“Engellilik Toplumsal Dışlanma Süreçlerinin Bir Sonucudur”
Almanya’da 1980’lerde ortaya çıkan “engellilik hareketi”nin kurucularından olan eğitimci ve aktivist Prof. Dr. Swantje Köbsell ülkedeki ilk "Disability Studies" profesörlerinden biri. Köbsell ile engellilik tasavvurları, engelli insanların maruz kaldığı toplumsal dışlanma mekanizmaları ve bunları yıkmak için gerekli toplumsal hassasiyet hakkında konuştuk.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
1958 doğumluyum. 20 yaşında bir kaza geçirdim. O günden beri tekerli sandalye kullanıyorum. Özel eğitim öğretmeniyim; eğitimimi kazadan sonra Bremen’de aldım. 1980’lerde ortaya çıkan engelli hareketinin içine tepetaklak düştüm ve o günden beri de bu alanda çok iş yaptım. “Selbstbestimmt Leben” (Tr. “Bağımsız Yaşamak”) isimli danışmanlık merkezinin kurucularındanım ve destek hizmetleri veren bir kooperatifte iki yıl boyunca çalıştım. Üniversite hayatına geri dönüşüm epey geç oldu. 1990’dan sonra üniversitede her dönem bir ders verdim. Daha sonra doktora eğitimimi de tamamladım.
Yaşam öyküm ile Almanya’daki engelli hizmetlerinin birbirine biraz benzediğini düşünüyorum. Özel eğitim ve rehabilitasyon bilimlerinin engelli insanlar üzerine ne konuşma biçimini ve şeklini ne de yazma biçimini ve şeklini hiçbir zaman tasvip etmedik. Fakat aslında bu geleneksel yaklaşım yerine ne önerdiğimizi de söylemedik, yerine yeni bir dil inşa etmedik. Kendi bilimsel eğilimimizi geliştirme fikri Dresden’de 2001 yılında iki uluslararası kongrenin de yapıldığı “Mükemmel (Olmayan) İnsan” (Alm. “Der (im)perfekte Mensch”) sergisinde gündeme geldi. Bu arada konuyu uluslararası alanda gündeme getirmek giderek daha çok önem kazandığı için “Disability” (Engellilik) İngilizce kavramları kullanmak ve benimsemek zorunda kaldık. Uluslararası tartışmalarda bir yer sahibi olmak, kararlılığımızı göstermek bizim için önemliydi.
“Engellilik Araştırmaları” yani İngilizcede “Disability Studies” denen alan ne zaman ve neden ortaya çıktı ve bu çalışmalarda engellilik nasıl tanımlanıyor?
Engellilik Araştırmaları 1980’lerde ortaya çıkan engelli hareketiyle birlikte belirli süreçlerden geçerek gelişti. Engellilik uluslararası engellilik araştırmalarına göre toplumsal dışlanma süreçlerinin bir sonucudur. Bu dışlanmanın temelinde engelli insanların gerçekten ya da varsayılan bir engelle, zararla yaşadığına duyulan inanç vardır. Ancak engellilik insanın acıyla tecrübe etmek, yüzleşmek zorunda kaldığı bir nitelik değildir.
Peki Engellilik Araştırmalarının önerdiği engellilik tanımının karşısında duran “Rehabilitasyon Paradigması”nın engellilik tanımı var. Bu nedir?
Bu anlayışın yerine rehabilitasyon paradigmasının ortaya çıkardığı bireysel ya da tıbbi engellilik modeli konur. Buna göre engellilik aslında insanın kendisindedir. Arka planında “Şu adam/kadın engelli, bu yüzden yapabilecekleri sınırlı, bu yüzden ona yardım etmeliyiz.” düşüncesi vardır. Engellilik Araştırmaları içinde benimsenen diğer bir model ise sosyal modeldir. Bu modele göre toplum en önemli faktör olarak görülmektedir. Sistemik engellerin yanı sıra toplumda olumsuz tutumlar ve dışlamaların doğurduğu engeller analiz edilir.
Engelli hareketinde bireysel/tıbbi engellilik tanımının sorunlu olduğunun nasıl farkında varıldı?
O zamanlar çok fazla soru sorardık. Kadın hareketi henüz yolun başındaydı. Öğrenci hareketi her şeyi sorguluyordu. Tüm bunlar, yani o zamana kadar sözde “normal” ve biyolojik olarak görülen her şey sorgulanmaya başlandı. O zaman engelli genç insanlar da durup düşündüler ve “Sırf bazı şeyleri toplumun çoğunluğundan farklı yaptığımız ya da hiç yapamadığımız için neden toplumun kenarında köşesinde özel kurumlarda yaşamak zorunda kalıyoruz?” diye sordular.
“Rehabilitasyon” ya da “Sağaltıcı ve Özel Eğitim Bilimleri” kavramları bu hareket içerisinde tam olarak neden eleştiriliyor?
“Sağaltıcı Eğitim” kavramında durum oldukça açıktır. Çünkü “Biz yardım ediyoruz ve iyileştiriyoruz.” anlamı gizlidir. Bu paternalist yaklaşım “Senin için iyi olanı biz biliriz, seni kendi bildiğimiz şekilde iyileştiririz.” düşünceleri üzerine kuruludur. Eleştirilen de budur.
Engelli çalışmalarının Almanya’da ancak 2000’li yılların başında, yani İngilizce konuşulan bölgelerde ortaya çıkışından 20 yıl sonra önem kazanmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Bu konuda ancak bazı tahminlerde bulunabilirim. Mesela Alman engelli hareketinin mevcut eğitim sisteminden dolayı sadece küçük bir kısmı üniversitede olduğu gibi bilimsel çalışmalar içerisindeydi. Alman eğitim sistemi birçok engellinin üniversite eğitimine başlayabileceği okullardan mezun olmasını engelliyordu. Ayrıca ön kabullerin zor yıkıldığı Alman üniversite sistemiyle de alakalı bir durum söz konusu burada.
Siz kendiniz de bir hareket başlattınız: “Sakat Kadınlar Hareketi” (Alm. “Krüppelfrauengruppe”). Amacınız neydi ve sizi bu hareketi başlatmaya ne itti?
Beni bu işe sevk eden engelli hareketinin başlangıçta erkek egemenliğinde eril bir hareket olmasıydı. Ayrıca seksenli yılların başında hareketin ön safları da çoğunlukla erkeklerden oluşuyordu. O zamanlar protesto yapmak için el ilanları filan yazılırdı. Kadınlar bir şeylerin eksik olduğunu hemen fark ettiler. Kendilerini harekete dâhil eden sorunların engelli hareketinin gündemine taşınmadığını gördüler. Kadın olmak ve engelli olarak yaşamak şu an da olduğu gibi erkeklerin karşı karşıya kalmadıkları çok farklı sorunlar doğuruyordu. Mesela kadın ya da eş olarak görülmüyorlardı. Eğitim imkânları sınırlı ve yoksulluk ihtimali bir hayli yüksekti. Tabii bir de gebeliği önleme ya da hamilelik durumlarında doktor bulma sorunu vardı. Bunlara dikkat çekmek ve çözüm bulmak için Sakat Kadınlar Hareketini kurduk.
Şu an neredeyse tüm eyaletlerde daha ileri derecede örgütlenmiş engelli kadın ağları var. Bunlar ülke çapında çalışan “Weibernetz” kurumu ile de ilişkililer. İç İşleri Bakanlığı’nın karar süreçlerine dâhil olup denetleme diyebileceğimiz bir fonksiyon icra ediyorlar. Hem toplumsal cinsiyet hem de engellilik konularını gündemde tutuyor; engelli kadınların ihtiyaçlarına özellikle dikkat çekiyorlar.
Engellilik Araştırmaları ne kadar kesişimsel?
Bu konu ilk defa sakat kadınlar grubunda konuşuldu. Kadın hareketi tüm kadınlar adına konuştuğunu sanıyordu. Fakat bu gerçeği yansıtmıyordu. Engelli hareketinin bir özelliği “beyaz” olmasıydı. Hareketin içinde göç geçmişine sahip engelliler çok azdı ve hep istisna olarak görüldü. Engelli hareketine baktığımız zaman aktif çalışanların çoğunun Alman olduğu görülür.
Engellilikte kesişimsel bakış açısına bilimsel ilgi özellikle de 2015 yılındaki yoğun mülteci göçünden sonra belirgin bir şekilde arttı. Fakat engellilik ve mültecilik kesişiminde tam olarak neler yaşandığını bilmiyoruz. Bu konuda bir eksiklik olduğuna şüphe yok. İki sistem var; biri iltica diğeri engellilik konusunda yardım sistemi. İkisinin arasındaki kesişim kümesinde fırsatlar çok sınırlı. Şimdi bu konuda bir farkındalık oluştu, bir şeyler yapılıyor. Umuyoruz ki bu devam eder.
Kültürel ve dinî değerleri gözeten bir engelli yardımı nasıl olmalı?
Bremen’de 2000’li yılların başında bir göç ve engellilik danışmanlık merkezi vardı. Buradaki sosyal hizmet çalışanı Türkiye kökenliydi ve engelli bir erkek kardeşi vardı. Bu yüzden göç kökenlilerle iyi ilişkilere sahipti. Fakat bu merkez toplum tarafından teveccüh görmedi.
Çok sayıda Arap ve Türkiye kökenli ailesinin bulunduğu Berlin-Neukölln ilçesinde Lebenshilfe derneğinin bir danışmanlık merkezi var örneğin ama diğer ilçelerde buna benzer pek bir çalışma yok. Sorun her şehirde uygulamaların farklı olması. Ki bu mülteciler için çok büyük bir sorun demek. Bu sorunlar en basit sağlık hizmetlerinden başlıyor. Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ne göre de gerçek “engel” engelli insanlar engelle karşılaştıklarında ortaya çıkar. Mültecilik ve engellilik kesişiminde ise sistemin kendisi ortaya dehşet verici engeller çıkartıyor.
Engellilik tartışmaları kapsamında çokça dile getirilen kaynaştırma (Alm. “Inklusion”) kavramıyla kastedilen nedir?
Kaynaştırma her kişinin mevcut imkânlar içerisinde nasıl ise dışlanmadan öyle olabilmesi durumudur. Aynı zamanda kişinin mümkün mertebe kendisinin belirleyici olduğu ve toplumsal katılım da sağlayabildiği bir yaşam kurmasıdır. Eğitimde, iş yerinde, sosyal ilişkilerde, boş vakitlerde, siyasi girişimlerde. Kısacası hayatın tüm alanlarında.
Sizce toplumun engelliler konusunda hassasiyet kazanması nasıl mümkün olabilir?
Bunun için kesin bir çözüm yok maalesef. Ama geleneksel fikirleri sorgulayan, kendi ön yargılarının farkına varan ve bunlardan özgürleşen insanlar olduğu sürece belirli bir hassasiyetin oluşması her daim mümkün. Bu arada ön yargıların olması gayet doğal. Asıl mesele yeri geldikçe kendimizi suçüstü yakalayıp bunları devre dışı bırakmaktan geçiyor. Hiç değilse her seferinde aynı ön yargılara düşmemeyi kendimize hedef edinebiliriz.
Önceden belirli bir hassasiyetin oluşması için engelli insanlarla iletişim kurmanın yeterli olduğu savunulurdu. Ancak bunun yeterli olmadığı, bir hassasiyetin kendiliğinden gelişmediği görüldü. Bu süreç içerisinde profesyonel desteğe ve bilgilendirmeye ihtiyaç var. Kaynaştırma çalışmaları bağlamında engelli ve engelsiz çocukların birlikte okula gitmesi, küçük yaştan itibaren engelliliğe karşı bir hassasiyetin oluşması hedefleniyor. Bunun başarılı olması için öğretmenler ve okuldaki sosyal hizmet çalışanlarının bu süreci yönetmesi gerekiyor.
Günlük yaşamda engelli insanlara rastlamak giderek sıradanlaştı ama hâlâ temas kurmaya korkan insanlar var. İnanıyorum ki okul ve öncesi eğitimlerde kaynaştırma çalışmaları ile bu korkuları eleştirel düşünceden ve birbirimizi desteklemekten vazgeçmeden aşmak mümkün olacak.
Atölyelerde çalışan insanlara saat başı sadece 1,30€ verilmesini eleştiren, bunun bir sömürü olduğunu savunanlar var. Buradan bakınca atölyeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Atölyeler engellilere mahsus klasik kurumlardır. Dışarıdan, yani engelli olmayan kimse yoktur. Bu durumda kaynaştırma gerçekleşmez. Rehabilitasyon paradigmasına göre atölyelerin görevi insanları düzenli iş gücü piyasasına kazandırıp bağımsız bir şekilde geçimlerini sağlayabilecek duruma getirilmeleridir. Yeni kanun düzenlemesine göre artık atölyelerde çalışan engelli insanlar atölyedeki bakımları için ödenen paranın kendilerine ayrı bir bütçe olarak verilmesini talep edebilirler. Böylece düzenli iş gücü piyasasında çalışırken de destek almaya devam edebilirler. Ancak atölyelerin de para kazanması gerekiyor ki kazandıkları paradan insanların ücretlerini ödesinler. Dolayısıyla atölyelerin para kazandıran insanları düzenli iş gücü piyasasına dağıtmak gibi bir isteği ya da talebi yok. Çünkü bu insanlar aslında atölyelere gerçekten para kazandıran kişiler. Böyle olması işleri hepten karıştırıyor.
Son olarak, günlük yaşamda engelli insanlarla nasıl bir iletişim kurmalıyız?
Bunun bir tarifi yok. İnsanlar belli başlı şeylere farklı tepkiler verebilirler. Fakat her hâlükârda söyleyebileceğim şey aşırı müdahaleci olmamanızdır. Engelli insanlar, özellikle görme engelli olduklarında bazen bir yerden alınıp bir yere götürülüyor. Mesela karşıdan karşıya geçiriliyor fakat kendilerinden daha öncesinden izin istenmiyor. Ancak yardım girişiminde bulunmadan sormamız ve yeri geldiğinde hayır cevabını kabul etmemiz gerekiyor. Pek çok insan yardım etmeye çok hevesli fakat kişi yardım kabul etmek istemiyor olabilir. Bu nankörlük değil. Sadece istemiyor demektir.