Türkiye, Batı İttifakından Çıkmalı Mı?
Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasındaki kriz, Türkiye’nin yüzünü Batı’dan çevirip çevirmediği sorusunu ortaya çıkarttı. Bu tarz bir eksen kayması, Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleri ile yoğun ekonomik, siyasi ve toplumsal bağları göz önüne alındığında pek de mantıklı görünmüyor.
2000’li yılların tersine son dönemde Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) ve AB ülkeleri arasındaki ilişkilerde gerilim artarak devam ediyor. Avrupa Parlamentosu 2016 Ekim ayında aldığı bir kararla Türkiye ile üyelik görüşmelerinin dondurulması yönünde bir tutum aldı. 2016 yazından itibaren ise Türkiye ile Almanya arasında artan diplomatik gerilimler mart ayında Türk bakanların Almanya’da kapalı salon toplantılarının engellenmesi sonrası yeni bir boyut kazanmış durumda. Yine referendum kampanyaları nedeniyle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Hollanda’da konsolosluk binasına gitmesinin engellenerek sınır dışı edilmesi ve Türkiyeli protestoculara Hollanda polisinin sert tutumu sonucu Türkiye-Hollanda arasındaki ilişkiler kopma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Bazı Alman karar vericileri ve siyaset bilimcileri ise İncirlik Hava Üssü’ndeki Alman savaş uçaklarının geri çekilmesini talep etmektedirler. ABD ile ilişkilerin de hem Suriye’deki PYD hem de Fethullah Gülen’in iadesi konusunda istenilen düzeyde olmadığı ortada. Türkiye PYD’yi terörist bir yapılanma olarak tanımlarken, ABD Daeş’e karşı mücadelede PYD’nin önemine vurgu yapmaya devam ediyor.
Bu gelişmeler iki soruyu gündeme taşıyor: Bir, Türkiye ile AB birbirinden geri döndürülemez biçimde uzaklaşıyor mu? İki, Türkiye’nin Batı askerî ittifakı NATO içinde kalması gelinen aşamada ne kadar anlamlı?
İlk olarak bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Türkiye’nin Batı odaklı dış siyasetini gerektiren uluslararası ve iktisadi dinamikler günümüzde büyük değişikliklere uğramaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dış politikada Batı’ya yönelmesinin ve gerçekleştirdiği Batıcı modernleşmenin temel iki dinamiği 19. yüzyıldan itibaren şekillenen küresel kapitalist sistem (ekonomik düzlem) ve Batı Avrupa’nın küresel bir hegemonik güç (siyasal düzlem) hâline gelmesi idi. Bugün, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik ötesine kaymış olan bu hegemonya ciddi bir kriz içinde. Avrupa Birliği ise uluslararası ilişkilerde etkin olmasına rağmen artık 19. yüzyıl Batı Avrupa’sı gibi hegemonik bir güç teşkil etmiyor. Bundan başka dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Asya-Pasifik bölgesine kaydığını da gözlemlemekteyiz. Rusya’nın uluslararası ilişkilerdeki artan etkinliği, Orta Doğu’da kazandığı güç, ve yükselen dev Çin’in askerî gücünü de tahkim ederek iktisadi etkinliğini Batı’ya doğru kaydırması (örneğin İpek Yolu Projesi) Türk dış politikasının dikkate alması gereken gelişmelerdir. Bu durumda Türkiye’nin tek taraflı olarak Batı’ya odaklanmasının anlamlı olduğu söylenemez.
Türkiye’nin hem ulusal güvenlik stratejisi hem de iktisadi gereksinimleri Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’nun yanında Uzak Doğu ve Orta Asya’da da etkinliğini artırmasını gerekli kılmaktadır. Türk ekonomisinin petrol ve doğalgaz gereksinimi Türk dış politikasının İran, Suudi Arabistan, Irak (dolayısıyla Kuzey Irak Kürt Otonomi Bölgesi) ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmesini zaruri kılmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin gerek Kafkaslar ve Balkanlar gerekse de Orta Asya’da etkinliğini artırabilmesi için Rusya ve Çin ile siyasi gerilimlerden uzak durması gerekmektedir.
Dolayısıyla dengeli bir biçimde ve hamasi söylemlerden uzak durularak oluşturulacak bir Türkiye-Rusya-Çin ekseni Türkiye’yi hem uluslararası ilişkilerde güçlü kılacak, hem de bölgesinde son yıllarda İran’a kaptırdığı siyasal inisiyatifi tekrar elde etmesini sağlayabilecektir. Ancak bunun için örneğin Avrasyacı olarak bilinen kesimin savunduğu gibi Batı askerî ittifakının dışına çıkılması gerekmez mi?
Burada birçok nedenden dolayı müttefik değişiminin doğru olmayacağının altı çizilmelidir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti yönetiminin yaşadığı tecrübe eksen değişikliği konusunda bir hayli öğreticidir. Sultan Abdülhamit Berlin Antlaşması sonrasında İngiltere’ye karşı bir denge unsuru olarak Alman İmparatorluğu’na yakınlaşmış, Almanya Osmanlı ülkesinde etkin bir güç hâline gelmişti. Ancak İkinci Meşrutiyet sonrası etkinliğini artıran Genç Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti İngiltere ile ittifak oluşturma arzusundaydılar. İtalya ile Trablusgarp için yapılan savaş ve bu savaşta Alman İmparatorluğu’nun İtalya ile ittifakından dolayı Osmanlı İmparatorluğu’na destek vermemesi ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i ilhak etmesi İngiltere’ye yakınlaşma politikasını daha da cazip kılıyordu. Ancak İngiltere Osmanlı İmparatorluğu ile iki nedenden dolayı ittifak yapma niyetinde değildi. Bir, Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya’yı kışkırtmamak; iki, Rusya ile olan ittifakını tehlikeye düşürmemek için. Osmanlı’nın nihayetinde yalnız kalarak Batılı bir güç tarafından işgal edilme korkusuyla Alman İmparatorluğu safında Birinci Dünya Savaşı’na katılması müttefik ya da eksen değiştirmenin güçlüklerini ortaya koyan iyi bir örnektir. NATO ve Batı ile ittifak ve iş birliği konusunda yapılan tartışmalarda bu tarihsel tecrübeyi akıldan çıkarmamakta fayda var.
Günümüzde NATO’nun yerini alacak bir askerî ve güvenlik ittifakının henüz şekillenmediği ortada. Gerek Rusya gerekse Çin; Asya, Asya-Pasifik ve Orta Doğu bölgesinde askerî etkinliklerini artırmaya çabalayan iki büyük güç, ancak Türkiye’ye ne ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası sunduğu askerî ve ekononomik desteği, ne de sonrasında NATO’nun oluşturduğu tarzda bir güvenlik şemsiyesini sunabilecek güçteler. Bundan başka Rusya ile istikrarlı bir ittifak da Rusya’nın uzun vadeli jeostratejik yönelimlerinden dolayı pek gerçekçi görünmemektedir. Unutulmamalı ki Rusya için okyanuslara ulaşmak süper güç olmanın bir koşuludur ve güneye doğru açılmak – gerek Kafkasya gerekse Balkanlar ve Boğazlar üzerinden – Rus dış politikasının 300 yıldan beri değişmez bir stratejisidir. Rus Çarı I. Petro bu stratejiyi şöyle ifade etmiştir: “Konstantiniye ve Hindistan’a olabildiğince yaklaşın. Buralara hükmeden dünyanın gerçek egemenidir. Olabildiğince Körfez’e ve Hindistan’a nufüz edin.” Rusya’nın içinde bulunduğu coğrafi koşullar değişmediğine göre bu stratejiden –eğer küresel büyük güç olmak istiyorsa– vazgeçmesi için bir neden yok. Kaldı ki bu Ukrayna krizinde, Kırım’ın ilhakında ve Suriye’de de görüldü. Özellikle PYD konusunda Türkiye ile Rusya arasında en az AB ve ABD ile olduğu kadar fikir ayrılıkları mevcut.
Benzeri durum Çin için de geçerli. Dünya ekonomisinin yükselen devi askerî bakımdan denizde Pasifik Okyanusu ve Hint Denizi’ne, karada ise Orta Asya’ya odaklanmış durumda. Ayrıca Çin’in Sincan’da Uygur Türklerine uyguladığı baskı askerî ve güvenlik iş birliğinin derinleştirilmesini sekteye uğratmaktadır.
Batı askerî ittifakına sırt çevirmek sadece siyasi ve güvenlik bakımından değil, ekonomik açıdan da riskler taşımaktadır. 2015 yılı itibarıyla Türkiye, ihracatının yüzde 44.5 ve ithalatın yüzde 38’ini Avrupa Birliği ülkeleriyle, yüzde 4.4 ve 5.4’ünü de ABD ile gerçekleştirmekteydi. Rusya ise Türk ihracatında yüzde 2.5, ithalatına ise 7.6’lık bir paya sahip. Çin dâhil Asya ülkeleri ise 6.9 (ihracat) ve yüzde 8’lik (ithalat) bir paya sahip. Bu veriler Türkiye ile AB ve ABD arasındaki iktisadi ilişkilerin daha derin olduğunu göstermektedir. Bundan başka Türkiye ihraç ettiği ürünlerin aramallarının çoğunu ve teknoloji ile bilgiyi de büyük ülçüde Avrupa’dan temin etmektedir. Tüm bunlar iktisadi açıdan da AB’nin Türkiye için öneminin altını çizmektedir.
Batı ittifakı içinde kalmayı mantıklı kılan bir başka faktör ise toplumsal iç-içe geçme ve yoğun mobilite gerçeğidir. AB ülkelerinde dört milyonun üzerinde Türkiye kökenli yaşamakta ve bunlar bulundukları ülkenin toplumsal ve siyasi hayatında önemli roller üstlenmektedir. Türkiye’ye gelen turistlerin büyük çoğunluğunun da AB ülkelerinden geldikleri unutulmamalı.
Sonuç olarak tüm gerilimlere, fikir ayrılıklarına ve çıkar çatışmalarına rağmen Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kalması elzem görülmektedir. Gerilimleri azaltmanın bir yolu Türkiye’de yeniden bir demokratikleşme ve reform sürecinin başlatılmasından ve dış politikada tek taraflı davranışlardan kaçınmaktan geçmektedir. Proaktif bir dış politikanın önemli bir koşulu yumuşak güçtür (soft power). Bunun için de toplumsal iç bütünlüğün sağlanması ve ulusal kültürün diğer ülkeler üzerinde bir çekiciliğinin olması gerekmektedir. Ancak AB ile ilişkiler yeniden tanzim edilirken bir yandan da dış politikadaki diğer ittifak potansiyellerini de gözden kaçırmamak gerekmektedir. Bunların başında Japonya ve Hindistan gelmektedir. İki ülkenin de Çin ve Rusya’ya karşı müttefiklere ihtiyacı var. Ancak gerek bu ülkeler olsun, gerekse Rusya ve Çin için dahi NATO müttefiki bir Türkiye’nin NATO dışındaki bir Türkiye’den daha cazip olacağı tartışma götürmez.