Richard Jackson: “Terörizmi Tarihsellikten Arındırmak, Egemen Güç Yapılarının Çıkarına Hizmet Eder”
Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Richard Jackson, aynı zamanda Eleştirel Terörizm Çalışmaları isimli akademik derginin de kurucu editörü. Jackson ile “Eleştirel Terörizm Çalışmaları”, Gazze ve devlet şiddeti hakkında konuştuk.

Genel bir soruyla başlamak istiyorum: Eleştirel Terörizm Çalışmaları (Critical Terrorism Studies) ile geleneksel/ortodoks Terörizm Çalışmaları arasında çeşitli farklar var. Sizce en dikkat çekici farklar hangileri?
Eleştirel Terörizm Çalışmaları ile ortodoks terörizm çalışmaları arasındaki temel fark, eleştirel çalışmaların terörizmi nesnel bir olgu değil, toplumsal bir inşa olarak görmesidir. Yani politik şiddet gerçek ve acımasız bir olgu olmakla birlikte, bu şiddeti isimlendirme ya da etiketleme eylemi sadece tanımlayıcı değil, toplumsal olarak belirlenen bir süreçtir. Bir şeye isim vermek güçlü bir eylemdir ve gerçek dünyada somut sonuçlar doğurur. Bu durum, terörizmi nasıl çalıştığımız, “terörizm” olarak etiketlenen politik şiddet eylemlerine nasıl karşılık verdiğimiz ve bu eylemleri gerçekleştiren kişilere nasıl muamele ettiğimiz konusunda önemli sonuçlar doğurur.
Eleştirel ve Ortodoks Terörizm Çalışmaları arasındaki diğer farklar ise, terörizm ve terörle mücadelenin nasıl yapıldığı, bu konuda ne tür bilgilerin mümkün olduğu ve bu bilginin hangi etik ilkeler ya da normatif amaçlara hizmet etmesi gerektiğiyle ilgili. Bu açıdan Eleştirel Terörizm Çalışmaları, bilgi üretiminde daha geniş bir yöntem yelpazesini kabul eder ve ulusal güvenlikten ziyade özgürleşme ve insan haklarını önceliklendirir.
Yine genel bir soruyla devam edelim: “Terörizm” kategorisini nasıl tanımlayabiliriz?
Eleştirel Terörizm Çalışmalarında biz genelde terörizmi, belli bazı politik şiddet biçimlerine uygulanan toplumsal bir etiket olarak tanımlarız. Bu anlamda Eleştirel Terörizm Çalışmaları, terörizmin belirli ve sabit bir tanımına karşı agnostiktir; yani bu kavramın farklı bağlam ve tarihsel dönemlerde farklı şekillerde tanımlandığını kabul eder. Bu alanın içinde bazı yaklaşımlar terörizmi tanımlamaya çalışır ama bu tanımın hem devlet dışı hem de devlet aktörlerine tutarlı şekilde uygulanmasında ısrar eder.
Buna karşılık ortodoks yaklaşımlar, terörizmi yalnızca devlet dışı aktörlerin, korku veya yıldırma yaratmak amacıyla gerçekleştirdiği politik ya da dinî motivasyonlu şiddet eylemleri olarak tanımlar. Bildiğiniz üzere, iktidar sahibi aktörler (yani devletler), “terörizm” kavramını giderek genişleterek, şiddet içermeyen protesto ya da direniş biçimlerini dahi bu kapsamda tanımlamaya başlamış durumdalar.
Terörizme geleneksel yaklaşım; bağlamsızlık, tarihsellikten kopukluk, devlet merkezli bakış ve saha çalışması eksikliği gibi yönlerden eleştiriliyor. Bu alanda çalışan akademisyenlerin çoğu, devlet merkezli bir yaklaşımı benimsiyor. Sizce bu devlet merkezli akademik yaklaşım, son yıllarda terörizm ve terörle mücadele politikaları etrafındaki söylemi nasıl etkiledi?
Bence geleneksel yaklaşım hem terörizm söyleminde hem de terörizm olarak etiketlenen eylemlere verilen politik tepkilerde baskın hâle gelmiş durumda. Bu yaklaşım, neredeyse tüm devlet dışı şiddet biçimlerini nesnel olarak “terörizm” olarak gören bir bakış açısını merkeze alır. Bunun ötesinde bir de şeytanlaştırma süreci yaşanmıştır. Sosyolog Lisa Stampnitzky, 1970’lerden itibaren terörizm kavramının, modern kötülüğün ve nihilist şiddetin bir biçimi olarak anlam kazandığını ve bu nedenle doğası gereği ahlaki açıdan gayrimeşru görüldüğünü belgelemiştir. Bu da terörizmin bağlamından koparılmasına ve siyasileştirilmesinin engellenmesine neden olmuştur.
“Teröristler”, bu söylemde kötülüğün sembolü hâline gelmişlerdir. Bunun sonucu olarak da devletler, “terörist” olarak görülenlerle müzakere etme ya da onların şikâyetlerini dikkate alma zorunluluğu hissetmez; çünkü bu kişiler artık insan toplumunun dışında konumlandırılır ve onlara temel insan hakları dahi tanınmayabilir. Terörizm, bu söylemde varoluşsal bir tehdit olarak kodlandığı için, devletler bu tehdide karşı savaş açmakta, onu engellemek adına trilyonlarca dolar harcamakta ve hatta ulusal ve uluslararası hukuk düzenlerini altüst etmektedirler.
Terörizme yönelik daha geleneksel yaklaşımlar, siyasi motivasyonlu şiddeti doğuran eşitsizlik dinamiklerini ve ezilen grupların deneyimlerini göz ardı ediyor. Kamuoyunda bu eşitsizlik ve sömürülere işaret edilmesi, sanki terörü meşrulaştırmak gibi algılanıyor. Bu paradoksu güncel tartışmalar bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ezilen ya da alt sınıf gruplardan gelen politik şiddetin tarihsel ve maddi köklerinin görmezden gelinmesinin nedeni, bu gerçeklerin kabul edilmesinin devletlerin kendi zulümlerini, çıkar odaklı niyetlerini, baskılarını ve şiddetini kabul etmeleri anlamına gelmesi. Aynı zamanda bu, ezilen grupların haklı taleplerini de meşrulaştırır. Kısmen bu sebeple, “terörizm” söylemsel olarak modern bir “şeytanlık” biçimi, nihilist ya da fanatik bir şiddet olarak yeniden inşa edilmiştir.
Terörizmi tarihsellikten ve siyasetten arındırmak, egemen güç yapılarının çıkarına hizmet eder. Bu durumda terörizm, cadılık ya da bir virüs gibi, tarihler üstü bir “bulaşıcı kötülük” formuna dönüşür. Bunu hem siyasetçilerin hem de medyanın kullandığı dilde hem de bazı terörizm uzmanlarının söylemlerinde açıkça görebiliriz.
Son 30 yılda terörizm ve terörle mücadele politikaları tüm dünyayı şekillendirdi. Günümüzdeki politik şiddet ve “terörist” eylemleri nasıl yorumluyorsunuz? Örneğin Eleştirel Terörizm Çalışmaları Taliban ve IŞİD gibi gruplara nasıl bakıyor?
Taliban ve IŞİD gibi grupları yorumlamanın birçok yolu var ve bu yolların çoğunda “İslam”, “fanatizm”, “aşırılıkçılık”, “kötülük” gibi kavramlara başvurma gereği duyulmaz. Ancak bunları anlamanın bir yolu, bu grupların ortaya çıktığı bölgelerin jeopolitiğine ve tarihine bakmak, dış müdahalelerin ne şekilde gerçekleştiğini ve bu müdahalelerin yerel siyaset, kültür ve kalkınma süreçlerini nasıl sekteye uğrattığını incelemektir.
Bir diğer yaklaşım ise, bu grupların, toplumlarına uygulanan kitlesel politik şiddete bir yanıt olarak ortaya çıktığını göz önünde bulundurmaktır. Joseba Zulaika, terörle mücadelenin “kendini gerçekleştiren kehanetinden” sıkça bahseder. Bu kavram, daha önce ABD dış politikasının “geri tepme” etkisi olarak biliniyordu. Önemli olan şu ki, bu tür gruplar asla bir boşlukta ortaya çıkmaz; genellikle başka eylemlere verilen birer yanıttırlar. Bu dinamik bir süreçtir. Bu nedenle, herhangi bir “terörist” grubu ya da eylemi tarihsel bağlamına oturtmak ve siyasal arka planını görmek büyük önem taşır. Aksi takdirde bu oluşumlar sadece “kötülük” olarak görülecek ve anlamlandırılamayacaktır.
Siz Gazze’deki savaşı “soykırım” olarak tanımlıyor durdurulması için her şeyin yapılması gerektiğini söylüyorsunuz. Birçok kişi İsrail’i “soykırımcı bir devlet” olarak tanımlarken, İsrail ise kendisini “terörle mücadele eden” bir ülke olarak takdim ediyor. Bu tezatı nasıl yorumlamalıyız?
İsrail’in “terörle mücadele” söylemi, son 25 yılın hâkim anlatısından ve küresel terörle savaş söyleminden doğrudan alınmış durumda. Bu durum, terörizmin mutlak bir kötülük olarak sunulmasının, neredeyse her türlü tepkiyi -soykırım ve kitlesel öldürme dâhil- meşrulaştırdığını gösteren açık bir örnektir.
Terörizm o kadar “kötü” bir şey olarak sunuluyor ki, devletin uyguladığı şiddet onun yanında önemsiz gösteriliyor. Eleştirel Terörizm Çalışmaları alanında bizler uzun süredir bu söylemi çözümlemeye ve bu yanılsamayı yıkmaya çalışıyoruz. Çünkü gerçekte devlet şiddeti, devlete ait sonsuz şiddet kapasitesi nedeniyle, devlet dışı şiddetin asla erişemeyeceği ölçüde daha fazla insanı öldürüyor ve yaralıyor. Ayrıca devlet dışı şiddet nadiren varoluşsal bir tehdit oluşturuyor.
Biz ayrıca şunu da göstermeye çalışıyoruz: Devletler terörizme karşı insan haklarını askıya alarak ve baskıcı yöntemlere başvurarak karşılık verdiğinde, bu yaklaşım sadece hedef alınanları değil, herkesin insan haklarını tehdit eder. Bu özel örnekte, ABD ve İsrail, terörle mücadele bahanesiyle uluslararası hukuku ve insan hakları normlarını ciddi şekilde zedelemektedir. Aynı zamanda bu yaklaşımın işe yaramaz olduğunu ve hiçbir zaman terörizmi bitirmediğini göstermeye çalışıyoruz.
ABD, Taliban’ı yenemedi. İsrail ise daha önce defalarca Hamas’ı ve Hizbullah’ı yenemedi. Yine de bu kez başarılı olacaklarını zanneden yanılsamalı bir ısrarla aynı hataları tekrarlıyorlar. Eleştirel Terörizm Çalışmaları araştırmacıları için en acı veren şey, devletlerin hep aynı hataları yapması ve bunun bedelini her defasında masum sivillerin ödemesi.
Jacob Bercovitch ile birlikte kaleme aldığınız “Yirmi Birinci Yüzyılda Çatışma Çözümü: İlkeler, Yöntemler ve Yaklaşımlar” adlı kitapta barışı koruma, uluslararası hukuk ve uluslararası müzakere gibi kavramları ele alıyorsunuz. Bu kavramlar özellikle 7 Ekim sonrası dönemde sıkça duyduğumuz kavramlar hâline geldi. Ancak Gazze’deki soykırım hâlâ devam ediyor. Sizce kronik çatışma bölgelerinde, çatışma çözümünde nerede tıkanıyoruz?
Şu anda şiddetli çatışma ve soykırımlarla başa çıkmak için kurulmuş uluslararası yapı ve süreçler konusunda ciddi şekilde hayal kırıklığına uğramış ve karamsar durumdayım. Artık bu kurumların ve süreçlerin büyük ölçüde ABD ve diğer büyük güçlerin bunlara riayet etmeye istekli olup olmamasına bağlı olduğu açıkça görülüyor.
Eğer bu mekanizmalar büyük güçlerin çıkarlarıyla çelişirse, işlevsiz hâle geliyorlar. Hatta kötümser bir bakışla, bu yöntemlerin esasen büyük güçlerin kendi çıkarlarını yaptırımsız şekilde takip edebilmesi için kılıf olarak oluşturulduğu bile öne sürülebilir.
Gazze savaşı, uluslararası düzene açıkça “Kral çıplak!” dedi. En azından, ABD ve İsrail’in yaptıkları, diğer devletlerin de benzer şekilde -soykırım ve savaş suçları dâhil- büyük çaplı insan hakları ihlalleri işleyebileceğine ve ceza almadan kurtulabileceğine dair bir “yeşil ışık” yaktı. Bu bağlamda, dünya halklarının elit siyasete ve elit kurumlara güvenemeyeceği mesajı çok net. Zaten bu noktaya iklim krizi bağlamında da çoktan varmıştık. Belki de değişimi sağlayacak tek yol, halk gücünün kitlesel mobilizasyonuyla mümkün olabilir: Doğrudan eylemler ve kitlesel, şiddet içermeyen hareketler… Küresel ekonomik yaptırım hareketi ve sivil toplumun İsrail ile ABD üzerindeki baskısı sayesinde zamanla bir değişim, hatta bir adalet umudu doğabileceğini düşünüyorum.
Devlet terörü ile devlet dışı terör arasında yapılan ayrım oldukça dikkat çekici. Günümüzde devlet terörüne örnek olarak neler verebilirsiniz?
Günümüzde büyük çaplı bir devlet terörü yaşanıyor. İsrail’in Gazze, Batı Şeria, Lübnan ve başka yerlerdeki eylemleri bunun en bariz örneği. Ancak Myanmar, Rusya, Türkiye, Eritre, Etiyopya gibi ülkelerdeki şiddetli devlet baskısı da buna dâhil edilebilir. Ayrıca şu anda Sudan’daki bazı devlet güçlerinin uyguladığı şiddet de bu tanıma giriyor. Gerçek şu ki, günümüzdeki terör eylemlerinin ezici çoğunluğu devletler tarafından gerçekleştiriliyor.
Eleştirel Terör Çalışmalarının geleneksel terörizm çalışmalarına yönelttiği en büyük eleştirilerden biri, çağdaş terörizmi büyük ölçüde 11 Eylül sonrası ortaya çıkmış bir olgu olarak çerçevelemesi. Sizce “terör” ve “terörle mücadele” söylemi, “Müslüman öteki”nin inşasına nasıl katkı sağlıyor?
Terörizm söyleminin temel özelliklerinden biri, belirli grupları ötekileştirmesi ve şeytanlaştırmasıdır. Örneğin, Birleşik Krallık’ta “Sorunlar” (The Troubles) olarak bilinen dönemde, İrlanda kökenli insanlar potansiyel terörist olarak damgalandı. Bu insanlar “şüpheli topluluk” olarak adlandırılmışlardı.
Aynı durum 11 Eylül’den sonra Müslümanlar için de geçerli oldu. Bu söylem günümüzde de devam ediyor çünkü kurumlara, uygulamalara, medyaya ve popüler kültüre derinlemesine yerleşmiş durumda. Aynı zamanda ulusal kimlik söyleminin bir parçası hâline geldi. Bu nedenle “beyaz üstünlükçü şiddet” nadiren “terörizm” olarak adlandırılıyor. Terör, “onların” yaptığı bir şey olarak görülüyor, “bizim” değil. Bu yaklaşım, terörle mücadele politikalarına da işlemiş durumda. Bu yüzden bu anlayışı yıkmak oldukça zor.
Özellikle otoriter devletlerde (zaman zaman otoriter eğilimler gösteren sözde demokratik ülkelerde de), “terörle mücadele” farklı türden politik iktidar alanları üretiyor. Terörle ilişkili olmak ya da teröre destek vermekle itham edilmek, susturma ve itibarsızlaştırma yöntemi olarak kullanılabiliyor. Bu durumda, siyasi otoriteye karşı sivil direniş göstermek, teorik olarak “terörist” olarak damgalanmadan ne kadar mümkün?
Terörle mücadeledeki yeni gelişmelerden biri, devlete ya da devlet politikalarına yönelik her türlü muhalefetin terörizmle ilişkilendirilmesi ya da en azından ona yakın görülmesidir. Çünkü “terörizm” etiketi son derece güçlüdür ve bu yüzden devletler için baskı aracı olarak oldukça kullanışlıdır. Bu yaklaşım tamamen antidemokratiktir. Önceden bu söylemi daha çok otoriter rejimler muhaliflerine karşı kullanırdı, ancak artık bunu “sözde demokratik” ülkelerde de giderek daha fazla görmeye başladık. Bu oldukça endişe verici bir gelişme ve kesinlikle karşısında durmamız gereken bir şey. Zira demokratik ifade özgürlüğünü ve halkın haklarını doğrudan tehdit ediyor.
Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar zaten neyi söyleyip neyi söyleyemeyecekleri konusunda büyük bir baskı altındaydılar; çünkü “terör sempatizanı” olarak görülme korkusu taşıyorlardı. Şimdi aynı süreç, soykırıma ya da baskıcı devlet otoritelerine karşı protesto eden herkese uygulanıyor. Bu, bir kez daha “terör” etiketiyle ne kadar büyük bir siyasi anlam yüklenebileceğini, bu kavramın aslında ne kadar toplumsal (daha doğrusu politik) bir inşa olduğunu ve baskıcı biçimlerde nasıl araçsallaştırılabildiğini ortaya koyuyor. Eleştirel Terör Çalışmalarının son 20 yıldır sürekli söylediği şey de tam olarak bu; her ne kadar çöldeki yalnız bir ses gibi kalsak da.