'Dosya: "İslam Toplumlarında Gayrimüslim Azınlıklar"'

“Büyükşehire Sıkışan Ermeni Nüfusu Erime Tehdidiyle Karşı Karşıya”

Yetvart Danzikyan, Türkiye’nin en büyük medya kanallarında çalışmış başarılı bir gazeteci. Son beş senedir Agos’un Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Danzikyan ile Mart ayındaki azınlık dosyamız için Türkiye’deki Ermeni cemaatini ve “azınlık olmayı” konuştuk.

Yetvart Danzikyan

Hrant Dink Vakfının hazırladığı “Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi” araştırmasının verileri endişe verici düzeyde. Türkiye’de medyada azınlıklara yönelik bu söylem, azınlıklar özelinde sokağa nasıl yansıyor sizce?

Milliyetçi basındaki nefret söylemi azınlıklar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi dolanan bir şey. Türkiye’de nefret söylemi, hükümet, yargı ya da parlamento üyeleri tarafından kınanmadığı için bu söylemlere bir tür yeşil ışık yakıldığını söyleyebiliriz. Hatta öyle ki, Türkiye’yi tanımayan biri, bu kadar nefret söyleminin olduğu bir ortamda, sokakta her gün azınlıklara yönelik şiddet vakalarının gerçekleştiğini düşünür. Ama durum öyle değil. Bunun nedeni de çok basit: Çünkü artık Türkiye’de azınlık nüfusu kalmadı. Bugün medyada Ermenilere yönelik nefret söylemlerini okuyup, sonra sokağa çıkıp o agresyonu boşaltmak isteyen birisi karşısında Ermeni bulamaz. 80 milyonluk Türkiye’de 60.000 Ermeni’den, 2.500 Rum’dan ve 30.000 Yahudi’den bahsediyoruz.

Öte yandan Suriyelilere yönelik nefret söyleminin fiiliyata döküldüğünü görüyoruz. Çünkü bir Ermeni ya da Rum’un aksine Türkiye sokaklarında Suriyeliler var ve onları görünüşlerinden, konuşmalarından tanıyabiliyorsunuz. Nefret söylemiyle biriken tortu bir vesileyle ortaya çıkıyor, muhatabıyla karşılaştığında da sözel ya da fiziki bir şekil buluyor.

Türkiye’deki azınlıklara yönelik nefret söylemi fiiliyata döküldüğünde bunun kamuoyunda çok fazla yansıma bulmamasının bir diğer nedeni de, nefret söylemine ya da ayrımcılığa maruz kalan insanların konuşmaması ya da yargıya başvurmaması. Bir Ermeni ya da Rum günlük hayatında ayrımcılığa maruz kaldığında bu “sorun”, kişinin bu tip meselelerle baş etme alışkanlıklarına bağlı. Kimileri yutup geçiyor, basına yansıtmıyor ya da savcılığa gitmiyor; çünkü işin daha uzayacağını, adli süreçte yıpranacağını düşünüyor. Benzetmek belki biraz yersiz olabilir ama bunu kadınların her tacizi savcılığa bildirmemesi gibi düşünebilirsiniz.

Peki Türkiye’de bir Ermeni, nefret söylemine doğrudan ya da medya üzerinden maruz kaldığında nasıl refleksler gösteriyor?

 Öncelikle “Ermeni birey” diye tek bir kişinin olmadığını söyleyebiliriz. Her toplum gibi Türkiye’deki Ermeni toplumu da, sağcısı, solcusu, liberali gibi sayısız farklı tipten oluşuyor. Ayrımcılık ya da nefret söylemi konularına hiç bulaşmayanı, bulaşmak istemeyeni de var; bu tip konuları dert edip sosyal medyada paylaşanı da; hatta bu tip konuları kendi içinde dert edinip dışarıya çok fazla belli etmeyeni de…

20 sene öncesine göre Ermenilere yönelik nefret söylemlerine tepkinin daha görünür olmaya başladığını söyleyebilirim. Bugün bir Ermeni genç başına bir şey geldiğinde bunu hemen Twitter’dan paylaşabiliyor. Ama yine de adli makamlara başvuru konusunda çok ciddi bir değişiklik yok. Bazı nefret söylemleri artık ne yazık ki adli makamlara bildirilmeyecek kadar “sıradanlaşmış” durumda.

Size kendi yaşamımdan bir örnek vereyim. Bundan 20 sene önce haber merkezinde yeni çalışmaya başlamıştım. Nişanlımla bir yerde oturup bir şeyler içiyorduk. Polis geldi, kimlik kontrolü yaptı. Benim kimliğime uzun uzun baktı. Bir şekilde saldırmak için fırsat kolladığı anlaşılıyordu. En sonunda durdu ve dedi ki: “Ben bu soyismi bir yerden hatırlıyorum.” Ki siz de takdir edersiniz ki Türkiye’de Danzikyan soyismi çok ender bulunur. Sonra birden, “Hah” dedi, “Ben bu soyismi Manukyan’dan hatırlıyorum.” Yani demek istiyor ki, Türkiye’de Manukyan isimli bir genelev patroniçesi var, sen de Ermeni olduğuna göre bunun akrabasısın. Benim aslında bu ifadenin ardından emniyete gidip polisin beni aşağılaması nedeniyle şikayetçi olmam gerekirdi. O sıralar gazetecilik yapmama, yani bu tarz bir olayı medyaya yansıtma imkanına sahip olmama rağmen meseleyi büyütmek istemedim. Çünkü o an nişanlımla bir yerde oturmuş vakit geçiriyordum. Bu da bireysel bir örnek. Refleksler farklı farklı, ayrımcılığa maruz kalan insan o an “Üf uğraşamayacağım bununla şimdi” de diyebiliyor. Ama öbür yandan bu yaşananlar asla unutulmuyor.

Azınlıkların Konuları Gündemde Yer Almıyor

Türkiye, jeopolitik gerginliklerin göbeğinde yer alan, terör gibi çok ciddi sorunlarla mücadele eden bir ülke. Böyle “büyük” konuların siyasi ajandayı domine etmesi, azınlıkların sorunlarını ikinci plana atıyor mu sizce?

Azınlıkların konuları konuşulmuyor ki ikinci plana düşsün! Bunlar bizim kendi dünyamızda konuştuğumuz konular. Agos gibi mecraların, insan hakları kurumlarının, hak savunucularının, parlamentodaki Garo Paylan ya da Tuma Çelik gibi milletvekillerinin gündeme getirdiği konular. Türkiye’de “azınlıkların sorunları” hiçbir zaman üzerinde oturulup konuşulan bir gündem maddesi olmadı. Halbuki sadece Ermenilerin değil Süryanilerin de sorunları var. Mülk sıkıntıları, din adamlarının göz altına alınması gibi sorunların yanında Keldani bir çift 11 Ocak’tan beri kayıp mesela. Bugün taşrada Ermeni kalmamasına rağmen, Süryaniler ve Keldaniler Türkiye’nin taşralarında, bilhassa Güneydoğu’da hâlâ varlar ve bu bölgelerin sıkıntılarını da yaşıyorlar. Ama bunlar hiçbir zaman Türkiye’nin gündemi olmuyor.

Türkiye’deki Ermeni cemaati, Yahudi ya da Rum cemaate kıyasla kültürel kimliğini korumak konusunda nasıl bir yerde duruyor sizce?

 Ermeni toplumunu diğer azınlıklarla kıyaslamak zor, çünkü her toplumun kendi iç dinamikleri var. Her toplum kendi gücü oranında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Rumlar kendi dillerinin üretimine değer vermiyorlar diyemeyiz. Apoyevmatini isimli bir gazeteleri var, okulları açık, ama nüfusları yok, 2.500 kişiden bahsediyoruz. Dolayısıyla da kimliklerini korumak için yapabilecekleri şeyler sınırlı. 60.000 kişilik bir insan gücüyle yapabileceklerinizle, 2.500 kişiyle yapabilecekleriniz ya da Yahudiler için 30.000 kişilik insan gücüyle kendi kimliğinizi koruyabilmek adına yapabilecekleriniz birbirinden farklı.

Ermeni cemaati, Türkiye’deki en kalabalık –ki kalabalık derken de gözünüzde büyümesin, Türkiye’deki bütün Ermeniler bir stadyuma ancak sığar- azınlık grubu olmaktan kaynaklanan bir geleneğe de sahipler. Ermeni aileler çocuklarını Ermeni okullarına gönderiyorlar. Çocuklar iyi kötü Ermenice öğreniyor, Ermeni gelenekleri ve kültür dünyasıyla tanışıyorlar. Dinî hayat, ritüeller, Ermenice edebiyatı, Ermeni müziği gibi başlıklar üzerinden Ermeni dünyasıyla çok derinlemesine olmasa da tanışıyorlar. Ama sonuçta Ermeni nüfusu da eriyor. Bu kadar küçük kalmış ve büyük kente sıkışmış bir nüfus ister istemez azalma tehdidiyle karşı karşıya. Taşrada Ermeni nüfusu neredeyse hiç kalmadı, büyükşehir hayatına sıkışmış bir nüfusun da artış göstermesi beklenemez. Patrikhane kayıtlarına göre Ermeni cemaatinde ölüm sayıları vaftiz sayılarından daha fazla. Türkiye’de konuşulan Batı Ermenice de, eriyen Ermeni nüfusuyla birlikte kayboluyor.

“Azınlık Olmak Yorucu Bir Şey”

Türkiye’de özellikle azınlık cemaatlerini temsil konumunda olanlarda genelde “göze batmama, yüksek sesle eleştirmeme” gibi bir hassasiyet görülüyor. Sizce “Türk devletine bağlılık” konusundaki bu aşırı vurgunun nedeni ne?

Bu hayatta kalma refleksinin göstergesi. Roland Barthes, “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” der. Türkiye’de bu yeni bir şey değil, 60’lardan beri böyle. 1974 Kıbrıs Harekatı zamanında da bu böyleydi, 12 Eylül darbesinden sonra da, 90’larda Kürt meselesinde şiddet üst düzeye çıktığında da… Türkiye’deki azınlık temsilcileri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti topyekün bir mücadele içerisinde girdiğinde devletle senkron pozisyonlar alırlar. Ben bunun tamamen politik bir duruş olduğunu iddia edememem, samimiyetle devletçi bir tutum sergileyen de vardır muhakkak.

Tekil insanlardan bahsedecek olursak da, bu insan psikolojisi ile ve azınlık-çoğunluk dengesizliğinin yarattığı travmatik durumlarla alakalı. Bazen kendinizi büyük denizin içinde görmek istersiniz. Çünkü azınlık olmak yorucu bir şeydir. Bazen azınlık olarak böyle bir koroya katıldığınızda aldığınız alkışlar hoşunuza gider.

Siz, ırkçı bir cinayete kurban giden merhum Hrant Dink’in halefisiniz. Nefret söylemi ya da ayrımcılıkla bir birey olarak nasıl başa çıkıyorsunuz?

Bir tarifte bulunmak zor. Ama elde ettiğiniz her şeyin sürekli bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu bilerek yaşıyorsunuz. Ben NTV’de çalıştım, Radikal’de köşe yazarlığı yaptım, İletişim yayınlarında editörlük yaptım. Bu, aslında azınlık olmanın sıkıntısını çok da çekmemiş bir profil gibi görünebilir. Ama ben bunların pamuk ipliğine bağlı olduğunu, her şeyin bir anda yıkılıp gidebileceğini biliyorum.

Azınlıklara yönelik nefret söylemi fiiliyata döküldüğünde bunun kamuoyunda çok fazla yansıma bulmamasının nedenlerinden biri de insanların konuşmaması ya da yargıya başvurmaması.

Türkiye’de birçok varlıklı Yahudi, Ermeni ya da Rum mülk sahibi olmak istemezdi. Çünkü o mülkün bir gün ellerinden alınacağını düşünürlerdi ve bunda haksız da değillerdi. Biz Varlık Vergisi’ni yaşamış bir ülkeyiz. Ben de varlıklı biri olmasam da, zihinsel ve biyolojik varlığımın pamuk ipliğine bağlı olduğunu bilerek yaşıyorum. Bu beni yoruyor, ama biz yine de büyükbabalarımızın-büyükannelerimizin bundan yüz sene önce yaşadıklarını yaşamıyoruz. Ben ve benim jenerasyonum sürülmedik, 6-7 Eylül’de evlerimizi kalabalık güruhlar basmadı. 1942’de malımızı mülkümüzü elimizden almadılar. 1974 yılında Diyarbakır Kilisesi’nin rahibi Bedros isimli bir Ermeniydi. Kıbrıs Harekatı esnasında Diyarbakırlı insanlar etrafta “Ya Kıbrıs’ın yarısı, ya Bedros’un karısı” diye dolandılar. Benim neslim bunları yaşamadı, ama bu gelenekten geldiğimiz için iş ve entelektüel hayata tutunmak için çok daha fazla gayret göstermemiz gerektiğini de biliyoruz.

Tansiyon Yükseldikçe Spotlar Azınlıklar Üzerine Çevriliyor

Türkiye’deki Ermeni cemaatin en öncelikli 3 sorunu sizce nedir?

Türkiye’de memuriyetin hâlâ Ermeni, Rum ve Yahudilere kapalı olması ciddi bir sorun. Bundan, “Ermeniler devlet memuru olmak istiyor” şeklinde bir mana çıkmasın. Memuriyetle ilgili bu durum çok açık bir mesaj veriyor ve size, nesiller boyunca bu topraklarda azınlık, öteki olarak kalacağınızı anlatıyor. Bugün bir Ermeni, Rum ya da Yahudi’nin, Tapu Dairesi’nde ya da Nüfus Dairesi’nde çalışamıyor olması yıllara yayılmış geleneksel bir damgalanmayı ortaya koyuyor.

İkincisi ise nefret söylemi. Türkiye’de ne zaman tansiyon yükselse, Türkiye’de spotlar derhal Ermenilerin üzerine dönüyor. Cizre’deki çatışmalı süreçte polis megafonlarından Cizre’deki Kürtlere “Siz hepiniz Ermenisiniz” şeklinde anons yapıldığını gördük. Diyarbakır Kilisesi çok büyük gayretlerle yenilenmişti, oraya giren polis memurları ülkücü işaretleriyle fotoğraf çektiler. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra birçok siyasi, “Fethullah Gülen aslında Ermeni” ya da “Gülen aslında Yahudi” gibi laflar ettiler. Burada, “Böyle bir şey yapan olsa olsa Ermeni ya da Yahudi’dir” şeklinde bir mesaj veriliyor. Bu sizi bir kere daha öteliyor. Türkiye’de zaten her gün nefret söylemini sayfalarına taşıyan bir gazetenin Ermeniler hakkında yazdıklarını ciddiye almam. Daha doğrusu birilerini hedef gösterip göstermediğine ve genel tonuna bakarım. Ama parlamentodaki bir milletvekili kalkıp, “Abdullah Öcalan aslında Ermeni’dir” dediğinde bu daha büyük bir problemin göstergesi. Çünkü bu, sizin hiçbir zaman bu toprakların parçası olamayacağınız anlamına gelir.

Üçüncü sorun ise devletin Ermenilerin kurumsal temsillerine hâlâ müdahil olması. Son Patrik seçimi, yurt dışında görev yapan Türkiye doğumlu adaylara kapatıldı ve bu adayların katılamadığı bir Patrik seçimi yapmak zorunda kaldık. Türkiye’de Ermeniler temsiliyetlerini şöyle bulurlar: Bir Patrik vardır. Osmanlı’da din ile ulusun bir bütün olarak görülmesinin bir sonucu olarak, Patrik’in dinî temsil görevinin yanında bir de “milletbaşı” dediğimiz pozisyonu vardır. Bunun dışında Ermenilerin yaşadıkları yerlerde, her okul ve kilise birleşip bir vakıf oluştururlar. Bu vakıf yönetimleri de o mahallede yaşayan Ermenilerin oylarıyla belirlenir. Seçilerek göreve gelen vakıf yönetimi de hem kiliseyi hem de okulu yönetir. Kilisenin boya badanasından tutun da kilise ve okulun mal varlıklarına kadar hukuki sürecin takibi, okulun geleceği o vakıf tarafından yönetilir. Ermeni cemaatin vakıf yönetimleri seçimleri 6 yıldır hâlâ yapılamıyor. Bunun için Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yeni bir nizamname yayınlanması gerekiyor, yayınlanmıyor.

 Bugün bir Ermeni, Rum ya da Yahudi’nin, Tapu Dairesi’nde ya da Nüfus Dairesi’nde çalışamıyor olması yıllara yayılmış geleneksel bir damgalanmayı ortaya koyuyor.

24 Nisan yaklaşıyor. 1915 olayları hakkındaki tartışma her sene yineleniyor. Türklerle Ermenilerin “Ermeni soykırımı” konusundan bağımsız bir ilişki düzeyi kurması mümkün mü? Dinî azınlıklarla ilişki, her zaman jeopolitik sorunların gölgesinde kalmaya mahkum mu?

Türkiye’deki Ermeniler her gün, “Buna soykırım demezseniz olmaz” demiyorlar. 1915 yılında bu ülkede Ermenilere bir kötülük yapıldı. Bunu yapan ister İttihat Terakki olsun, ister başka bir aktör olsun. Bu topraklarda kurumsal bir şekilde Ermenilere bir kötülük yapıldı ve Ermeniler binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan atıldılar, mallarına el konuldu. Bunu benim söylediğim şekilde, bu kelimelerle söylemek elbette şart değil, ama bunun idrak edilmesi önemli bir adım. Bu adım atıldığı zaman benim az evvel bahsettiğim sorunlar da kendiliğinden çözülmüş olacak. Bu adım atılmamakla kalmıyor, tam tersine “Asıl Ermeniler bize hainlik yaptı” gibi bir algı alttan alta işleniyor.

Türklerle Ermeniler 24 Nisan’ın gölgesinde yaşamıyorlar. Mahmutpaşa’da dükkanı olan bir Ermeni, etrafındaki Türk komşularıyla iyi geçiniyor olabilir. Mahmutpaşa’daki bu Ermeni etrafındakilere sürekli “Soykırım yaptınız kardeşim” derse, bu bir sorun yaratır. O nedenle de birçok Ermeni günlük ilişkilerinde 24 Nisan’ın üzerinden atlıyor. Bu biraz da aslında kendi varlıklarını inkar etmekle mümkün oluyor.

Azınlık Nüfusu Gittikçe Azalıyor

Yani Türklerle Ermeniler arasındaki ilişki biçimi gündelikleştikçe, 24 Nisan gibi “büyük” sorunlar daha kolay aşılacak…

Evet, ama Türkiye’de Ermeni kalmadı ki ilişki kurulsun! 70’lerde İstanbul’da yaşayan birisiyle konuştuğunuzda size “Apartmanımızda Ermeni vardı, Rum vardı, Yahudi vardı” diyebilir. O tarihlerde Kadıköy’de oturan biri üst kattaki Hayganuş Teyze’den, karşı komşusu Madam Marika’dan bahsedebilir. Karşı komşunuzun size Paskalya’da yumurta verdiği, sizin Pazar günleri pişi gönderdiğiniz komşunuzla kurduğunuz ilişki içinde 24 Nisan gibi konuları çözmek kolaydır. Ama 2000 yılında İstanbul’da yaşayan biri bunu söyleyemez. Çünkü hem nüfus azaldı, hem de öyle bir mahalle hayatı yok artık. İnsanlar artık sitelerde daha korunaklı apartmanlarda yaşıyor.

Ama bu tarz bir komşuluk ilişkisi, ırkçı nefreti tamamen önler de diyemeyiz. Bakın size bir örnek vereyim: Annemler 1955’te 6-7 Eylül olayları esnasında Kumkapı’da otururlarmış. Dedemin bir lokantası var, annemlere her gün süt bırakan bir sütçüleri var. Yağma yapıp gayrimüslimlere saldıran güruh sokağa girdiğinde o sütçü, “işte buradalar” diye annemlerin evini o güruha göstermiş. Aynı sokağın devamında gayrimüslimlere ait bir yurt olduğunu gördüklerinde oraya yönelmişler. Ben bunları genelleştirmekten yana değilim, ama her dönemde farklı örnekler de görüyoruz.

Yaşadığımız çağda, küresel bazda ırkçı nefret kendisini çok belirgin gösteriyor. Sizce Zeitgeist mı böyle?

Dünya genelinde milliyetçiliğe çok yakın bir popülizm zemin kazanıyor. Almanya’dan tutun, Yunanistan, Macaristan ve İtalya’ya kadar merkezi iktidarlar milliyetçi popülizme kaydı. Şu an azınlıklardan daha çok göçmenlere yönelen bir ırkçılık trendi var, Türkiye’de de bu geçerli. Spotlar ne yazık ki göçmenlere dönmüş vaziyette. Göçmenler ülkelerin geleceği önünde bir tehdit olarak görülüyor ve bu sözde tehdit popülist milliyetçiliği besliyor. Son yıllarda zemin kazanan popülist iktidarların bu başarısı, Suriye’den, Afrika’dan gelen, gelecek olan göçmenlerin orta sınıfta yarattığı endişeyle ilgili.

Türkiye’de bu bağlamda başka bir şey de var. İnsanlar, “Ermenilerin gözünü seveyim, bu Suriyeliler nerden geldi?” falan diyor. Bu da başka bir ırkçılık. Bugün odağın merkezinde Suriyelilerin olması, Türkiye’de Ermenilerin ya da Yahudilerin “rahatlıyor” olduğu anlamına gelmez. Bu kalabalıklarla ilgili bir durum. Suriyeliler 2 milyon olunca iş başka bir boyut kazanıyor. Ermeniler bugün Türkiye’de 2 milyon nüfusa sahip olsaydı, biz asıl o zaman görecektik. Şu an Sivas’ta beşyüz bin ya da Kayseri’de bir milyon Ermeni olsaydı, emin olun bambaşka konuları konuşuyor olacaktık.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#1

*Tüm alanları doldurunuz

  • Murat baykara
    2021-01-06 18:10:51

    Suryani ve keldani ermeni degildir her musluman arap olmadigi gibi her hristiyan ermeni degildi. Suryani ve keldani ermeni degil ilber ortayli suryani bal gibi kürt demis tabi kaynaklara bakmak lazim

Son Yüklenenler