'Dosya: "Dinî Cemaat-Devlet İlişkisi"'

Avrupa’da Din-Devlet İlişkileri: Quo Vadis Avrupa?

"Bir Avrupa İslam’ı oluşturmak” refleksi, bu coğrafyadaki birçok ülkenin tarihte kendi dinî azınlıklarıyla ilişkisine de damga vurmuş bir geleneğin tezahürü. Farklı olanla yan yana var olmak yerine onu eritme eğilimi gösteren bu geleneğin uzantıları, mümkün olduğu kadar “uysal” ve “sorunsuz” bir İslam oluşturma yönündeki siyasi ajandalarla dikkat çekiyor. İslam Yasası da Avusturya, İsviçre ve Almanya’nın bu alandaki tarihsel tecrübeleri ile reflekslerinden çok bağımsız değil.

Dünya genelinde din ile devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında her yerde ve her zaman geçerli olmak üzere tek bir sınıflandırma modelinin bulunmadığı görülür. Devlet ile din bütün zamanlarda ve dünyanın her yerinde çeşitli şekilde birbirine bağlı ya da birbirinden ayrı kalmışlardır. Günümüzde de dünya çapında din hukukuna dair sistemler arasında çeşitlilik bulunmaktadır; bu durum devlet ile dinî cemaatlerin yüksek ölçüde ayrı olmasından, iki alanın birbirine yakın bir şekilde bağlı olmalarına kadar değişmektedir. Devletin dinî cemaatlerle olan ilişkisini nasıl organize edeceği hususunda her zaman ve her yerde geçerli olan tek bir model veya örnek yoktur ve dolayısıyla bu ilişki modeline dair bir ideal de mevcut değildir.

Sistematik bir yasama konseptine dayalı olan medeni hukuktan farklı olarak İsviçre, Almanya ve Avusturya’daki Devlet Kilise Hukuku yüzyıllar içinde gelişmiştir ve her daim tarihsel olayların etkisi altında kalmıştır. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.

Avusturya’nın İslam Yasası da 1848 yılında Bosna Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesinin bir sonucudur; Habsburg Monarşisi böylece tarihinde ilk defa büyük sayıda Müslüman tebaaya sahip olmuştur. 1912 yılında çıkarılan İslam Yasası Hanefî mezhebindeki İslam’ı bir dinî cemaat olarak kabul etmiş ve Müslümanlara kendi içlerinde bağımsız hareket edebilme hakkı tanımıştır. Fakat bu durumda asıl amaçlanan din özgürlüğünü sağlamak değil, daha çok İslam’ın mevcut organize modeline dâhil edilmesi ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun idaresinin sorunsuzca işlemesi olmuştur. Bununla beraber İslam’a aslında uzak olan kilisevari organize biçimlerine adaptasyon da gerçekleşmiştir.

Buna rağmen İslam Yasası Avrupa genelinde bir dönüm noktası olma özelliğine sahiptir. Eğer 2014 yılında yasanın yeniden düzenlenmesi olmasaydı bu durum Avrupa için bir örnek teşkil edebilirdi. Bu yeni düzenleme ile Avusturya, Avrupa genelindeki bir trendi takip ederek bilhassa Müslümanların oluşturduğu dinî azınlıklar ile olan ilişkileriyle iç güvenliğe bağlı soruları birbirine karıştırmıştır. Bu güvenlik tartışması Müslüman vatandaşların devlete olan bağlılıklarından şüphelenmekte ve onları genel bir şüphe altında tutmaktadır. Böylece Avusturya Müslüman cemaatlerin kabul edilmesi ve eşitliği gibi hususlarda önderlik rolünü kısmen yitirmiş ve Avrupa’daki Müslüman azınlığa karşı artan marjinalleştirme ve baskı arasında kendisine sağlam bir yer edinmiştir.

Bu şekildeki bir baskı politikasının sonuçları şu an Fransa’da görülmektedir. 2011 yılında çıkan burka yasağından sonra tarihte hiç olmadığı kadar yüksek sayıda kadın burka giymeye başlamıştır. Ve Avrupa’nın hiçbir yerinde militan propagandalar, Fransa’nın umutsuz ve perspektifsiz genç banliyö sakinlerinde bulduğundan daha fazla yankı ve takipçi bulmamıştır.

İsviçre’de ise tarihsel bağlam oldukça farklıdır. 16. yüzyılın başında gerçekleşen reform akabinde İsviçre tarihi reform edilmiş kilise mensupları ve Katolikler arasındaki karşıtlık doğrultusunda şekillenmiştir. Bu karşıtlık sadece bir teolojik tartışma olarak kalmayıp aksine yüzyıllar geçtikçe dinî ve siyasi bir rekabet doğurmuş, hatta kantonlar arası savaşlara neden olmuştur. İsviçre’nin son iç savaşı 1847 yılında gerçekleşen bir din savaşıdır. Bu sorunlara en iyi uygulanabilir çözümün coğrafi ayrım olduğunda mutabık olunmuştur: Kantonlar ya reform edilmiş kiliseye ya da Katolik kilisesine bağlı olmayı seçerek vatandaşlarını ya bu mezhebi kabul etmeye zorlamıştır ya da kantondan sürmüştür. Günümüzde etnik temizlemeye benzetilebilecek bu girişim, Avrupa’da o zamanlar hâkim olan refleksin bir uzantısı olarak görülebilir. Nitekim sadakat ve aidiyet Avrupa’da uzun süre hükümdarlara ve devlet dinine bağlıydı.

Avrupa’nın ve İsviçre’nin din tarihi öncelikle farklı din mensuplarının, bilhassa Protestanların ve Yahudilerin zulüm görmeleri tarihinden ibarettir. İlk olarak 1648 yılındaki Vestfalya Antlaşması belli bir çözüm getirmiştir. “Cuius regio, eius religio” ilkesi altında ülkeye bağlılık ve sadakat dinî aidiyet ile eş anlamlı hâle gelmiştir. Farklı bir dini olan ya dinini değiştirmek ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında Hristiyan Avrupa hoşgörü geleneğine, eşit haklara sahip olarak yan yana yaşama geleneğine sahip değildir ve bu durum günümüzde de hâlâ rastlanan zorlukları doğurmaktadır. Örneğin Yahudiler 1866 yılına kadar ikamet özgürlüğüne sahip olmak için beklemek zorunda kalmış, medeni hakların tümü 1874 yılındaki Federal Anayasa’nın düzenlenmesi ve Fransız baskısı ile ilk defa tanınmıştır.

Asimile olma baskısı, yani kendi kolektif kimliğini inkâr etmeye kadar varan baskı ana konu olarak Avrupa’nın dinî azınlıklar ile olan ilişkisinin tarihinde görülebilmekte ve konu Müslümanlar olunca da bu baskı durmak bilmemektedir. “İslamlaşma” adı altında öne sürülen komplo teorileri ve dünya hâkimiyetine dayalı argümanların aynıları bir zamanlar Yahudilere karşı öne sürülmüştür ve günümüzde Müslümanlara karşı kullanılmaktadır. İsviçre’deki minare karşıtı inisiyatif bu bağlamda somut bir örnektir. Önceden Yahudilere de asimilasyon ve Yahudi kimliklerini terk etmeleri karşılığında toplumsal olarak kabul edilecekleri müjdelenmiş, fakat bu müjdelemeler nihayetinde Holokost ile sonuçlanmıştır.

1848 yılının İsviçre Federal Anayasası gereğince devlet, dünya görüşleri açısından tarafsız olmakla ile yükümlüdür, yani farklı dinlere eşit davranması gerekmektedir. Buna rağmen uygulamada kamu hukukunca tanınmış kiliseler her daim istisnai düzenlemelerden faydalanmışlar ve hâlâ faydalanmaktadırlar. Bütün dinlere karşı aynı mesafede kalmaktan bahsetmek bu durumda mümkün değildir. Bu durumu kuruluşlarının İsviçre hukuk sistemine dâhil edilmesi için çabalayan İsviçre Müslümanlarının organizasyonları da hissetmişlerdir.

Devlet kiliselerine benzer şekilde İslami cemaatlerin kamu hukuku açısından tanınmalarını sağlayacak çeşitli kantonlardaki oylamalar İsviçre hükûmeti tarafından büyük bir çoğunlukla reddedilmiştir. İsviçre nüfusunun büyük bir kısmında da gözlemlenen İslam düşmanlığı eğilimi göz önünde bulundurulduğu takdirde bu reddin yumuşaması yakın zamanda mümkün gözükmemektedir.

Prof. Dr. Kai Hafez, siyasi sistemlerin Müslümanların mevcudiyetine yavaş yavaş alıştığını fakat liberal toplumun bu iddiada oldukça geri kaldığını belirtmektedir. Bu tez belki Almanya için geçerlidir. Almanya’da münferit eyaletlerde İslami cemaatlerin eşit olarak kabul edilme yönündeki çabalar vardır. İsviçre’de ise bu durumdan hâlâ eser yoktur. Siyasi sistem ve hukuk devleti seçmenin kati buyruğu altında kalmakta ve böylece adaletsizlik daha da artmaktadır: 2009 yılından beri İsviçre Federal Anayasası’nda minare inşa etme yasağı bulunuyor. Tessin Kantonunda 2013 yılından beri burka yasağı ve St. Gallen Kantonu’nda devlet okullarında başörtüsü yasağı var. Bunlar doğrudan demokrasi, yani çok kapsamlı halk iradesinin, istenilmeyen bir azınlık için çok çirkin etkileri olarak görülebilir.

“Biz ve Müslümanlar” şeklinde gelişen medya söylemi ve İslam’ın şiddeti, körü körüne ve mantığa aykırı esareti teşvik eden bir din olduğuna dair yaygın ve toplumca kabul edilmiş klişeler, ayrıca durmadan şüphe altında olma hissi… Bütün bunların Avrupa’nın Müslüman yurttaşı olarak pozitif bir kimliğin inşa edilebilmesi için pek de yardımcı olduğu söylenilemez. Bu medyatik tartışmalar Müslümanları sonuç olarak savunmacı ve polemik yapan bir pozisyona sevk etmekte, hatta radikalleşmeye yol açmaktadır. Neticede Müslümanlar ima ve şüpheler karşısında kendilerini savunmak zorunda kalmakta; öte yandan tartışmayı içerik ve olgusal seviyede sürdürmek yerine suçlamalardan kaçındıkları ya da ithamları iade etmeye meyilli oldukları için polemik tarzını içselleştirmektedirler.

İslam ve Müslümanların Avrupa’daki gelecekleri için en önemli soru, kavramlara dair kendi anlamlarını ve tanımlarını geçerli kılma yetkisine sahip olup olmadıklarıdır. Kavramları tanımlama yetkisi Müslümanlarda bulunmak zorundadır. Örneğin Alman İslam Konferansı veya İsviçre İslam Diyaloğu gibi resmî aktörlerin Müslüman “temsilciler” ile diyalogları söz konusu olduğunda, “Müslüman cemaatin” ne olduğuna dair sınırların tespit edilmesinden daha önemli bir konu bulunmamaktadır. Ya da diğer bir deyişle: Devlet kimin ya da neyin “Müslüman cemaat” olup olmadığını tanımlamakta ve belirlemektedir; Müslümanlar değil! Bu resimde bütün çabaları İslam’ı mümkün olduğu kadar sorunsuz şekilde topluma “uyarlamaya” yönelik olan Müslüman akımların devlet tarafından doğrudan desteklendiği ve örnek olarak gösterildiği de göze çarpmaktadır. Bu akımlar “modern” ve “gelişmiş” İslam olarak sunulmaktadır.

İslam’ı akla gelen en uysal şekilde sundukları ve aykırı duran her şeyi dinden sildikleri için bu grup, siyasiler arasında özellikle popülerdir. Fakat bu modernist uyarlama çoğu zaman kendi başına buyruk Kur’an yorumlarından kaynaklanmaktadır ve bunlar ciddi ve temelli Kur’an tefsirlerinden bağımsız bir şekilde inşa edilmiştir. Asıl soru bu tarz dışarıdan müdahalelerin, beklenilenin tam aksi yönde bir etki uyandırıp uyandırmadığıdır.

*Yuhanna’da geçen bu ifade Latince “Nereye gidiyorsun?” anlamına gelmektedir.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler