İslam’ı ve İslami Kavramları Tanımlama Üstünlüğü Kimde?
Batı’da İslam ve Müslümanlarla ilgili tartışmalara ve bu tartışmalarda kullanılan kavram ve söylemlere tanımlama hakkı ve gücü kimdeyse o yön verir. Peki Müslümanları ve onların kavramlarını tanımlama hakkı ve gücüne sahip olanlar kim, tanımlama üstünlüğü kimde?
“Batı”da İslam’la ve Müslümanlarla ilgili tartışmaları ve bu tartışmalarda kullanılan kavram ve söylemleri kimin belirlediği sorusuna cevaben pek çok adres göstermek mümkün. İslam ve Müslümanlar konusunda Avrupa’da geçerli olan söylemi kimin belirleyemediği ise oldukça açık: Müslümanlar hâlâ kendilerini ilgilendiren meselelerin yani kendi dünyalarının öznesi değil. Ancak Müslümanların çoğunluk olarak yaşadıkları ülkelerde de durum farklı değil. Hiç abartmadan, Müslüman dünyanın en az 200 yıldır bağımlılık ilişkisi içinde bulunduğu “Batı”ya sürekli olarak tepki veren bir “organizma” gibi hareket ettiğini söylemek mümkün.
Her Tanım Bir Sınırlama
“Definition” kelimesi Latince “definire” sözcüğünden geliyor, anlamı ise “sınırlamak”. Arapçada da benzer şekilde tanımlama manasında “tahdid” kelimesi mevcut ve bu da “had”den geliyor. O da sınır manasında. Bu cihetiyle “Her tanım bir sınırlandırmadır.” denilebilir. O hâlde bizi, meselelerimizi ve onları ifade ettiğimiz kavramlarımızı kim hangi salahiyetle tanımlıyor ya da kelimenin hakkını vererek soracak olursak, sınırlandırıyor? Her tanımın aynı zamanda bir eksiltme ve daraltma olduğu düşünülecek olursa, bizi belirleyen tanımlar değerlendirilirken neyin içeride tutulup neyin neden dışarıda bırakıldığını sorgulamanın gerekliliği anlaşılır. Zira tanımlar insanın zihin dünyasının da sınırları ve varlığının evi hâline gelebilirler. Hapsedildiği zindanı evi bilmek makus bir talih olsa gerek. Peki, Müslümanları sınırlandıran yani tanımlayan kim ve neden hapishaneler Müslümanların benimsedikleri evleri hâline gelmiştir?
“Deutungshoheit”
Almancada “Deutungshoheit” ile ifade edilen “tanımlama üstünlüğü” oldukça ilginç bir olguya işaret eder. Siyasi ve toplumsal tartışmalarda kullanılan söylem ve kelimelerin içeriğine bunları tanımlama hakkı ve gücü kimdeyse o yön verir. Neyin makbul, neyin meşru, neyin “düşünülemez” dahi olduğuna da tanımlama üstünlüğünü kim ele geçirmişse ancak o karar verebilir. Tanımlama özgürlüğü en azından Osmanlı’nın çöküşünden, yani o büyük yenilgiden itibaren Müslümanlarda değil. Ve Müslümanlar o tarihten bu yana sürekli olarak yenilgi tepkileri veriyorlar. Dünyanın gündemini belirlemek şöyle dursun, kendi gündemlerinin bile sahibi değiller. Müslüman dünyada nicedir “Batı”nın işaret ettiği yerden, onların oluşturduğu dünya ve kavramlar üzerinden “pozisyon” alınıyor. Üstelik bu pozisyonların karşıt ya da yanlı olmaları da olumlu ya da olumsuz bir tavır içinde olmaları da “Batı”ya bağımlı oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Müslümanlar sürekli olarak öyle ya da böyle olumlu ya da olumsuz “tepki” veriyor.
İslam’ın Tarihî Dönemlerde Tanımlanışı
“Batı” ile ilişkisinde Müslümanların tanımlandıkları bağlam ve onları tanımlayan özneler çeşitlilik gösterse de değişmeyen şey Müslümanların son 200 senedir “nesne” pozisyonunda bulunmalarıydı. “Doğu”yu ve “Batı”yı damıtılmış saf dünyalar olarak tanımlayan da onları karşıt iki dünya olarak konumlandıran da esasında Batılı siyasiler, din ve ilim adamlarıydı.
“Batı”da “İslami olanın” nasıl tanımlanacağını belirleyen Orta Çağ’da Hristiyan âlimler oldu. Onlar için İslam heretikti, teolojik bir sapmaydı. Sömürge döneminde buna “mistik”, “duygusal”, henüz düşman olmayan ama kimi zaman “büyüsüne” kapılınan, kimi zaman “aşağılanan” ama her hâlükârda “yabancı” ve “yabani” bir İslam kurgusu eklendi. 20. yüzyılda İslam daha siyasi bir bağlamda değerlendirilmeye başlandı. Doğu bloğunun yıkılışından sonra İngiltere Başbakanı defaatle İslam dünyasının “İslamcılık” üzerinden yeni bir nefret ve düşman objesi olarak tahkim edildiğini açıklıyordu.
Paket Tanımlar, Hazır Kavramlar
“Batı” ile geliştirilen bu bağımlı ilişkiden elbette ki Müslümanların zihin dünyaları ve kavramları da nasibini alıyor. Birçok başka medeniyet ve toplum gibi kendini ifade ve tahkim etmek için hep bir öteki kurgusuna ihtiyaç duyan “Batı”nın ötekini tanımlama ve bu tanımları “pazarlama” noktasında mahir olduğundan şüphe yok. Örneğin Doğu denince “Doğuluların” bile aklına “gerici”, “kaba ve şiddet yanlısı”, “ilkel” bir kimliğin gelmesi ya da başörtüsü ve Müslüman kadınların sürekli olarak bağımlılık ve baskı ilişkileri üzerinden tanımlanması kadar bizzat Müslümanların “modern” veya “İslamcı” olarak kategorize etmeleri de bu türden tanımlamalardandır. Esas sorgulanması gereken ise Müslümanların neden bu tanımları kabul etmeye teşne bir zihnî ve psikolojik tutum içinde bulunduklarıdır. Belki kabul belki reddedici tutumlarla ama muhakkak surette bize dayatılan gündemler hakkında konuşuyoruz. Üstelik sadece tartışılacak meselelerin ne olduğu değil, onlarla ilgili nasıl ve hangi minvalde söz söyleyeceğimiz de çoktan belirlenmiş durumda.
“Political correctness” daha en baştan neyin söze gelip neyin gelmeyeceğini belirliyor. Ya da tartışılması dahi kabul edilmeyen “Batı” tanımlı değerler olarak özgürlük, eşitlik, kadın hakları, eşcinsel hakları vb. meseleler de bir “doğruluk ve itibar ölçüsü” kabul ediliyor. Yenilgi psikolojisi ile hareket eden Müslümanlar “Batı”da gördükleri her olgu veya tanıma bizde var mı yok mu cihetinden bakıyor. Bu ontolojik olarak kendi varlığını yok saymak, başkası üzerinden tanımlamaktır. “Bakın bizde âlâsı var!” kompleksi ile başına İslami sıfatı getirilerek kavramlar ve değerler dini “ithal” ediliyor, dinî kaynaklardan getirilen yarım yamalak delillerle Müslüman zihin dünyasına “duhul” ediyor.
O hâlde hiç şüphesiz bir değer koyma ve onu dayatma ve nihayetinde tanımlama üstünlüğü büsbütün, kendisi de bir kurgu olan “Batı”nındır. Müslüman zihnini yokladığımızda mesela özgürlük denince ortalama bir Müslüman’ın aklına ne geliyor? Dünya esaretinden kurtularak Allah’a kul olmak mı? Yoksa canının istediğini söylemek, istediğini yapmak mı? En “muhafazakâr” zihinlerde bile özgürlük denince anlaşılan ikincisidir. Üstelik özgür olur olmaz koşulacak mevziler de belirlenmiştir. Sorgulamaya kim cesaret edebilir! Bu kavramlar içleri dolu olarak zihinlere sokuşturulmuş, belli bir hayat görüşünün kodlarıdır. “Batı”dan ithal bu dayatma kavramların utanç veya sevinç içinde kabulü kör bir taklidî kimlik; tutucu, inatçı ve aşırı tepkilerle reddi ise yine gerçeklikten ve kendilikten uzak sahte ve kurgu bir kimlik yaratıyor.
Batı Avrupa’da Müslümanları konu alan tartışmalarda akıl ve insan merkezli paradigmadan yola çıkılarak ve çoğu zaman siyasi saiklerle yapılan tanımlamalar için de aynısı geçerli. Dinin kuşatıcılığı içinde yaşamak isteyenlere “siyasal İslamcı” denildi ve “tehlikeli” olarak da kodlandı mesela. “Muhafazakâr”, “sağcı”, “İslamcı”, “siyasal İslamcı”, “ılımlı İslam”, “modern Müslüman”, “Avrupa İslam’ı” vb. tüm tanımlar işte bu bağlamda yapılan adlandırmalardır. Her tanım bir eksiltme, daraltma ve saflaştırma içerir. Üstelik bu saflaştırma ve eksiltmelere Müslüman toplumlar da inanmaya başlayınca mesele daha da içinden çıkılmaz ve endişe verici bir hâl alır. Müslümanlar, “Batı” imgesiyle zihinleri ve psikolojileri hep bir suçlama ya da savunmaya hazırlık içinde ve tepkisel olduğundan sakince durup düşünme kabiliyeti geliştiremediler, önlerine sunulan sıfatlardan sıfat, isimlerden isim beğendiler.
İlahî Olanın Seküler Olanla Çarpışması
21. yüzyıl Avrupası, içinde barındırdığı pek çok ideolojik ve siyasi ayrılığa rağmen ortak bir zeminde hareket ediyor. Bu zemin, merkezinde insanın olduğu, ilahî olanın sadece kilisede ve belli şartlar altında kendine yer bulabildiği seküler bir dünyadır. Bu nedenle “Batı”da ilahî olanı referans alan tanımlar ve tutumlar anlamsızlaşır. Hatta Avrupa’nın bazı ülkelerinde bu hâller sorunsallaştırılır. Örneğin Müslümanlar kendi hâllerinde yaşayıp giderlerken gündelik hâlleri, giysileri, yaşam biçimleri sorun olarak önlerine konur.
Azınlık olarak yaşadıkları ülkelerdeki büyük oranda seküler toplumlarla ortak zemini zorlayan şeyse onların hayatlarında hâlâ canlılığını koruyan din olgusu. Din ise Avrupa’nın kendi gerçekleri bağlamında halleştiği bir mesele. Bu iki dünyanın karşılaşması çoğu zaman iki paradigmanın çarpışmasına dönüşüyor. Hâliyle güçlü olan yön vermeye kalkıyor, kendi dünyasının kurgularıyla karşısına aldığının uyumunu test ediyor. Bu toplumsal meseleye bir de siyasi hesaplar eklenince işler iyice karışıyor. Müslümanların bunlara verdikleri tepkiler, daha doğrusu sürekli tepki veriyor oluşları başlı başına bir sorundur. Ayrıca sürekli olarak uyum testine tabi tutulan insanların kendi doğal seyirlerinde gelişme kaydetmeleri de hayli zordur.
Ret ve Kabulün Ötesinde: Yok Sayma Hakkı
Yeni Avrupa’nın seküler dünyasında azınlık olan Müslüman toplumların sayısının artması ve yerleşik hâle gelmesiyle birlikte paradigmalar arası karşılaşmalar ve çatışma potansiyeli de artmaya başladı. Seküler paradigma demokrasi, eşitlik, kadın hakları, özgürlük gibi kendine has kıldığı ve önceden tanımladığı kavramlarla (Avrupai değerler) Müslümanların bu konudaki “yeterliliklerini” test etti ve hâlâ da ediyor. Her çatışmada da bir dönüşüm ve reform talep ediliyor. Bu dayatmalardan bağımsız var olmak güç gerektirdiğinden ve zihnî olarak hayli maliyetli bir iş olduğundan Müslümanlar ya savunmacı ya da içine kapanık, tutucu ve taassupçu bir tavır takınıyor. Neticede asla kendi doğal mecrasında yürüyemiyorlar. Örneğin Avrupa’da yaşayan Müslümanlar sahici dertleriyle, toplumlarının her gün karşılaştığı sorunlarıyla mı meşguller yoksa tepeden, siyaseten dayatılmış “Alman İslam’ı” vb. birtakım siyasi konularla mı uğraşmak zorundalar? Keza Müslüman toplumlarda da sorunlarımızı kendi gerçeklerimiz üzerinden değil de “Batı”da belirli bir toplumsal yapı ve paradigmanın ürünü olan “toplumsal cinsiyet”, “feminizm”, “bireysellik”, “modernlik” vb. paket kavramlar ve tanımlar üzerinden tartışıyoruz.
Avrupa’da yaşayan Müslümanların toplumsal cinsiyetten, “Avrupa İslam’ı”na uzanan yelpazedeki çoğu anlamsız soruya cevap aramaktan sahici sorunlarıyla ilgilenmeye fırsat bulamadıklarını görüyoruz. Gerek Avrupa’da gerekse Müslüman ülkelerde yaşayan Müslümanlar önlerine konulan her konuda görüş serdetmek zorunda olmadıklarını hatırlamalı ve kendilerine dayatılan sahte gündemleri yok sayma haklarını kullanmalıdırlar. Bu onlara enerjilerini gerçek sorun ve gündemlerine yoğunlaştırma imkânı tanıyacaktır.
Tanımların Dışında Kalmak
İslami konularda yürütülen tartışmalarda karşı çıkıyormuş gibi görülen söylemlerde bile “Batı”nın o izleyen, gözlemleyen seyirci bakışı her daim oradadır. Müslümanların hâlleri o bakışa sunulan pozlar gibidir. Kimi zaman yanında kimi zaman karşısında ama hep o gözetleyen, nefreti ya da sevgisi arzulanan o bakışa bağımlıdırlar. Müslümanlar azınlık oldukları Avrupa ülkelerinde ya da çoğunluk olarak yaşadıkları Müslüman coğrafyalarında gâh siyasi gâh medyatik gündemlerle oyalanıyor, “sahneye” çağırılıyorlar. Bu çağrıya koşanlardan kimisi kendine biçilen rolü iyi hatta abartılı şekilde oynayarak “Doğuluğunu” ve Müslümanlığını ispat etmek; kimi de kendine biçilen rolün aksini kanıtlamak için sahneye çıkıyor. Gel gör ki ne senaryo kendilerine ait ne de yönetmen kendileri. Yapılacak en önemli iş “Batı”ya dair tepkisel tavırlardan -olumlu ya da olumsuz- kurtularak kendimize dönmek ve sair gündemlerden sarfı nazar etmektir.
Tanımlama üstünlüğünün “Batı”da da belli bir kesime ait olduğu unutulmamalı. “İslamcılık”, “radikalleşme”, “İslami terör”, “bilimsellik”, “tarafsızlık” kavramlarının ne olduğunu bu hâkim kesim tanımlıyor. Müslümanlarsa tartışmasız gerçeklermiş gibi bunları temel alarak olumlu olumsuz bir pozisyon alıyor ve bunlar etrafında bir kültür oluşturuyor. Hâlbuki meseleye bu zemin sorgulanarak başlanılabilir. Artık sadece güçlü olanlar değil haklı olanlar da tanım ve söylem üretmeye cüret etmeli. Bunun için önce “bağımlı” zihinlerimizi; sonra da “tepkisel” psikolojimizi “öteki”nin elinden kurtarmalıyız. Robinson adaya gelen yerliye Cuma adını vermişti; öğrettiği ilk kelimeyse “Efendim” idi. Tanımları sorgulamaya bize “Sen busun.” diye elimize tutuşturulan tanım, sıfat ve isimlerimizden ve karşımızda konumlandırılan “ötekiler”den başlayabiliriz. Zihinlerimizi “Doğu”-“Batı” karşıtlığıyla şartlandırmaktan kurtarabilirsek belki “Doğu”nun içindeki “Batı”yı, “Batı”nın içindeki “Doğu”yu seçebiliriz.
twitterdan da sizi takip ediyorum. @faatihtamer kullanıcısıyım. Bu yazdıklarınızla ilgili youtube videoları , video konferanslar ve dahi inşallah ilerleyen günlerde virüs salgını geçtiğinde konferanslar vermelisiniz. Cidden temelden ve sağlam argümanlarla konuşmaktasınız. Çok ihtiyaç var. Çalışmalarınızın daha da yaygınlaşması ümidiyle..