DOSYA: "İPTAL KÜLTÜRÜ"

Dijital Mahkemelerde Adalet: Linç Kültürünün Yükselişi

Sosyal medyada kurulan mahkemeler, adalet algımızın üzerinde köklü etkilere sahip. Twitter tutuklamaları, otosansür mekanizmaları ve linci mümkün kılan sosyal medya rehberleri arasında “linç kültürü” en başta adalet anlayışımızı dönüştürüyor.

© Jorm Sangsorn/shutterstock.com

Bir anlık hata, uygunsuz bir söz ya da yanlış bir adım, milyonlarca kişinin gözünde sizi suçlu ilan edebilir mi? Sosyal medyanın devasa arenasında, bir kişi ya da kurumun yargılanması ve toplumsal boykotla karşı karşıya kalması artık sadece birkaç dakika alıyor. Yargıçlar mahkeme salonlarında değil; X (eski adıyla Twitter), Instagram ve YouTube yorumlarında hüküm veriyor. Ancak bu hızlı yargılamaların arkasında daha derin sorular yatıyor: Suçun niteliği, cezanın orantısı, tarafsızlık ve toplumun adalet anlayışı bu süreçlerde nasıl şekilleniyor?

Öncelikle linç kültürünü kabaca tanımlayarak başlamamız gerek: Genellikle sosyal medyada ortaya çıkan bu olgu, toplumsal adaletsizliklere karşı aşırı duyarlılığa ve toplumsal azınlık gruplarını inciten veya eşitsizliği meşrulaştırdığı düşünülen fikirlere karşı belirgin bir hoşgörüsüzlüğe dayanır. Linç kültürü, bir kişinin veya kurumun, söylediği veya yaptığı bir şey nedeniyle toplumsal boykotla karşılaşmasını ifade eder.

Aslında iptal/linç (1) kültürü yeni bir olgu değil. Tarihte her toplumda, her dönemde hem yazılı hem de yazısız kurallar mevcuttu. Yazılı kurallar bildiğimiz hukuk sistemi iken, yazısız kurallar toplumsal yaşamın bir parçası olarak, bazen mahalle kültüründe, bazen de sosyal çevreden dışlanma şeklinde kendini gösterirdi. Mahalle baskısı, dedikodu, sosyal dışlanma gibi mekanizmalar, toplumsal normlara uymayan bireyleri cezalandırmanın yollarıydı.

Bugün ise bambaşka bir dünya karşımızda duruyor. İnsanların gitgide yalnızlaştığı büyük şehirlerde, sosyalleşme biçimleri ve topluluk algısı köklü bir dönüşüm geçiriyor. Eskiden mahalle, işyeri veya okullarda kurulan sosyal ilişkiler, artık dijitalleşen dünyanın bir parçası hâline geldi. Bu dünyada, insanların “toplulukları” artık fiziksel mekânlar değil, çoğunlukla çevrimiçi platformlar üzerinden varlık buluyor. X’te takip edilen insanlar, etkileşimde bulunduğumuz arkadaşlar, Instagram’da hikâyelerini izlediğimiz dostlar veya ünlüler, günlük sosyal etkileşimlerimizin merkezinde yer alıyor. Bu platformlar, sınırları giderek silinen ve dar coğrafi bağımlılıklardan kurtulmuş bir sosyal ağ sunuyor. İstanbul’da metrobüsle işe giderken elimizdeki telefon ile Van’daki bir hadisenin lincine dâhil olabiliyoruz.

Adalet Muhafızlarının Linç Kararları

Özünde, iptal kültürü dediğimiz hadise, “offline”dan “online”a taşınarak kendisine başka bir “mecrada” hayat buldu ve yaşamaya devam ediyor. Fakat bu platform değişimi, basit bir mekân değişimi ile kalmadı. İptal kültürünü de yapısal olarak değiştirdi. Eskiden sınırlı çevrede kalan sosyal cezalandırmalar, artık çok daha büyük, o dili konuşan herkesin katılabileceği kitlesel linçlere dönüşmeye başladı. Lokal ölçekte sosyal dışlamayı veya cezalandırmayı organize eden mahallenin “ileri gelenleri” ve belki de toplumsal ahlakın kurucusu vazifesini üstlenen teyzeler, emekli astsubay amcalar, yerini, X’te çok takipçili, linçten beslenen “adalet muhafızları” ile değişti. Normalde norm-dışı hareketleri sebebiyle mahalleden veya içinde bulunduğu sosyal çevreden dışlanan kişi, artık kitlesel çevrimiçi linç sebebiyle çok daha kapsamlı sosyal çevrelerden dışlanmaya başladı. Peki bu dışlamalara götüren linç kararları nasıl ortaya çıkıyor? Hangi rehber takip edilerek kararlara ulaşılıyor?

X yargıçlarının oluşturduğu bu rehbere göre, örneğin, “salıverilmek” her zaman “bütün davanın düşmesi” anlamına geliyor—zira bu rehberde “tutuksuz yargılanmak” gibi detaylı kavramlara yer yok. Bu tür kavramlar, zaten güvenilmeyen ve karmaşık hukuk sisteminin uzantıları olarak görülüyor. Oysa rehber daha net, keskin kararlar talep ediyor.

Sokakta köpeğe tekme atan biri mi var? Müebbet. Çalışanının maaşını geç ödeyen bir işveren? Müebbet. Peki ya bir seri katil? Elbette o da müebbet. Orantılılık ilkesi yok; her suç en ağır cezayı hak etmeli. Peki ya suçun şahsiliği? Maalesef, bu linç kültüründe onu bulmak zor. Bir katilin kardeşiyseniz bu lince siz de hedef olabilirsiniz. Bu rehber sizi gerçek suçludan ayırma zahmetine girmez. Suçluya sempati mi duyuyorsunuz ya da kısmen haklı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sizin de hükmünüz aynıdır. Siyah ve beyaz; griye yer yok. Zira bu rehberin kuralları, adaletin matematiksel ilkelerine değil, çoğunluğun belirlediği, hukuki prensiplerin yok sayıldığı, en uç görüşlerin güçlü bir yankı bulduğu, anonimliğin verdiği rahatlıkla eleştirinin ölçüsüz yapıldığı bir sosyal medya mahkemesi tarafından şekillendiriliyor.

Meselelerin Yüzeydeki Hâli ve Tarafsızlık

Bu rehberin içerisinde göz ardı edilen en temel meselelerden bir diğeri de tarafsızlık prensibi. Çoğu zaman hikâyenin yalnızca bir tarafını dinliyoruz: Sosyal medyadaki olaylar kullanıcının önüne âdeta hap şeklinde, basit bir şablon ile düşüyor — fail, meful ve sonuç. Detaylar, bağlam ve alternatif perspektifler çoğunlukla göz ardı ediliyor. Karmaşık ve çok yönlü bir olay, birkaç saniyelik bir video ya da tek bir tweet’e indirgeniyor, böylece olayın tüm boyutları hakkında düşünme fırsatı elimizden alınıyor. Daha fazla detay biraz daha uğraşmayla ulaşılabilir olsa bile, maalesef çoğu zaman jüri bu detaylara ulaşma zahmetine girmiyor. Olayın yüzeydeki hâli yeterli görülüyor ve verilen hızlı yargılar, sosyal medyanın hızla akan akışında yerini bulup yerleşiyor. Bu da adaletin temel ilkelerinden biri olan tarafsızlığı zedeliyor ve sonuçta sosyal medya, yargı sürecini basitleştiren, karmaşık meseleleri yüzeyselleştiren bir mecraya dönüşüyor.

Sosyal medyada iptal kültürünü oluşturan olaylar silsilesi, işte bu rehber vasıtasıyla karara bağlanıyor. Bunlar yazısız kurallar ve aslında tek başına çok ciddi problem teşkil etmiyor: Bazı etik veya ahlaki olmayan davranışlar aslında tam olarak da bu yazısız kuralların alanına girmeli. Hukuken herhangi bir yaptırımı olmayacak fakat toplumsal vicdanı zedeleyebilecek bir davranış, adalet sisteminde ciddi bir sonuç üretmeyebilir. Hatta insanların o kişiyi veya markayı boykot yolunu seçmesi, toplumsal adaletin inşasında olumlu bir adım dahi olabilir.

Sokakta, hiç kimsenin kendisini tanımadığı bir şahıs, etraftan gelebilecek tepkileri tamamen umursamadan ahlaka aykırı davranışlar sergilemek istese bile, artık cep telefonları ve kameraların var olduğunu biliyor. Buradan çıkacak bir fotoğraf, ses kaydı veya video, o kişinin toplumsal ahlak normlarının dışındaki davranışlarını tüm ülkeye afişe edebilir. Bu da insanları kamusal alanda daha dikkatli olmaya itiyor.

Fakat bu iptal kültürünün sebep olduğu bir problem var ki, işte ciddi sorunlar orada başlıyor. Linç kültürü, yazısız kuralların bir parçası olarak sosyal bir cezalandırma mekanizması olmaktan çıkıyor ve devlet de işin içine giriyor. İşin en can alıcı kısmı da burada yatıyor. X’de oluşan ve sosyal adalet mekanizmasının net olmayan rehberini, devlet, kendisi için de kullanmaya başlayınca -yani kişinin hapse girip girmeme kararı Adalet Bakanlığı’nın sosyal medya izleme komitesi tarafından verilince- artık “adalet” çok daha kaygan bir zemine geçmiş oluyor.

Bu kaygan zemin, bir yandan insanların o anki adalet eksikliği duygularının tatminine vesile olabilir: “Hak etmişti zaten!”, “Asmalı, tutukluluk yetmez bile!” Ancak, ironik bir şekilde orta ve uzun vadede devletin sosyal medyayı âdeta bir rehber olarak kullanıp adaleti bu rehbere göre dizayn etmesi, adaletin tesisine değil, ona duyulan güvenin iyice kaybolmasına yol açıyor. İşte bu da bizi adaletsizlik sarmalına sürüklüyor: Devletin bu rehbere göre attığı her adım, aslında kendisine zarar olarak dönüyor çünkü insanlar, “Demek ki biz linç etmesek, devlet de hiçbir şey yapmayacak” düşüncesine kapılıyorlar. Bu durum, adalete olan güveni daha da zayıflatıyor.

Üstelik başka birçok etkenin de adalet algısının zayıflamasına katkıda bulunduğunu düşünürsek, sonunda avukatlar bile adaleti X üzerinden arar hâle geliyorlar. Böylece bu sarmal her yıl, her yeni X tutuklamasıyla tekrar tekrar dönüyor. Sosyal cezalandırma ile devletin resmî cezalandırma mekanizmaları arasındaki çizgi de gittikçe silikleşiyor.

İptal Kültürü ve Otosansür Mekanizmaları

Yazının buraya kadarki kısmında linç kültürünün sosyal ve kamusal yönünden bahsettik, fakat bir de bu iptal kültürünün sebep olduğu, çok fazla üzerinde durulmayan başka bir sonucundan bahsedelim: İnsanların konuşmaktan imtina etmeye başlaması, bir diğer ifadeyle otosansür mekanizmalarını devreye sokması.

Geçtiğimiz yıl Amerika’da 55 üniversitede 20.000 öğrenciyle yapılan bir çalışmanın ulaştığı sonuca göre, ciddi bir kesim bu iptal kültürü sebebiyle konuşmaktan çekiniyor ve “iptal” edilme endişesi yaşıyorlar. Benzer şekilde yaklaşık 100 farklı ülkeden 2.500 akademisyenden elde edilen verilerin ışığında sosyal-liberal düşüncenin egemen olduğu akademik ortamlarda (örneğin Amerika) sağ düşüncenin bastırıldığını, sağ düşüncenin egemen olduğu üniversite ortamlarında ise (örneğin Nijerya), linç kültürü sebebiyle liberal düşünceye mensup akademisyenlerin kendilerini sansürlediklerini görüyoruz.

Esas itibarıyla, içindeki hegemon düşüncenin kırmızı çizgileri neyse, o konuda linç edilmekten endişelenen öğrenciler ve akademisyenler, fikirlerini dile getirmekten çekiniyorlar. Yukarıda bahsettiğim çalışmada, bu çekinceyi liberal ideolojinin hâkim olduğu Amerikan üniversitelerinde özellikle şu konularda görüyoruz: Amerika’nın İsrail’e desteği, Hristiyanlık, kürtaj ve ırkçılık. Bu hassas meseleler, Almanya’da İsrail politikaları, Türkiye’de çözüm süreci veya Atatürk olabilir. Devletin kırmızı çizgilerine değinen noktalarda insanlar, olası linçlere maruz kalmamak için içe kapanma ve öz sansür yoluna gidiyorlar. Dolayısıyla herhangi bir karşıt düşünceyi kimsenin sahiplenmediğine olan fikrimiz bir zandan ibaret kalıyor. Oysaki hayır, muhtemelen onlar da mevcut; ancak bu fikirler, insanların kapalı gruplarda, kendi aralarında tartıştığı meseleler hâline geliyor.

Greta’dan Corbyn’e “Filistin” Linci

Hatta öyle ki, bu fikirler dile getirildiğinde gelen tepkiler, aynı görüşü paylaşan benzer kariyer sahiplerini de öz sansüre itiyor. İsrail’i eleştirdiği için Amerika, İngiltere ve Almanya’da kariyerleri zarar gören kişilerden üç örnek verebiliriz. 2024 yılında, Columbia Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan Katherine Franke’ye, üniversite yönetimi Filistin yanlısı öğrenci eylemlerini desteklediği gerekçesiyle soruşturma açtı. Franke bu soruşturmaya karşı etik şikâyette bulunmak için bir hukuk şirketiyle anlaştı. Ancak hukuk şirketi, Franke’nin Filistin yanlısı tutumu nedeniyle kendi müvekkilini kovdu.

Benzer şekilde, İngiltere’de politikacı Jeremy Corbyn, İsrail karşıtı görüşleri nedeniyle medya tarafından yoğun bir lince maruz kaldı ve İşçi Partisi liderliğini, kendisinden çok daha İsrail yanlısı bir politikacıya bırakmak zorunda kaldı. Almanya’da ise, çevre krizine dair protestolarıyla liberal çevrelerin ilgisini çeken Greta Thunberg, artık Filistin yanlısı tutumundan dolayı Almanya’da neredeyse “istenmeyen kişi” hâline getirilmiş durumda.

Sonuç olarak, iptal ve linç kültürü, dijital dünyanın sosyalleşme biçimlerini köklü bir şekilde dönüştürmüş durumda. Bu yeni cezalandırma mekanizmaları, sosyal medyanın hızına ayak uydurarak, bireyleri ve kurumları toplumun gözünde hızla mahkûm edebiliyor. Ancak bu süreçler hem sosyal hem de kurumsal düzeyde ciddi sonuçlar doğuruyor. Toplumun farklı kesimleri arasında kutuplaşmayı artırırken, adaletin sağlanma yöntemlerinde de karmaşık ve kaygan bir zemin oluşturuyor. Sosyal medya rehberleri ile şekillenen bu yargılama süreçleri, geleneksel adalet sisteminin sınırlarını zorlayarak, daha geniş çaplı bir adaletsizlik sarmalına dönüşme tehlikesi taşıyor. Linç kültürünün getirdiği bu yeni dinamiklerin toplumsal yapı üzerindeki etkilerini anlamak, gelecekte bu kültürle nasıl başa çıkılacağına dair önemli ipuçları sunabilir.

Dipnotlar

(1) Aslında iptal ve linç kavramları iki farklı sosyal olgulara işaret etseler de, bu metinde kolaylık olması açısından birbirine ikame olarak kullanacağım.

Selim Yaman

Karşılaştırmalı siyaset, siyaset metodolojisi, kamuoyu ve şiddet içeren çatışmalar alanında araştırmalar yapan Selim Yaman, Mannheim Üniversitesi Sosyal Veri Bilimi Merkezi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler