“Fransa’da Banliyö Çocukları Gelsin, Şaklabanlık Yapsın Gibi Bir Mantık Var”
İstanbullu bir Fransız olan stand-up komedyeni Fatih Marchal ile Fransa ve Türkiye arasındaki hayatı ve sahnede olmak hakkında konuştuk.
Fransa’da doğdun, baban Fransız, annen Faslı. Baban Müslüman olduktan sonra ailece “daha iyi bir dinî yaşam” için Rize’ye taşındınız. Çocukluğun Türkiye’de geçti. Yani sen anadili Türkçe olan bir Fransızsın. Son senelerde ise seni sahnede daha çok görüyoruz, stand-up komedi yapıyorsun. Kendi hikâyeni sahneye taşıdığında aldığın reaksiyonlar sana nasıl geliyor?
Aslında stand-up komedide çok büyük bir tecrübem var gibi konuşmak istemiyorum. Çünkü ben bir buçuk yıla yakın bir süredir sahnede hikâyemi anlatıyorum. Anlattıklarıma Türkiye’deki reaksiyon farklı, Fransa’daki reaksiyon ise farklı oluyor… Türkiye’deki biraz daha “yok artık” gibi bir reaksiyon. “Oha bu adam Fransa’dan kalkmış, Suriye’ye gitmeyi düşünmüş, Türkiye’ye gelmiş. Yuh artık ve bu çocuk Türk…” gibi bakıyorlar. Fransa’da biraz daha farklı olarak “Bu bizim gibi ama bizim gibi değil…” diyorlar, çünkü onun hikâyesini ben tersten yaşamışım.
Aslında Fransa’daki izleyici ile daha rahat empati kuruluyor gibi hissediyorum. Türkiye’deki izleyici biraz daha salt şaşırma üzerinden tepki veriyor. Türkiye’deki izleyici şöyle bir yerden bağ kuruyor: Fransa’dan gelmiş ve farklı profildeki bu insan Bağcılar’da oturmuş, Dudullu’da yaşamış. Türk izleyici hikâyenin bu kısmıyla daha çok empati kurabiliyor ve o kendinden farklı olduğunu düşündüğü kişinin bu durumlarda yaşadığı şeylere reaksiyon gösteriyor. O yüzden mesela benim hikâyemin Fransa’daki Fransızlar tarafından ilgi görmeyeceğine inanıyorum, en azından şu anki anlattığım versiyonuyla.
Fransızca stand-up yapmayı denedin mi hiç peki?
Hayır denemedim. Nedense istemiyorum da şu an. Şu an Fransızlara anlatmak istemiyorum hikâyemi. Önce bir Türklere anlatayım gibi bir yerdeyim. Fransa’da yabancı kökenli kişilerin öne çıkması sanki medyadaki “Biz platformumuzda komiklik yapan banliyö çocuklarını da gösteriyoruz” gibi bir yere oturuyor. Eskiden buralardan gelen insanları televizyona çıkarmıyorlardı. Bir haber sunucusunu, daha prezantabl olması gereken kişileri hiçbir zaman banliyölerden seçmediler. Ama “haydi bari komiklik yapmak için çıksın” der gibi, hani şaklaban gibi gördükleri için aslında o alanı açtılar onlara medyada. Çok sevildi ve karşılık da buldu ve bu alan daha da genişledi.
Çok uzun bir süre Fransa’da komedi de aslında beyazların tekelindeydi. Yani bu Jamel Debbouze’lardan bir önceki jenerasyona baktığın zaman hepsi beyaz, Fransız, klasik Fransız şakaları yapan tipler. Alan açılmıyordu. Göç kökenli komedyenler bu noktaya tırnaklarıyla kazıyarak geldiler bence.
Göç kökenlilere yönelik stereotiplerden kaynaklı, “uyuşturucu satacağına en azından komiklik yapsın” gibi bir düşünceyle yeni alanlar açılıyor olabilir mi?
Bence o kadar bile değil ya! Komedi o kadar değerli bir şey olarak görülmemiş hiçbir zaman, tarihte de görülmemiş. Yani komedi biraz daha “saray soytarılığı” gibi görülmüş hep. Oradan gelen bir şey gibi, biraz daha güldürü, eğlence… İzleyici gülmüyorsa domates atacak! Eskiden tiyatro oyuncusu hayat kadınından bir üst seviye olarak görülürdü, o yüzden sahne sanatları o kadar prestijli bir şey olarak görülmedi. Son 300 yıla dayanan bir şey bu. Komedyenlerin “sanatçı” olarak görülmesi çok daha sonradan oldu. Komedinin de ilk çıkışı zaten Amerika’da bar kültürü üzerinden gelen bir şey ve hep alt kültür olarak kalıyor. Yavaş yavaş daha yeni ana akıma gelen bir şey komedi. Türkiye’de de öyle.
Türkiye’de özellikle stand-up kültürü çok ciddi bir şey yükselişte. Stand-up’a ilgi artıyor. Sen bunu neye bağlıyorsun?
O dönem içinde olmadığım için bunu gözlemlediklerim üzerinden anlatabilirim. Ben Türkiye’deyken o kadar yükselmemişti, tabii yapanlar vardı. Aslında pandemi ile oldu bu, çünkü pandemi döneminde kimse sahneye çıkamadı. Tiyatrocular tiyatrolarını paylaşmaya başladı, dansçılar dans performanslarını, komedyenler de “Biz de şakalarımızı paylaşalım bari.” dediler ve iyi reaksiyon aldılar.
Pandemiden önce kimse öyle “haydi stand-up’a gidelim” demiyordu. Ben dün açık mikrofona gittim, sahne doluydu. Cem Yılmaz gibi büyük komedyenlerin dönemi biraz daha farklı. O zaman hâlâ televizyonların önemli olduğu, televizyona çıkanın starlaştığı, kim ön plandaysa onun herkes tarafından bilindiği bir dönemdi. Bugün Cem Yılmaz’ı herkes bilir, Doğu Demirkol’u mesela bilen biliyor, bilmeyen de hiç bilmiyor.
Şimdi senin benim bilmediğimiz ama milyonlar tarafından tanınan komedyenler var. Devir komple değişti. Biraz da pandemide şakaların paylaşılması, reaksiyon görmesi, sonrasında bunu insanların izlemek istemesi ile alakalı bir şey. Bir de maliyetsiz! Sahne sanatlarından gelen biri olarak şunu diyorum: Biz tiyatro yapmak için çok uğraşıyormuşuz. Prova yapacaksın, o kişilerin bir araya geleceği saatleri bulacaksın, prova alanı bulacaksın, sahne bulacaksın, bu oyunu satmaya çalışacaksın, bunun ışıkçısı dekoru falan çok büyük uğraş. Stand-up komedide ise sadece bir mikrofon gerek! Sadece bir mikrofona ihtiyacın var. Hatta sesini duyurabiliyorsan mikrofona da ihtiyacın yok. Seyirci varsa, sen varsan yapılabilecek bir şey. Bu kadar basit!
O şakayı yazmak, çıkıp onu iyi bir şekilde sunabilmek elbette kolay değil. Bunlar tabii ki yetenekle çok ilgili. Elbette bir yere gelmiş olanların hepsi yetenekli olduğu için oraya geldi, ama prodüksiyon anlamında çok basit ve genelde de bar komedisi olarak ilerliyor bu. Ayrıca herkes kazanıyor bu işten. Mekân kazanıyor, çünkü insanlar gelip orada tüketiyor ve bilet satıyor. Komedyen çıkıyor kaşesini alıyor. Seyirci geliyor gülüyor ve o da o şekilde tatmin oluyor. Yani o kadar düşük bir prodüksiyonla o kadar büyük bir tatmin yaratıyor ki daha önce neden keşfetmemişiz biz bunu, tiyatroya harcayacağımız vaktin onda birini harcasaydık şu an meşhurduk diyoruz.
Kişisel proje olarak ileriye dönük planladığın şey nedir? Tek kişilik gösteri yapmayı planlıyor musun? Tiyatroya yeniden dönmek istiyor musun?
Uzun bir süre sahneden uzak kalmak beni depresyonun eşiğine getirmişti. Türkiye’den Paris’e döndüğüm dönemlerde kuyumcuda çalışıyordum. “Ben kuyumcuda neden çeyrek altın satıyorum şu an?” gibi hayat sorgulamaları çok fazla devam etti bende. Aslında o sahneye çıkmak bendeki açlığı çok güzel doyurdu. Bundan gerçekten haz aldım. Bir de şansıma, normalde insanların yıllar boyu “Açık mikrofonda kendimi göstermeye çalışayım, şakalar deneyeyim, bir yere geleyim” dediği noktaya ben hızlı bir şekilde geldim. BKM’de ücretli bir şekilde, 10 dakikalık bir set yaparak başladım ve şansıma iyi geçti. Öyle olunca bunun benim için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüm. Devam ettikçe de aslında yapabildiğimi fark ettim, bir reaksiyon aldığımı fark ettim. Bu yüzden devam etmek istiyorum.
Uzun vadede gösterileri Türkiye’ye dönüp yapmak istiyorum ama kısa vadede Fransa’da tek kişilik bir gösteri planlıyorum. Şu anda soru cevaplı bir kısmı var düşündüğüm şovun. Biraz daha interaktif, onun denemelerini yapıyorum. Dün açık mikrofonda denedim. Fransa’da açık mikrofonlarda denedim. Önümüzdeki yıl ayda bir yapacağım. Eğer o tutarsa bir ihtimal ya onunla Türkiye’ye gelirim ya da kendi tek kişilik versiyonumu yazmaya çalışırım. Bu aralar böyle interaktif şeyler çok hoşuma gidiyor çünkü seyirciden de gelen bir komedi var. Bir de galiba insanlar “Konuşanlar” tarzı istiyor. Yani stand-up buna dönsün demiyorum ama onun da sanırım ayrı bir keyfi var seyirci için. Kendisinin de bir şeyler anlatabildiği bir yer olduğu zaman seviyor. O yüzden bir interaktif şov düşünüyorum önümüzdeki yıl.
Çok keyifli bir görüşmeydi, çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.