Geleceğin Göç Dinamiği: İklim Göçü
Bugün milyonlarca insan iklim değişikliğine bağlı olarak gerçekleşen çevresel felaketler nedeniyle evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor. Bu bağlamda son yıllarda sıkça duyduğumuz “iklim göçü” ne anlama geliyor ve “iklim mültecisi” kavramı bu insanlara ihtiyaç duydukları hukuki korumayı sağlayabilir mi?
“Açlığı yalnız kendi büzüşmüş midesinde değil,
çocuklarının sefalet içindeki karınlarında da hisseden bir
adamı nasıl korkutabilirsiniz? Korkutamazsınız; çünkü o
her türlü korkunun ötesinde bir korkuyu tatmıştır.”
Gazap Üzümleri – John Steinbeck
Çevresel felaketler nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların yaşadıklarının konu edildiği Amerikalı yazar John Steinbeck’in Pulitzer ödüllü romanı Gazap Üzümleri, iklim değişikliği kaynaklı zorunlu göçün ne olduğuna dair çarpıcı bir örnek sunuyor. Roman 1920’ler ve 30’ların Amerika’sında Büyük Buhran (Great Depression) döneminde ülkede yaşanan kuraklık, sel ve toz fırtınaları (Dust Bowl) gibi felaketler nedeniyle yaşanan büyük çaplı göçleri konu alıyor.
ABD tarihindeki en büyük iç göç dalgalarından birine neden olan Dust Bowl felaketi, milyonlarca insanın geçim kaynaklarını kaybetmesine neden olmuş, özellikle Oklahoma, Texas, Kansas ve Colorado gibi bölgelerde yaşayan çiftçiler, topraklarını terk ederek batıdaki daha verimli alanlara göç etmek zorunda kalmıştı. Yaklaşık 2,5 milyon insanın yer değiştirmesine neden olan bu felaket, 21. yüzyılın sonunda küresel ısınmanın etkileri nedeniyle yüz milyonlarca insanın yer değiştirmesinin beklendiği günümüzde çevresel krizlerin ekonomik ve toplumsal sonuçlarına dair hâlâ güncelliğini koruyan bir anlatı sunuyor.
Bugün küresel çapta gözlemlenen yağış ve sıcaklık düzenlerindeki radikal değişimler ve buna bağlı olarak gerçekleşen sel, kuraklık ve fırtına gibi aşırı hava olaylarının daha sık ve şiddetli hâle gelmesiyle daha fazla insanın yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor. İçinde yaşadığımız yüzyıl için öngörülen iklim değişikliği senaryolarına göre iklim krizinin etkileriyle mücadele edilmediği takdirde, 2050 yılına kadar dünya genelinde 1,2 milyar insan göç etmek zorunda kalabilir.
İklim Göçü Nedir?
Çevresel değişimler ve doğal afetlerin tarih boyunca göç hareketlerinin temel nedenleri arasında yer aldığı biliniyor. Günümüzde bu tür göçleri açıklamak için “çevresel göç” ve “iklim göçü” gibi kavramlar kullanılıyor. Çevresel göç, doğal afetler veya çevresel bozulmalar nedeniyle bireylerin ya da toplulukların yer değiştirmesini ifade ederken; iklim göçü, özellikle iklim değişikliğinin neden olduğu uzun vadeli etkilerin bir sonucu olarak gerçekleşen çevresel göç hareketlerini kapsıyor.
İklim göçü, “iklim değişikliği nedeniyle çevrede meydana gelen ani ya da kademeli değişimlerin, bireylerin veya toplulukların yaşadıkları yerlerden ayrılmalarını zorunlu kılması ya da bu yönde bir tercihte bulunmalarına yol açması”olarak tanımlanır. İklim göçüne dair bu tanım, Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) hukuki bağlayıcılığı olmayan çalışma tanımıdır. Ancak, terim 2010 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf devletler tarafından kabul edilen ve hukuken bağlayıcı Cancun Anlaşmaları’na girmiştir.
Günümüzde giderek daha fazla önem kazanan ve gelecekte daha da kritik bir hâle gelmesi beklenen iklim göçü kavramı, yaşadığımız yüzyıldaki göç dinamiklerini daha iyi anlamak ve onlara uygun çözüm yolları geliştirmek için önemli bir çerçeve sunabilir.
ABD Kasırgaları ve Çevresel Göç
Çevresel göç ve iklim göçü terimlerini, yer değiştirme hareketlerinin farklı bağlamlarını ifade eden iki ayrı kavram olarak ele alabiliriz. İkisi de çevresel faktörlere bağlıdır, ancak kapsamları ve nedenleri açısından belirgin farklılıklar gösterirler. Çevresel göç, herhangi doğal veya insan kaynaklı çevresel bir değişimin neden olduğu göçü ifade eder. Örneğin, volkanik patlamalar, depremler, kasırgalar, ormansızlaşma, nükleer kazalar, endüstriyel kirlilik veya ani sel felaketleri nedeniyle gerçekleşen göç hareketliliği çevresel göçe örnek olarak verilebilir.
Çevresel göç, yaşanan afetin etkilerine göre zorunlu veya gönüllü olabilir. Örneğin, şiddetli bir kasırga sonrası yaşanmaz hâle gelen ve hayati tehlike barındıran bölgeyi terk etmek zorunlu olurken, bir tarım alanının verimsizleşmesi nedeniyle tehlike henüz kritik bir noktaya ulaşmadan daha iyi ekonomik fırsatlar aramak için yapılan göç “gönüllü” olarak tanımlanır.
Eylül 2024’te ABD’nin Florida eyaletini vuran Helene Kasırgası ülkenin güney doğusunda şiddetli yağış ve sel felaketlerine neden oldu. Kasırga, özellikle Florida’dan binlerce kişinin tahliye edilmesine, bölgedeki hem fiziksel hem de sosyal altyapıyı ciddi şekilde etkileyerek ülke içinde geniş çaplı bir yer değiştirmeye yol açtı.
Doğal afetlere bağlı ülke içi yer değiştirme ABD için yeni değil; aksine ülkenin çeşitli bölgelerinde görülen kasırga ve sel felaketleri nedeniyle her yıl tekrarlanan bir olgu. Konutlara yönelik iklim tehditlerini inceleyen First Street Foundation tarafından Aralık 2023’te yayımlanan bir çalışma, Staten Island, Miami ve Galveston’ın alçak kesimleri gibi sel bölgelerinden, çoğu kısa mesafelerde olmak üzere, yaklaşık 3,2 milyon Amerikalının hâlihazırda göç ettiğini ortaya koyuyor. Araştırmaya göre, ABD’de önümüzdeki 30 yıl içinde 7,5 milyon kişinin daha bu sel bölgelerini terk etmesi bekleniyor.
İklim Göçü ve Tuvalu Örneği
Çevresel göçün daha spesifik bir alt kategorisi olan iklim göçünden ise göçü tetikleyen nedenler iklim değişikliği kaynaklı olduğunda bahsedilir. Küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesi, uzun süreli kuraklıklar ile bunların yol açtığı çölleşme ve tarımsal verimsizlik gibi olaylar doğrudan iklim değişikliğiyle ilişkilidir. Bu nedenlerle gerçekleşen göç hareketliliği de “iklim göçü” olarak nitelendirilir.
Örneğin, bir ada ülkesinde yaşayan ve iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyesinin yükselmesi sonucu yaşadıkları bölge sular altında kalan insanların orayı terk etmesi iklim göçüdür. 2021 yılında, takım elbiseli bir adamın deniz seviyesindeki yükselmeye dikkat çekmek için denizin içine yerleştirilmiş bir kürsüden dünya liderlerine çağrıda bulunduğu bir video internette viral olmuştu. Birleşmiş Milletler COP26 İklim Konferansı’nda yayınlanan bu videodaki kişi ise deniz seviyesinin yükselmesiyle mücadele eden ada ülkesi Tuvalu’nun Dışişleri Bakanı Simon Kofe’ydi.
Pasifik Okyanusu’nun kalbinde, dokuz mercan adasından oluşan bir takımada olan Tuvalu’nun nüfusu 11 binden biraz fazla. Turkuaz sularla çevrili bu küçük ada ülkesi, deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Uzmanlar Tuvalu’nun iklim değişikliği nedeniyle yaşanmaz hâle gelecek ilk ülke olacağını ve 2100 yılına kadar ülkenin yüzde 95’inin sular altında kalacağını belirtiyor.
Salgıladığı sera gazı emisyonları, küresel ısınmadan büyük ölçüde sorumlu olan kömür ve sıvı doğal gaz ihracatıyla adanın içinde bulunduğu kötü durumdan kısmen sorumlu olan Avustralya, 2023 yılında Tuvalu vatandaşlarına “yaşamak, okumak ve çalışmak” için ülkeye sığınma hakkı sunacaklarını duyurmuş, bu amaçla iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmıştı. Avustralya her sene 280, Yeni Zelanda ise 75 Tuvaluluyu ülkeye kabul edeceklerini açıklamıştı. Her sene bu sayıda insanın adadan Avustralya ve Yeni Zelanda’ya göç edeceği düşünülecek olursa, Tuvalu 31 yıl içinde tamamen boşalabilir.
Yeni Bir Kategori Olarak “İklim Mültecisi”
“İklim mültecisi” veya “çevre mültecisi” terimleri afetler, iklim değişikliği ve çevresel bozulma yüzünden yerinden edilen insanların durumunu vurgulamak için medya ve çevre aktivistleri tarafından sıkça kullanılan iki kavram. Bu kişilerin karşılaştığı zorluklar ve ihtiyaçlar, herhangi bir felaket sonrası sınırları aşarak koruma ve yardım arayan diğer mültecilerle benzerlik gösterse de çevresel nedenlerle göç eden insanlar, mevcut uluslararası hukukta tanımlanmış spesifik bir kategoriye tam olarak uymuyor. Bu nedenle, “iklim mültecisi” veya “çevre mültecisi” gibi terimlerin uluslararası mülteci hukukunda maalesef yasal bir karşılığı bulunmuyor.
Ancak çoğu uzman, iklim değişikliği nedeniyle yerinden edilen insanların, çatışmalardan kaçan mültecilere sunulanlarla aynı koruma haklarına sahip olması gerektiğini savunuyor. Bu amaçla “iklim mültecisi” gibi terimlerin kullanılmasının, söz konusu bireylerin hususi durumlarının görünür kılınması ve yeni hukuki koruma mekanizmalarının geliştirilmesi açısından önemli olabileceğini ifade ediyorlar. Onlara göre, bu terimler hem siyasi farkındalığı artırabilir hem de çevresel ve iklim göçmenlerinin sorunlarına dikkat çekilmesini sağlayabilir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Mart 2018’de, iklim mültecilerinin çoğunun mevcut “mülteci” tanımına uymadığını belirterek onları “dünyanın unutulmuş mağdurları” olarak tanımladı.
Buna karşılık Uluslararası Göç Örgütü ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gibi kurumlar, “iklim mültecisi” gibi terimlerin kullanılmasının, uluslararası hukuki düzenlemeler üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceği gerekçesiyle bu ifadelerden kaçınılması gerektiğini savunuyor. Uzmanlara göre, iklimle bağlantılı daraltılmış özel bir mülteci kategorisi oluşturmak, amaçlananın aksine sonuçlar doğurabilir. Örneğin, böyle bir kategori, iklim değişikliği nedeniyle yer değiştiren insanlara, yasal koruma talep edebilmeleri için göçlerinin doğrudan iklim değişikliğinden kaynaklandığını kanıtlama yükümlülüğü getirebilir. Ancak çevresel göç çoğu zaman sadece iklim değişikliğiyle değil, aynı zamanda bunun tetiklediği ekonomik, sosyal veya siyasi faktörlerle de bağlantılıdır ve bu nedenleri birbirinden net bir şekilde ayırmak her zaman mümkün olmaz. Bu ise göçmenlerin, zaten zor olan yaşam koşullarını daha da zorlaştırarak korunma hakkına erişimlerini engelleyebilir veya geciktirebilir.
Bu görüşü savunan uzmanlar yeni bir kategori oluşturmak yerine, iklim değişikliği nedeniyle göç eden bireyler için insani vizeler, geçici koruma veya ikamet izinleri ile bölgesel ya da ikili serbest dolaşım anlaşmaları gibi çözümlerin sunulmasını öneriyor. Bu yaklaşımın, göçmenlerin karşılaştığı zorluklara daha insancıl ve pratik bir şekilde yanıt vereceğini ve ihtiyaçlarının hızlı ve etkin bir şekilde karşılanmasına hizmet edeceğini dile getiriyorlar.
İklim Değişikliğiyle Mücadelede “Apartheid” Sistemi
Avrupa Birliği (AB) ve ABD, 1850-2011 yılları arasında gerçekleşen tüm küresel CO₂ emisyonlarının yüzde 62’sinden sorumluyken, dünyada, hava olaylarıyla ilişkili afetlerden kaynaklanan ölümlerin yüzde 99’u gelişmekte olan ülkelerde meydana geliyor. Halbuki dünyanın en az gelişmiş 50 ülkesi, toplam karbon emisyonlarının yalnızca yüzde 1’inden daha azını üretiyor. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, içerisinde yaşadığımız mevcut sistemi bir “iklim apartheid”ı olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Zira bir yandan küresel ısınmada en az sorumluluğu bulunan, yoksul ve savunmasız coğrafyaların insanları bu krizden ilk ve en ağır şekilde etkilenen kesimi oluştururken, Küresel Kuzey’deki gelişmiş ülkeler ve dünyanın kaynaklarını büyük ölçüde elinde bulunduran oligarklar sebep oldukları büyük yıkımın sorumluluğunu üstlenmekten kaçınıyor.
öç, insanların hayatta kalma içgüdüsüyle başvurduğu ve çoğu zaman son çare olarak gördüğü mevcut şartlara bir tür adapte olma yöntemi. Uzmanlar, 2100’e kadar deniz seviyesindeki yükselmelerle 2 metreden daha düşük rakımlı bölgelerde yaşayan 410 milyon insanın risk altında olacağını öngörüyor. Şüphesiz bu durum, gelecekte “iklim mültecileri” olarak adlandırılan devasa bir göçmen hareketliliğini de beraberinde getirecek. Dolayısıyla iklim krizi yüzünden yerlerinden edilen insanların varlığının hukuki olarak tanınması kaçınılmaz görünüyor. Bu insanların haklarını savunmak ve sorunlarına çözüm bulmak ise, dünyada sebep oldukları çevresel tahribatla yaşam alanlarını yok ettikleri insanları sınırları dışında tutabilmek için milyonca avro harcayan sorumluların ve tesis etmede söylemden öte geçemedikleri iklim adaletinin en öncelikli meselesi olmalı.