Fatih Marchal: “Faslı Bir Anne ve Fransız Bir Babanın İstanbullu Çocuğuyum”
Kültür Perspektifi Serisi’nde İstanbullu bir Fransız olan Fatih Marchal ile sınır geçişlerinin ve Fransa-Fas-Türkiye üçgeninin tiyatro ve stand-up ile ilişkisine nasıl etki ettiğini konuştuk.
Fatih Marchal kendisini “en Türk Fransız” olarak tanımlayan bir komedyen. Sahne Sanatları alanında yükseköğretimini tamamlayan Marchal, tiyatro ve stand-up gibi sanat alanlarıyla meşgul olurken bir yandan da sosyal medya platformlarında içerik üretiyor.
Hikayende Fransa’dan Türkiye’ye bir göç var. Sonrasında Fransa’ya dönüyorsun. Hayat hikâyenin tamamı sınır geçişleriyle dolu. Bu göç hikâyesinin stand-up ve tiyatro kariyerine nasıl bir etkisi oldu?
Ben sahne sanatları mezunuyum, Paris’te okudum. Sonra da pandemiye kadar İstanbul’da tiyatroyla uğraştım. Her şeyi yaptım; oyunculuk, yönetmen yardımcılığı, yönetmenlik, ışık, ses… Sahne sanatlarının her aşamasında yer aldım diyebilirim.
Hikâyem de kısaca şöyle: Fransız bir baba ile Faslı bir annenin çocuğuyum. Benim babam sonradan Müslüman oluyor. 20’li yaşlarının ortalarında bir arayışa girerek Müslüman olmaya karar veriyor. Annem ve babam Fransa’da yaşıyorken iki ağabeyim ve ben doğuyoruz. Sonra babam diyor ki, “Ben Müslüman bir ülkede çocuk büyütmek istiyorum.” Araştırmaya başlıyor, nerede yaşanır, nerede çocuklarım iyi bir dinî eğitim alır diye. Önce Moritanya’yı düşünüyor. Suriye’yi araştırıyor ama Suriye o dönem biraz karışık. En son Lübnanlı bir arkadaşı diyor ki, “Rize’de bir Kur’an kursu var, oraya git çocukların kesim âlim olur.” Ailecek Rize’ye taşınıyoruz. Türkiye macerası böyle başlıyor.
Babam önce, “Küçük bir şehre gidelim. Dili öğrenelim, çocuklar da dinî eğitim alır. Ondan sonra İstanbul gibi büyük bir şehre gideriz” şeklinde düşünüyor. Giderken de Türkçe öğrenme kasetleri falan almış yanına. Ama Karadeniz şivesini hesap edememişler. Kasette “bir, iki, üç” diye sayıyorlar. Dışarı çıkıyorsun, “pir, içi, uç” diye konuşuluyor. Hangisi doğru bilemiyoruz tabii. Garip garip şeyler yaşadıktan sonra en son kafasında olduğu gibi İstanbul’a dönüyor. Hikâyenin sonrası da İstanbul’da devam ediyor.
Sen İstanbul’da büyüdün anladığım kadarıyla…
İstanbul’un önce Bağcılar ve ardından Dudullu gibi nezih mahallelerinde yaşadık. (Gülüyor) Liseyi Kartal’da okudum. Lisede bir ara okuldan atıldım, oturma iznim olmadığı için. O dönem sekizinci sınıfa kadar zorunlu eğitim olduğu için bana geçici bir TC kimlik numarası vermişlerdi. Onunla sınava giriyor, liseye gidiyordum. Ama geçici olduğu için elimden alınmış, liseye kaydolamadım. Lise 3’e kadar kayıtlı öğrenci olmadığım hâlde beni bir şekilde idare ettiler. Sonra “Böyle giderse mezun olamayacaksın” deyip okuldan attılar ve “oturma izni alana kadar dönme” dediler. Ben de işte ilk defa o zaman Paris’e geldim. Ondan önceki 14 yıl boyunca aslında kaçak yaşadım Türkiye’de. O yüzden çıkamıyordum Türkiye’den. İlk defa 2010’da liseden atılmamla Paris’e gelip vize alıp geri döndüm. Sonra liseyi bitirdikten sonra da üniversite okumaya geldim Paris’e. Ondan sonra tekrar İstanbul’a dönüp tiyatro ile uğraştım pandemiye kadar. Sonra tekrar Paris…
Anlattığın hikâyedeki oturum izni sıkıntıları, bizim Avrupa’da “yabancılar” olarak çok aşina olduğumuz şeyler ama bunların Türkiye’de bir Fransız vatandaşının başına geldiğini öğrenmek çok ilginç…
Aslında şöyle: Babam oturum iznini nasıl alırım diye araştırmadan gitmiş. Türkçesi de yok. “Ben Türkiye’ye gideceğim, çocuklarım dinî eğitim alsın, Müslümanlarla beraber büyüsünler” gibi bir niyetle gidiyor ama insan bir araştırır değil mi? Bunun bir kuralı, kaidesi var. O sırada Türkiye’de Refah-Yol iktidarı var ve Rize’deki arkadaşları babama, “Necmettin Erbakan bizim tanıdık, senin oturum izni işlemlerini şıp diye hallederiz” diyorlar. Ancak hemen sonrasında 28 Şubat süreci başlıyor. Erbakan gidiyor, bizim oturum izni meselesi de öyle kalıyor. O zaman böyle prosedürler falan da çok belli değil. Türkiye’de biraz ihtiyaca yönelik bir uygulama mantığı var. Mesela mevsimlik işçi varsa, onlar için özel çalışma izni çıkıyor. Ama “gaza gelip” Türkiye’ye taşınmış bir Fransız hiçbir kategoriye uymadığı için biz uzun süre kaçak yaşamak zorunda kaldık.
Faslı bir anne ve Fransız bir babanın çocuğu olarak Türkiye’de büyümenin senin için ilginç, garip ya da zor yanları var mıydı?
Evde, gariptir ki annem ve babam bizimle Fransızca konuşuyor ama biz Türkçe cevap veriyorduk. Kardeşler olarak aramızda Türkçe konuşuyorduk. Gariplikler var mıydı? Lisede okuldan atıldım daha ne olsun?! Şunu hatırlıyorum mesela, arkadaşlarım sünnet olduğunda sünnet düğünleri oluyordu. Ben sünnet olduktan sonra eve gidip Asterix ve Oburix izledim. Müslüman olmuşuz, Türkiye’ye gelmişiz, Asterix ve Oburix izliyoruz! Eğlencemiz oydu.
Aslında bir şeylerin içinde olduğun zaman farklı olduğunun farkına varamıyorsun. Bana normal geliyordu. Mesela Bağcılar’daki sınıfta iki dilli olmayan çok az kişi vardı. Kürtçe, Zazaca, Arapça konuşan arkadaşlarım vardı. Dümdüz Türk, yani sadece Türkçe konuşan Türk çok azdı. İki dilli olan tek kişi değildim, çok garipsemiyordum bu durumu. Biri sana bunu hissettirmediği sürece çok farkına varmıyorsun sanki. Şöyle bir şey de var: Benim Türkçem hep iyiydi. Ne zaman öğrendiğimi bilmiyorum, ama ana dil gibi hemen öğrendim. Türkiye’ye iki yaşında geldiğim için muhtemelen 3-4 yaşlarındayken kendiliğimden öğrenmişim.
Abilerim okula gidememişlerdi oturma izni muhabbetinden dolayı. Ailem eve hoca çağırıyordu. Abimlere matematik dersi, Türkçe dersi, okuma yazma gibi şeyler öğretiyorlardı. Sanırım ben de dinliyordum. Çünkü okula başladığımda okumayı da biliyordum. Kur’an kursuna gidiyordum küçükken, orada da öğrenmiş olabilirim.
Zaten Türkiye’de büyüdüğün için bir adaptasyon süreci yaşamadın anladığım kadarıyla. Peki sonra Fransa’ya dönme kısmı nasıl oldu?
Aslında adaptasyon sorununu Fransa’da yaşadım ben. Fransız’ım ama kendimi İstanbullu olarak görüyorum. Yani İstanbul’a daha aşinayım, alışkınım. Üniversitede şu garip geliyordu mesela: Bir arkadaşına kahve otomatından 50 sentlik kahve ısmarlıyorsun. Ertesi gün o arkadaşın gelip sana parayı iade ediyor. Hiç alışık olmadığımız bir mantalite. Anne tarafım Faslı, baba tarafım Fransız. Fas kültürü de yakındır Türklere. Çocuk yedirilir, tombul çocuk sevilir, sürekli çocuğun önüne yemek konur… Yani bizim evde de bu kültür vardı.
Fransa’da bir gün Fransız halamın evine gittim. “Aç mısın” dedi. Aslında açtım ama ayıp olmasın diye “yok” dedim. “Tamam” dedi ve yemek vermedi. Çok garip gelmişti ısrar etmemesi. Sonradan bunu fark etmiş olacak ki 1-2 gün sonra bana açıklama yapma ihtiyacı hissetti: “Ben sana bunu sorduğumda bana net cevap ver. İkinci kez sormam, ısrar ediyormuş gibi olurum. Eğer gerçekten istiyorsan istiyorum de. Bu bizde ayıp değil.” dedi.
Alışkanlıklar çok önemli insan hayatında. Akşam vakti gidip bir yerde çay kahve içemiyorum mesela. Bunu çoğu insan tuhaf bulabilir. “Bu mu senin derdin?” diyebilirler. Fransa’da akşam arkadaşlarla çıkıyoruz ve oturacak yer bulamıyoruz. Buna adapte olamayacağım hiçbir zaman. Sırf bu yüzden İstanbul’a dönesim geliyor. Böyle şeyler küçük gibi görünse de aslında hayatı bayağı etkiliyor. Sosyalleşemiyor, eve tıkılıyorsun. Adaptasyon sorununu Türkiye’den ziyade Fransa’da yaşıyorum diyebilirim. Buraya hiçbir zaman adapte olamazmışım gibi geliyor.
Peki, stand-up kariyerin nasıl başladı?
Az önce de belirttiğim gibi zaten üniversite eğitimim tiyatro üzerineydi ve tiyatro yapıyordum Türkiye’de. Ancak pandemi ile sahneler kapanıp işsiz kalınca dedim ki “Madem öyle Fransa’ya döneyim.” Bütün birikimimi tüketmiştim. Son kuruşumu da uçak biletine harcayıp Paris’e döndüm. Fransa’ya gelir gelmez bir kapanma oldu. İş bulmak da mümkün değildi ve uzun bir süre abimin 13 m² yurt odasında 2 kişi yaşadık. Sonrasında bulduğum ilk iş bir Türk kuyumcusundaydı. O da ironikti: Paris’e gelip Adana burması satarak geçimini sağlamak… (Gülüyor) Bir noktada artık kendi işimi yapmak için istifa edip kuyumcudan ayrıldım.
Kendi projelerime yöneldim, YouTube için içerik üretmeye başladım. Daha önceden de yapıyordum, onlara devam ettim. Sonra stand-up macerası başladı. O da biraz şans eseri oldu. Normalde bu konuda ne niyetim ne de düşüncem vardı. BKM’deki bir arkadaşım siyahi bir arkadaşın numarasını istemek için yazdı bana. Ben de “Hayırdır, niye soruyorsun?” diye sordum. O da Türkiye’deki yabancı komedyenleri çıkaracakları bir konsept düşündüklerini söyledi. Ben de dedim ki, “Bana niye sormadın o zaman? Benden daha uluslararası kimi tanıyorsun? Babam Fransız, annem Faslı.” Dedi ki “Sen İstanbul’da değilsin.” Sahnenin ne zaman olduğunu sordum. Benim de şansa o gün İstanbul’a uçak biletim vardı. Yaz beni dedim, geliyorum. İlk kez bu şekilde stand-up için sahneye çıktım. Benim anlatacak bir hikâyem ve bu hikâyeyi anlatabileceğim bir sahne vardı. Bu hikâyenin üzerinde çalıştım ve stand-up macerası böylece başlamış oldu.
Kendi hikâyeni sahneye taşıdığında aldığın reaksiyonlar sana nasıl geliyor?
Anlattıklarıma Türkiye’deki reaksiyon farklı, Fransa’daki reaksiyon ise farklı oluyor… Türkiye’deki biraz daha “yok artık” gibi bir reaksiyon. “Oha bu adam Fransa’dan kalkmış, Suriye’ye gitmeyi düşünmüş, Türkiye’ye gelmiş. Yuh artık ve bu çocuk Türk…” gibi bakıyorlar. Fransa’da biraz daha farklı olarak “Bu bizim gibi ama bizim gibi değil…” diyorlar, çünkü onların hikâyesini ben tersten yaşamışım.
Fransızca stand-up yapmayı denedin mi hiç peki?
Hayır denemedim. Nedense istemiyorum da şu an. Şu an Fransızlara anlatmak istemiyorum hikâyemi. Önce bir Türklere anlatayım gibi bir yerdeyim. Fransa’da yabancı kökenli kişilerin öne çıkması sanki medyadaki “Biz platformumuzda komiklik yapan banliyö çocuklarını da gösteriyoruz” gibi bir yere oturuyor. Eskiden buralardan gelen insanları televizyona çıkarmıyorlardı. Bir haber sunucusunu, daha prezentabl olması gereken kişileri hiçbir zaman banliyölerden seçmediler. Ama “haydi bari komiklik yapmak için çıksın” der gibi, hani şaklaban gibi gördükleri için aslında o alanı açtılar onlara medyada. Çok sevildi ve karşılık da buldu ve bu alan daha da genişledi.
Kişisel proje olarak ileriye dönük planladığın şey nedir?
Uzun vadede gösterileri Türkiye’ye dönüp yapmak istiyorum ama kısa vadede Fransa’da tek kişilik bir gösteri planlıyorum. Şu anda soru cevaplı bir kısmı var düşündüğüm şovun. Biraz daha interaktif, onun denemelerini yapıyorum. Dün açık mikrofonda denedim. Fransa’da açık mikrofonlarda denedim. Önümüzdeki yıl ayda bir yapacağım. Eğer o tutarsa bir ihtimal ya onunla Türkiye’ye gelirim ya da kendi tek kişilik versiyonumu yazmaya çalışırım. Bu aralar böyle interaktif şeyler çok hoşuma gidiyor çünkü seyirciden de gelen bir komedi var. Bir de galiba insanlar “Konuşanlar” tarzı istiyor. Yani stand-up buna dönsün demiyorum ama onun da sanırım ayrı bir keyfi var seyirci için. Kendisinin de bir şeyler anlatabildiği bir yer olduğu zaman seviyor. O yüzden bir interaktif şov düşünüyorum önümüzdeki yıl.