Sadık Yemni ile Avrupa’da Türkçe Edebiyat Üzerine: “Geleceğin Kafkaları Yetişebilir”
Uzun yıllar Hollanda’da yaşamış, edebiyatın polisiye, bilim kurgu, fantastik ve gerilim türlerinde otuz küsur eser vermiş olan Sadık Yemni ile Hollanda’da Türkçe yazın deneyimi hakkında konuştuk.
Kırk yıla yakın bir süre Hollanda’da yaşadınız. Türk yazar/Hollandalı yazar ayrımında kendinizi nasıl konumlandırırsınız?
Ben kitaplarımı Türkçe yazdım ve onları ilk defa 1987 yılında Hollandacaya çevirdim. O zaman bana sizin sorduğunuz soru sıkça yöneltildi. Nerede doğarsanız doğun, insan hangi dilde yazıyorsa o dilin yazarıdır. Ben Türkçe yazıyorum, Türkçenin yazarıyım. Fakat yaşadığım yer Hollanda, Hollandaca konuşuyorum, Hollandaca düşünüyorum, rüya görüyorum. Oranın dinamiği beni her saniye etkisi altında tutuyor. Hatta farkında bile olmadan dünyaya Hollanda üzerinden baktığımı görüyorum. Elbette yazarın formasyonu da etkili, fakat dil yine de bence en kapsayıcı temel.
Siz de dâhil olmak üzere ilk dönemlerde Hollanda’da Türkçe edebiyat yapanlar hangi konuları eserlerine taşıdılar?
1970 ortalarından başlayan, 1980 başlarında filizlenen bir göçmen edebiyatı var. Bu göçmen edebiyatı, aşağı yukarı bir ağıt türündedir. Hollanda’da Türkçe olarak ortaya çıkan ilk öykü kitapları (genellikle öykü kitabıydı, roman yoktu) şikayet doluydu. Yabancı işçiler, birinci kuşak ve onların sorunlarının bir harmanıydı. Göçmen edebiyatının bir özelliği de budur aslında, edebiyatın kalitesinin yanı sıra verdiği mesaj ön plandadır. Ben de aşağı yukarı buradan başladım.
Örneğin, 70’li yıllarda Hollanda’da ihbar üzerine polis baskınları yapılıyordu. Ankesörlü telefona 25 cent atıp, polise “Şurada kaçak bir işçi oturuyor” denildiğinde polis gidip onu alıyordu. Böylece oturum izni olan işçiler diğerlerine, “25 kuruşluk canın var” diyorlardı. Ben böylece “25 Kuruşluk Ali” diye öykü yazdım. Bu hakikaten bir göçmen edebiyatı. O sırada birebir yaşanıyor, hayati bir mesele.
Bu eserler nasıl bir öneme sahip?
Her romanda kurgu ve dilin yanında zamanın ruhu ve sosyolojisi yer alır. Bu eserler dönemin psikolojisini, sosyolojisini, o zamanın ruh halini anlatır. Bu biraz çocukluğunuzda yemeyi sevdiğiniz, ama artık bulamadığınız yiyecekler gibidir. O dönem geçmiştir, o tadı ancak edebiyat eserlerinde bulursunuz. O nedenle bence bu edebiyat eserlerinde göçmenlerin hayatına ne kadar nüfuz edildiği ve o devrin nasıl verildiği önemli bir yer tutuyor.
“Göç edebiyatı” olarak adlandırılan ilk dönem eserlerinin çehresi de zamanla değişti. Siz bu meseleye nasıl bakıyorsunuz ve eserlerinizi bu değişimin neresinde görüyorsunuz?
Bahsettiğim gibi, bir süre ağıt mesajı ön plandaydı. Yani hep sorunları olan, bu sorunları bir türlü halledemeyen, bir türlü çevresi tarafından anlaşılmayan, anlaşılmanın önünde dil bariyeri olan insanların öyküleriydi bunlar başlangıçta.
Fakat sonradan özellikle 90’ların sonu ve 2000’lerin başında açıkça gördüğümüz gibi bir kısım yazarlar daha ciddi romanlar yazmaya başladı. Duruma daha soğukkanlı, insan doğası tarafından bakan, yerel dilde yazan, tarihsel gelişimlere önem veren, gerçek romana ve öyküye ciddi yaklaşanlar oldu. Bu çok sıhhatli bir gelişme.
Göçmen edebiyatı saf göçmen edebiyatı şeklinde bir müddet daha var oldu, daha sonra sönümlendi denebilir. İçinden az sayıda da olsa onu aşan daha gerçek romanların, öykülerin, yabancılığa ve yerliliğe uzaktan bakan değil, onu içeriden tanıyan iyi yazarların da çıktığını gördük. Bir tanesi de benim.
1993 yılında Amsterdam’ın Gülü adlı romanımla polisiye alanındaki ilk eserimi verdim. Oradan fantastik, bilim kurgu, gerilim alanlarına geçtim. Kayıp Kedi (2015) yerel siyasetin rol oynadığı bir polisiye romandır. Farklı türler denemeyi severim. “Durum 429” adlı bir mizah romanım da var mesela. Bu arada son on yılda iki Amsterdam romanı yayımladım. Göçmen yazıma devam yani. Son romanım Çağrılan (2019) bilim kurgu-polisiye türünde ve mesajıyla bir ilk olma niteliğine sahip.
Peki yazdıklarınıza Türkiye’de olduğu gibi Hollanda da karşılık bulabildiniz mi?
İyi bir öykü, matematiği sağlam kurgu her zaman her yerde ortalama okuru yakalayacaktır. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, her okurun da kendine has bir beklentisi var. Ben Hollanda’da da Türkiye’de de yazdıklarımın karşılığını gördüm. Karşılık derken salt maddi karşılık anlamında söylemiyorum, daha çok bir okur sorumluluğu şeklinde bir karşılıktan bahsediyorum.
Hollandaca yazmak ile Türkçe yazmak arasında nasıl farklar var? Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli gençlere hangi dilde yazmalarını önerirsiniz?
Hollanda’da 1987 ile 2013 arasındaki çeyrek yüzyılda bir sürü öykü yarışması yapıldı. Bunların birçoğunun organizesinde ve jürisinde yer aldım. 2000’li yılların başından itibaren gençlere, “ister Hollandaca ister Türkçe, hangi dili iyi kullanıyorsanız o dilde yazın” dedik. Bu arada Türkçe yazmaya çok özendirdik. Metinler düzelttim, o insanları onore ettik. Öykülerinin sağlam taraflarını vurguladık ve bu sonuç verdi. Buradan filizler fidanlar çıktı. Herkes profesyonel yazarlığa geçemeyebilir. Ama güneşi, gübreyi, suyu ayarladığınızda filizlerin boy verdiğini gözlerimle gördüm.
Bana sorarlardı, “Benim Türkçem zayıf ama Hollandacam çok iyi, öykü yarışmasına katılacağım, hangi dilde yazayım?” Ben derdim ki: “Hangi dilde rüya görüyorsun? Hollandaca mı? O halde o dilde yaz.” Bir insan için rüya gördüğü, düşündüğü, aklına kelimelerin otomatik olarak geldiği dil hangisiyse o dilde yazmalı. Ayrıca kişi Hollanda’da yaşıyorsa, oradan bir yere gitmeyecekse, orada kalacak, hayatını orada sürdürecekse, o zaman kesinlikle Hollandaca yazmasını tavsiye ederim.
Yazmak söz konusu olduğunda bir yanda anadili koruma meselesi, diğer yanda yaşadığı topluma sesini duyurma çabası var. Bu çetrefilli bir mesele değil mi?
Ben burada bir sıhhat belirtisi görüyorum. Bu sorun bir türlü bitmiyor. Bitmemesinde de bir hayır var. Çünkü bitmesi yerel dilin kesin zaferi anlamına gelir.
Genel olarak sanki Avrupa’da Türkçe edebiyat Türkiye’den gelen eğitimli kesimin omuzlarında yükseliyor gibi. Siz buna ne dersiniz?
Bence buradaki Türkçe edebiyat, sadece Türkiye’den Avrupa’ya gelmiş eğitimli kimselerin edebiyat alanına girmesinden ibaret değil. Hollanda’da doğup orada eser verenler de var.
Sizce göç kökenli bireylerin yazar olarak bulundukları ülkelerde nasıl avantajları var?
Neyi anlatırsanız anlatın, 90’lardan itibaren Avrupa’da Türk olmak, Müslüman olmak başlı başına bir vakadır. Sadece bunun romanını yazmak bile ciddi kaliteli eserlerin ortaya çıkması demek. Elimizde çok güçlü malzemeler var. Sıradan bir Avrupalı yazar bizi kıskanmalı mesela. Çünkü o tuzu kuru oturuyor ve yıllardır ekmeğini yediği neoliberal sistemin çeşitli derecelerde kurbanı oluyor.
Durumumuzu düşünün: Bir yafta ile yaşamınızı sürdürüyorsunuz. O etiketi reddetmenin insan karakteri üzerinde, insanın ruh dünyasında yapacağı tesirler harika bir roman konusu olur. Daha soğukkanlı bakacak olursak, sonuçta bir romandan beklediğimiz şey, bir Avrupalı romancının romanından beklediğimiz şeyden farklı olmamalı. Onda anlatımdaki akıcılık, kurgudaki yetkinlik ve benzeri anlamda ne bekliyor ve neleri övüyorsak o bütün beklentilerimiz Türkçe ya da başka dilde yazan bizden kimselerin eserinde de bulunmalı. Fakat burada farklı bir kökene sahip bir yazar olmak inanılmaz bir avantaj sağlar.
Ben biraz da topun bizim ayağımızda olduğunu düşünüyorum. Türkler, Müslümanlar, farklı gruptan insanlar avantajlı durumda ve onların yazdıkları ile “neden biz olaya böyle bakmadık” dedirtmeleri mümkün. Bu bizim müthiş bir zekamız olduğundan, yeteneğimiz tavan yaptığından olmayacak. Kültür hazinesi, birikim ve kullanmaya kullanmaya pasifleşmiş bir potansiyelin birazcık harekete geçmesiyle olacak.
Müslümanların Avrupa’da karşı karşıya kaldığı duruma siz de biraz değindiniz. Aşırı sağ ve İslamofobi endişe doğuruyor. Edebiyat burada bize nasıl yardım edebilir?
Ben Hollanda’da 90’lardan itibaren İslamofobinin yükselmesine adım adım tanık oldum. 2004 yılında Theo van Gogh öldürüldükten sonra bir infial oldu. Bizzat o tansiyonu gördüm. Fakat soğukkanlı ve sabırlı bir şekilde konuşulabildiğinde bazı şeylerin karşılıklı yumuşayabildiğine de çok tanık oldum. Bir eser vereceğiz ve insanlar bir anda İslamofobi, ırkçılık ve ayrımcılık hakkında bilinçlenecek gibi bir şey olamaz. Ama sizin romanınız, yaptığınız film insanları düşündürebilir. Soğukkanlı bir iletişim her zaman olumlu sonuç vermiştir.
İnsanları daha fazla düşünmeye ve anlayışa sevk edecek eserler her zaman olacak. İnsanları galeyana getiren eserler de olacak. Top bizim ayağımızda derken bunu kastediyorum. Geleceğin şekillenmesinde bizim eskisine göre daha büyük rolümüz olabilir. Belki böyle değildir, ama bunu düşünmek bana güç veriyor.
Daha farklı bir soruyla devam edelim. Okur beklentisi eserlerinizin içeriğini etkiledi mi? Özellikle Hollanda’da yaşadığınız dönemde ve o sosyolojiyi ele aldığınız eserlerinizde “Türkiye’deki okura yazdığım eseri nasıl okuturum” kaygısı güttünüz mü?
Öncelikle okura ve beklentiye göre hareket edilmemeli. Bu hızlıca aşılması gereken bir hamlık ve acemilik evresi. Yazmak isteyenler en iyi kontrol edebildiği ve kullanabildiği dilde, kurgu, karakter ve akıcılık yönünden elinden gelenin en iyisini yapmalı. Yazacağı eserin sadece belirli ülkelerde değil, tüm dünyada okunacağı düşüncesinden hareketle yazmalı.
İnsanlar konjonktürün ve şartların değişmesiyle hareket ediyorlar. Ben değişimin Avrupa’dan Doğu’ya doğru kayacağını düşünüyorum. Burada Türkçe gibi bir dil kütlesi var ve buradan gelenlerin Türkiye orijini var. Onların içinden yetenekli kimseler birçok alanda tahminimizden daha fazla ve nitelikli eser verecekler.
Bir söyleşinizde bahsediyordunuz “Geleceğin Kafka’ları” diye. Yoksa bunlar onlar mı?
Ben Kafka’yı çok karamsar bulurum. Kendi çözümlerinin üstüne gitmez, etrafında dolanır. Bu bağlamda Kafka’nın aynısını kastetmiyorum. Çünkü farklı bir kültüre mensubuz, istesek de Kafka olamayız. Ama “Geleceğin Kafka’ları” derken, bir ülkede başka bir kültür birimi şeklinde yaşayan insanların arasından çıkması anlamında bu tabiri kullanıyorum. Özellikle edebi ilginin yoğunlaştığı nadir yerlerden daha optimist, daha canlı, daha farklı türde kaliteli yazarlar çıkacağına inanıyorum.
Son olarak yazmak isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Birincisi bir ideolojiniz varsa onu çöpe atın. İdeoloji ile roman yazılmaz, at gözlüğü ile önünüzü kapatır. Yazarken hangi türde yazmak istiyorsanız o türün en başta gelen eserlerini okumanız ve analiz etmeniz gerekir. Ne kadar çok kitap okuduğunuz değil, o kitabı ne kadar iyi okuduğunuz önemli. İnsanın yazarlığa geçtiği an kaliteli okur olduğu andır. Okurluğunuzdaki en üst kalite, yazarlıktaki kaliteye geçiş yüksekliğinizdir. “Ne ka okur o ka yazar” diyelim.