor. Türkçe uyarlarken, aslında Türkçe olması gereken ama zamanında Almanca yazdığım pasajlarda açılımlar oluyor.

Avrupa’da Türkçe edebiyat hep Türkiye’den gelen kişilerin yaptığı bir edebiyat mıdır?

Benim böyle bir gözlemim var. Böyle de olması gerekiyor bence. Benim çocuklarımın Türkçe yazabileceklerini düşünmüyorum. Belki anadillerini öğrenip yazmak isteyen çıkar. Ama nihayetinde Almanca konuşulan bir ülkede Türkçe edebiyat, ancak Türkiye’den gelenler tarafından yapılır. Bu hayatına Almanca başlamış çocukların yapabileceği bir şey değil.

Neden?

Hangi dile daha yakınsanız o dilde yazarsınız. Benim çocuklarıma kafadan yapacakları bir hesap işlemi sorduğunuzda Almanca hesap ederler. Ben 39 seneden beri buradayım, ben Türkçe hesaplarım. Rüyalarımı genel olarak Türkçe görürüm. Rüyalarımda bazen hiç Türkçe konuşmamış insanlar bile Türkçe konuşurlar. İnsan ilk sosyal çevresinde öğrendiği dilde yazmaya daha yatkın bence.

Buralarda yetişen çocuklar kendi çevrelerinden etkilenecekler. Tiplemelerini, kurgularını oradan alacaklar, oradan beslenecekler. Kendi çevrelerindeki insanlar da hangi dili konuşuyorsa o dilde yazacaklar.

Peki üçüncü ve dördüncü nesilde Türkçe edebiyat teşvikle geliştirilemez mi sizce?

Bana biraz boşuna gibi geliyor bu çabalar. Burada yaşayan ve Türkçesini unutmuş kesim neye meylediyorsa o dili öğrenecek. Bugün dijital ortamda edebiyatla ilgilenen zaten azalıyor. Roman okuyanlar azaldı. Artık edebiyat dediğimiz şeyi rap metinlerinde görüyoruz. Böyle bir ortamda, insanlara, “Alın bu sizin atalarınızın konuştuğu dil, bu dilde roman okuyun, roman yazın” deseniz, çoğunluk bunu yapmayacaktır. Kültürel ve mesleki olarak nerden besleniyorsanız o dili konuşursunuz. Elbette Türkçe edebiyatı buradaki üçüncü ve dördüncü nesil arasında yaygınlaştırma çabası güzel. Ama bunlar kızgın taşın üzerinde bir damla gibi.

Bir de Türkçenin Avusturya ya da Almanya’da bu kadar canlı tutulması neden gereksin ki? Bir yerden sonra aslında ipin ucunu bırakmak gerekiyor. Çünkü burada yeni bir kültür oluşuyor, o kültürün kendine özgü bir dili var. O dili zenginleştirelim, çeşnisini fazlalaştıralım derseniz ona varım. Bir konu veririz, herkes içindeki dil neyse onu konuşturur. Türkçeyi suni olarak buralarda canlandırmaya çalışmak bana isabetli gelmiyor.

Peki Türkçe burada unutulmaya mahkum mu?

Hayır, kastettiğim bu değil. Bence her şey dönüşmeye mahkum. Türkçe hiçbir zaman ortadan kalkmayacak. Ama yeni bir dil oluşuyor Almanya’da, Avusturya’da.. Türkiye Türkçesi Türkiye’de konuşulacak, Almanya Türkçesi Almanya’da konuşulacak. Bu iyi ya da kötü tartışmıyorum, olmakta olan bu.

Bugün edebiyatta dijital ortamda değerlendirebileceğiniz ürünler ortaya çıkmak zorunda. Bu bir dil problemi değil aslında, bir form problemi. İnteraktif romanlar, internet üzerinden okunabilecek romanlar, yapay zeka ile ilintili romanlar… Artık formlar üzerinde durmamız gerekiyor. Burada dil belirleyici değil; insanların yaklaşımları, hız ve hareket modelleri belirleyici. 30 sene önce televizyonda müzik kliplerini seyrederken anne ve babam o kliplerde 3 saniyede bir değişen resimler nedeniyle çok yoruluyor, “kafamız bulandı” diyorlardı. Ama o hız bugün için az bile. Bugün eserlerin piyasaya girme ve piyasadan çekilme hızları da böyle. Bu hıza uygun kalıpları bulmamız gerekiyor. Bu durum dilin de çok üstünde bir olay.

Sizin eserleriniz, özellikle son kitabınız Avusturya çevrelerinde bir yere konumlanıyor mu?

90’lı yıllarda yoğun eser verdiğim zamanlarda ciddi bir karşılık bulmuştum. Eserlerim Viyana Üniversitesinde ders konusu olmuştu. Hatta bana devlet bursu ve çeşitli ödüller vermişlerdi. Almanya’da WDR “Ve: Blues”tan bir sahneyi radyo tiyatrosu halinde yayınlamıştı. O zamanın ardından yaklaşık 20 sene eser vermedim, 2016’ya kadar kendi kabuğuma çekildim.

Neden?

Edebiyatla hayatımı idame ettiremeyeceğim gerçeğiyle karşılaştım. Ne kadar ödül alırsanız alın, ne kadar okumalara giderseniz gidin, bir noktadan sonra aileniz ve maddi sorumluluklarınız büyüyorsa başka şeyler yapmak zorundasınız. Çok büyük bir yazar olmanız gerekiyor ki bu da piyango kazanmak gibi küçük bir şans. Öyle bir şansınız yoksa başka bir mesleğinizin olması şart. Ben tamamen bu nedenlerden dolayı 1990 yılında bütün dosyalarımı kapattım ve eğitimcilik yaptım. Ama uzun müddet bu dosyalar kafamda hep açık kaldı. “Dunya brennt” 17 sene boyunca açık kalan bir dosyadır.

Edebiyatla hayatımı idame ettiremeyeceğim gerçeğiyle karşılaştım. Ne kadar ödül alırsanız alın, ne kadar okumalara giderseniz gidin, bir noktadan sonra aileniz ve maddi sorumluluklarınız büyüyorsa başka şeyler yapmak zorundasınız.

2016’da beni bir kültür festivali için aradılar. Benden okuma yapmamı istediler. Bu okuma için aklıma yazdığım roman geldi, onu okuyacağım dedim. Programa 5-6 ay vardı. Fakat okuma yapacağım dosyaya baktığımda, o romanı yazdığım zamanla bugünün dünyası arasında fark olduğunu gördüm. Oturup o okumaya kadar romanımı tekrar yazdım ve 20 sene sonrasına uyarladım olayı. Bu şekilde yazmaya geri döndüm.

Batı Avrupa’da ırkçı deneyim, burada Türkçe konuşan gençleri edebiyata yönelten bir dürtü olabilir mi?  

Ben gereklilikten dolayı edebiyata yönelmenin sağlıklı bir şey olmayacağını düşünüyorum. Ailesiyle kahvaltı sofrasında şimdiye kadar hiç şiir, edebiyat konuşmamış bir insanın bir gereklilik nedeniyle edebiyata yönelmesi kaliteli olmaz.

Edebiyata yönelmede herkesin kendine has bir motivasyonu var. Kimisi kendini göstermek, bir şeyler sergilemek ister; ondan dolayı edebiyata yönelir. Kimi çevresini gözlemler ve onu harmanlayıp bir eser haline getirmek ister. Kimisinden birileri bir şeyler ısmarlar, öyle edebiyata başlar. Motivasyonlar çeşitli.

Her yazarın içinde bir Kafka; karanlık ve bulutlu bir hava vardır. “Ben yaşadığım bu karanlık havayı bir kurguya dönüştürmek istiyorum, insanlara ulaştırmak istiyorum” dürtüsü olabilir tabii. Ama “Biz burada eziliyoruz, bu ezikliği ben şiir yazarak ifade edeyim” motivasyonundan güzel bir şey çıkmaz.  

Dindar insanın edebiyat üretim sürecinde konu kısıtlaması gibi handikapları var mı sizce?

Ben kendimi dindar olarak tanımlıyorum. Şimdiye kadar hem edebiyat yaptım, hem müzikle ilgilendim, başka sanatsal çalışmalarım da oldu. Dindar olmak insana belli sınırlar çiziyor. 90’lı yıllarda Türkiye’den diziler için bir senaryo ekibine katılma teklifi gelmişti. Ben bunu tamamen dinî kaygılarımdan dolayı reddettim. Edebi olarak dinî inancımla bağdaşmayan bir sahneyi kağıt üzerinde yazabilirim. Ama bunun gerçek oyuncular tarafından oynanmasına sebebiyet vermek istemem. Benim kurgum hayal ürünü, ama insanların bunu oynaması gerçek bir durum. Buna vesile olmak istemediğim için senaryo piyasasına girmek istemedim.

İkincisi, insanları karamsarlığa itecek şeyler yazmak istemem. Karamsarlığa çıkan, intihara uzanan konuları dinî kaygılarımdan dolayı yazmam. İnsanların düştüğü bunalımları anlatırım, bu edebiyatın gerekliliklerinden biri. Ama bunların insanlara karamsarlık vermesini, kesinlikle istemem. Çünkü bence umutsuzluk insanoğlunun en büyük karanlığı.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler