Dosya: "İklim Göçü"

“İklim Mültecilerine Yönelik Sağlam Koruma Hakları Gerekiyor”

İklim değişikliği, zorunlu göçü küresel bir kriz hâline getiren başlıca etkenlerden biri. Warwick Üniversitesinden Doç. Dr. Simon Behrman, mevcut hukuki korumanın yetersizliğini vurgulayarak, iklim değişikliği sebebiyle göç etmiş kişiler için daha sağlam ve bağlayıcı yasal haklar oluşturulması gerektiğini savunuyor.

Akademik ve uluslararası çevrelerde iklim kaynaklı göçe yönelik artan ilgiye rağmen, kamuoyunun ilgisi hâlen olması gerekenden az denebilir. Kamuoyu iklim göçünü neden daha fazla önemsemeli?

İklim değişikliği, özellikle zorunlu göç bağlamında olmak üzere, hayatlarımızı birçok yönden etkileyen küresel ve sistemik bir sorun. Bilim insanları 30 yılı aşkın bir süredir, iklimin etkileri nedeniyle bu yüzyılda yerinden edilecek insan sayısının giderek artacağı konusunda uyarıda bulunuyor ve bu sayının en azından on milyonlarla ifade edilebileceğini tahmin ediyor. Örneğin, Birleşik Krallık hükûmetinin 2006 yılında yaptığı Stern Review, 2050 yılına kadar yaklaşık 200 milyon insanın yerinden olacağını öngörmüştü. Bu tahminlerin bazıları 20-30 yıl önce yapılmış olsa da aslında geleceğe bakmamız şart değil. Öngörülen sonuçlar hâlihazırda yaşanıyor. Norveç’teki Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi (İng. “The Internal Displacement Monitoring Centre”), 2022 yılında silahlı çatışmalardan ziyade çevresel sorunlar nedeniyle daha fazla insanın yerinden edildiğini tahmin ederek önemli bir değişime işaret ediyor.

Bu durumu bir Küresel Güney sorunu olarak görme eğilimi de var ve Bangladeş, Pasifik adaları ve Sahra Altı Afrika gibi bölgelerin en çok etkilenen bölgeler olduğu doğru olsa da, iklim nedeniyle yerinden edilme küreseldir. Yakın zamanda Kaliforniya’daki orman yangınları, Florida’daki sel ve kasırgalar ile Almanya ve Orta Avrupa’nın bazı bölgelerinde yaşanan şiddetli sel felaketleri çok sayıda insanı yerinden etti. Yani sadece izole değil, her yerde. Tıpkı 20. yüzyılda silahlı çatışmalar ve mültecilerin küresel kaygılar üzerinde hâkim olması gibi, iklim kaynaklı göç de muhtemelen 21. yüzyılın belirleyici konularından biri olacaktır.

“Daha Kolektif ve Küresel Bağlayıcılığı Olan Bir Yaklaşıma İhtiyaç Var”

Uluslararası hukuk 2010 yılından bu yana iklim kaynaklı göçü ele alıyor. Şimdiye kadar ne gibi gelişmeler yaşandı ve bu konunun daha geniş çapta tanınmasının önündeki engeller neler?

2009 yılında Kampala Sözleşmesi, Afrika’da ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin haklarını ele alarak, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) iklim değişikliğini ilk kez uluslararası düzeyde kabul ettiği önemli bir yıl olan 2010’a zemin hazırladı. Başlangıçta, iklim nedenli göç ele alınması gereken bir sorun olarak bahsedilmiş olsa da somut bir eylem çıkmamıştı.

O zamandan bu yana Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi bünyesinde kayda değer gelişmeler yaşandı. Önemli bir gelişme, iklim değişikliği göçüne ilişkin bilgileri bir araya getirmek ve en iyi uygulamaları geliştirmek üzere UNHCR, Uluslarası Göç Örgütü (IOM) ve Uluslararası Kızıl Haç Komitesi gibi hükûmetler arası kuruluşları bir araya getiren Yerinden Edilenler İçin Görev Gücü’nün kurulması.
Bir diğer önemli girişim de, devletlerin iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararlarla karşı karşıya kalan topluluklara yardım etmek için fon sağladığı bir sigorta çerçevesi gibi işleyen Varşova Uluslararası Kayıp ve Zarar Mekanizması. Bu mekanizma faaliyete geçmeye başlamış olsa da henüz başlangıç aşamasında sayılır.

Ayrıca, 2016 tarihli New York Göç Deklarasyonu ve bunu takip eden 2018 tarihli Küresel Göç Mutabakatı, iklim değişikliğini göçün bir itici gücü olarak kabul etti. Bununla birlikte, Küresel Göç Mutabakatı’nın esnek bir hukuk aracı olduğunu, yani devletler üzerinde bağlayıcı olmadığını, ancak önemli politika sonuçları taşıdığını belirtmek gerekiyor.

İklimle alakalı davalarda da çeşitli düzeylerde ilerlemeler kaydedildi. Örneğin, Teitiota-Yeni Zelanda davası, iklim değişikliğinin etkilerinden kaçan bireylerin, kökleri mülteci hukukuna dayanan ancak artık insan hakları hukuku ile kesişen geri göndermeme ilkesi kapsamında koruma talep edebileceklerini ortaya koymuştur. Tüm devletler için bağlayıcı olan bu ilke, bireylerin iklimle ilgili zararlar nedeniyle yaşam veya özgürlüklerine yönelik ciddi tehditlerle karşı karşıya kaldıkları yerlere geri gönderilmelerini yasaklıyor.

Almanya’da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, özellikle de işkence ve insanlık dışı muameleyi yasaklayan 3. maddesi, çevresel zararlarla ilgili konuları da kapsayacak şekilde yorumlanıyor. Ayrıca, 2021 yılında Fransa’da görülen bir davada, Bangladeş’teki yüksek kirlilik seviyeleri nedeniyle ağır astım hastası olan Bangladeşli bir kişiye sığınma hakkı tanınarak, sığınma taleplerinde çevresel faktörlerin tanındığı gösterildi. Bölgesel olarak, geçen yıl Avustralya ve Tuvalu arasında yapılan bir anlaşma, bu alçak ada ülkesi üzerindeki iklim etkilerini kabul ederek Tuvalu’lular için çalışma vizesi sağladı.

Genel olarak, bağlayıcı olmayan hukuk ilkeleri, bildirgeler ve bazı içtihatlardan oluşan bir yama çalışması olsa da, iklim değişikliği nedeniyle yerinden edilenler için kapsamlı bir yasal güvenceler dizisinden hâlâ uzağız. Mevcut çerçeveler öncelikle bireysel talepleri kolaylaştırıyor olsa da iklim kaynaklı zorunlu göçün ölçeği göz önüne alındığında, iklimle ilgili felaketlerden etkilenenleri korumak için daha kolektif, küresel olarak bağlayıcı bir yaklaşıma acil ihtiyaç var.

“Devletler İçin Yasal Bir Yükümlülük Oluşturmak Önemli”

Siz “iklim mültecisi” (İng. “climate refugee”) kavramına hukuki bir tanımın yapılmasının, yasal güvencelerin tesis edilmesi için elzem olduğunu söylüyorsunuz. Bu tanım neleri içermeli ve geleneksel mülteci kavramından nasıl farklılık gösteriyor?

“İklim mültecisi” oldukça tartışmalı bir terim. Ben bu terimi kullanmış olsam da birçok devlet, uluslararası örgüt ve mülteci hukuku alanındaki bazı uzmanlar iki ana nedenden dolayı bu terime sıcak bakmıyor. İlk olarak, uluslararası hukuk “mülteci” kavramını 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi ile tanımlamakta ve açıkça zulümle ilişkilendirmektedir. Bu tanım, siyasi görüş, din, ırk veya etnik köken gibi nedenlerle hedef alınan bireyleri, yani genellikle hükûmetler olmak üzere tanımlanabilir aktörlerin zulmüne maruz kalanları kapsıyor. Buna karşılık, iklim değişikliği insanları ayrım gözetmeksizin etkilemekte ve geleneksel mültecilerin yaşadığı şekilde bu bireyleri hedef alan belirli bir “zalimden” yoksun.

İkinci olarak, devletler genellikle “iklim mültecisi” terimini ima ettiği potansiyel yükümlülükler nedeniyle benimsemekte tereddüt ediyor. 1951 Mülteci Sözleşmesi, devletlere belirli yabancı uyrukluların topraklarına girmesine izin verme konusunda yasal bir görev yüklemekte. Birçok devlet ise egemenliklerini koruyor ve yerinden edilmiş ilave kişileri kabul etmeleri gerektiğini ima eden her türlü dile karşı ihtiyatlı davranıyor. “İklim mültecilerinin” tanınmasının, daha fazla insanı kabul etmek için beklentiler ve hatta yasal gereklilikler yaratabileceğinden korkuyorlar.

Şu anda “iklim mültecisi” uluslararası hukukta tanınmış bir statüye sahip değil. Ancak, bazı devletlerin iklim değişikliği nedeniyle yerlerinden edilen bireylere karşı açık sorumlulukları göz önüne alındığında, bu statüye sahip olması gerektiğini savunuyorum. Küresel Kuzey’deki sanayileşmiş ülkeler, sanayileşme ve kaynak sömürüsü yoluyla sera gazı emisyonlarına yaptıkları tarihsel katkılar nedeniyle önemli sorumluluklar taşıyor. Bu uluslar, iklim değişikliğini daha da kötüleştiren faaliyetlerden ekonomik olarak fayda sağladılar. Sonuç olarak, iklim değişikliğinin etkilerinden muzdarip olanlara yardım etmek için hem kaynaklara hem de etik bir yükümlülüğe sahipler.

“İklim mültecisi” teriminin kullanılması, bu yer değiştirmelerin zorunlu doğasını kabul etmek anlamına geliyor: İnsanlar kendi tercihleriyle değil, evleri yaşanmaz hâle geldiği için zorunluluktan göç ediyor. Toprakları sular altında kaldığında veya çiftlikleri verimsiz hâle geldiğinde bireylerin hayatları riske giriyor. Bu bir hayatta kalma meselesi.

Bu statünün tanınması, uluslararası anlaşmalar, mahkeme kararları veya Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) sürecindeki çerçeveler gibi çeşitli mekanizmalar yoluyla ortaya çıkabilir. Bu açık bir soru olarak kalmaya devam etse de, devletlerin iklim değişikliği nedeniyle yerlerinden edilenleri kabul etmeleri için yasal bir yükümlülük oluşturmak çok önemli: Bu henüz yasalarda mevcut olmayan bir görev.

Geri göndermeme ilkesine geri dönmek istiyorum. Bazı ülkelerde bu ilkenin iklim değişikliğiyle ilgili davalara dâhil edilmesi konusunda artan bir isteklilik gözlemliyor musunuz?

Geri göndermeme ilkesinin yorumlanmasında özellikle iklim değişikliğine yönelik önemli bir değişim görmüyorum. Ancak bazı kayda değer örnekler var. Örneğin Almanya bazı davalarda nispeten cömert bir yorum sergiledi, ancak bu görüş benim kendi gözlemlerimden ziyade Camilla Schloss gibi akademisyenlerin araştırmalarından kaynaklanıyor. Ayrıca, Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi, iklim değişikliği ve çevresel felaketlerin sınır ötesi hareket için gerekçe olarak daha fazla kabul gördüğü Latin Amerika’da biraz daha kapsayıcı bir duruş sergilemiştir. Bu açıklık Güney ve Orta Amerika ülkeleri arasındaki tarihî anlaşmalarla da uyumludur.

Afrika’da, doğrudan geri göndermeme ile ilgili olmasa da, Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişilere ilişkin Kampala Sözleşmesi, iklim değişikliği ve doğal afetleri ülke içinde yerinden edilmenin nedenleri olarak kabul eden önemli bir bağlayıcı anlaşma. Benzer şekilde, Somali, Etiyopya, Kenya, Uganda, Sudan ve Güney Sudan gibi Doğu Afrika devletlerinden oluşan bölgesel bir örgüt olan Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi (IGAD), yakın zamanda bölge içinde sınır ötesi hareketleri kolaylaştıran bir göç çerçevesi üzerinde anlaşmaya varmış ve özellikle iklim değişikliği etkilerini yerinden edilme faktörü olarak göstermiştir. İklim değişikliğinden yoğun bir şekilde etkilenen bu bölgenin, politikalarında bunu ele alma ihtiyacını kabul etmesi, doğrudan geri göndermeme ile bağlantılı olmasa bile önemli bir gelişme.

Geri göndermeme, uluslararası teamül hukukunun bir parçası olarak, büyük ölçüde uluslararası mahkeme kararları yoluyla gelişiyor. İnsan Hakları Komitesi’nin Teitiota v. Yeni Zelanda davasında verdiği karar, geri göndermemenin iklim değişikliğini de kapsayabileceğini kabul eden ancak sonuçta talebi reddeden önemli bir örnektir. Komite, ciddiyet için çok yüksek bir çıta belirlemiş ve yalnızca en uç vakaların bu kapsamda değerlendirilebileceğini öne sürmüştür. Söz konusu adaların 10-15 yıl içinde yaşanmaz hâle gelebileceği kabul edilse de, bu yeterince yakın görülmemiştir. Bu durum, geri göndermeme uygulamasına başvurmak için gerekli eşiklere ilişkin önemli soruları gündeme getirmektedir: Tehdit ne kadar ciddi olmalıdır? İlke uygulanmadan önce bireyler gerçek anlamda hayati tehlike altında mı olmalıdır?

Geri göndermeme ilkesinin yalnızca bir birey bir ülkenin topraklarına ulaştığında geçerli olduğunu açıklığa kavuşturmak da çok önemlidir. Devletlere ilk etapta girişe izin verme zorunluluğu getirmez. Bu nedenle başta AB, Avustralya, ABD ve Birleşik Krallık olmak üzere bazı devletler katı “giriş yasağı” politikaları uygulamaktadır. Örneğin, Akdeniz’e tekne girişlerini engellemek, duvarlar inşa etmek veya sığınma taleplerini işleme koymayı reddetmek, geri göndermeme yükümlülüklerini atlatmanın yollarıdır. Girişi engelleyerek devletler, zorla geri göndermeleri önleme yükümlülüklerinden etkin bir şekilde kaçmış olurlar.

Dolayısıyla, geri göndermeme ilkesi şüphesiz önemli olmakla birlikte, tek başına yeterli değil. İklim değişikliği nedeniyle yerinden edilenler için giriş hakkı da dâhil olmak üzere daha sağlam koruma haklarına ihtiyaç var.

İklim değişikliğinin zorunlu göçün bir faktörü olarak kabul edilmesinde ulusal veya uluslararası mahkemelerin genel etkisi ne oldu?

Mahkemelerin iki ana açıdan önemli bir etkisi olduğuna inanıyorum. Birincisi, devletlerin iklim değişikliğiyle ilgili yasal yükümlülükleri olduğu giderek daha fazla kabul görüyor; bu sadece devletlerin gönüllü olarak ne yapmak istedikleriyle ilgili değil. Örneğin, UNFCCC sürecinde devletler bir araya gelerek kendi eylemlerini belirliyor. Bununla birlikte, Hollanda’daki Urgenda davası gibi davalar da dâhil olmak üzere son zamanlarda iklim davaları, hem yerel hem de uluslararası mahkemelerin devletlerin bağlayıcı sorumlulukları olduğunu giderek daha fazla teyit ettiğini gösteriyor. Bu yükümlülükler iklim değişikliğiyle mücadeleyi, etkilerini hafifletmeyi, emisyonları azaltmayı ve hatta geri göndermeme ilkesini korumayı kapsıyor. Bu değişim de odağı gönüllü taahhütlerden devletlerin uyması gereken yasal olarak tanınmış yükümlülüklere kaydırıyor.

İkinci olarak, henüz emekleme aşamasında olsa da, bazı mahkemelerin bireysel davacılar için kriterler belirlediğini görmeye başlıyoruz. Örneğin, Almanya’daki davalar, bireylerin geri göndermeme gibi ilkeler kapsamında ne zaman başarılı bir şekilde koruma talep edebileceklerini belirleyebilecek bazı temel parametreleri ve kriterleri belirlemeye başlıyor. Bu önemli, çünkü iklim etkileri nedeniyle yerlerinden edilen kişilere haklar sağlamak için karşılanması gereken yasal standartların tanımlanmasına yardımcı oluyor.

Pek çok kişinin yakından takip ettiği önemli bir gelişme de Uluslararası Adalet Divanının (UAD) iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirmeye yönelik devlet yükümlülüklerine ilişkin tavsiye kararı. BM sistemi içinde küresel bir mahkeme olarak, UAD’nin bu davadaki kararları bağlayıcı olmasa da, etkili ilkeler belirleme yetkisine sahip. UAD’nin devletlerin iklim değişikliğine ilişkin yükümlülükleri konusunda net ilkeler belirlemesi, sadece iklim yükümlülüklerini değil aynı zamanda göç haklarını da etkileyen küresel normların gelişimini hızlandırabilir. Önümüzdeki birkaç ay içinde karar vermelerini bekliyoruz ve bu karar yeni yasal standartların belirlenmesinde temel teşkil edebilir.

“Mülteciler Konusunda Güney Asya Ülkeleri Daha Misafirperver”

İklim mültecileri konusunda Bangladeş örneği de oldukça ilginç…

Evet! Güney Asya’dan bahsettiğimizde, bu bölgedeki devletlerin sorumluluklarına ilişkin benzersiz zorluklar söz konusu. Örneğin Hindistan şu anda önemli miktarda kömür emisyonu üretiyor olsa da, tarihsel olarak bu ülkeler küresel karbon emisyonlarına ana katkıda bulunan ülkeler olmadı. İklim değişikliği, son 150-160 yıldaki kümülatif karbon emisyonlarından kaynaklanıyor ve bu emisyonların büyük çoğunluğu Küresel Kuzey-Avrupa, Kuzey Amerika ve diğer gelişmiş bölgelerden geliyor.

Bildiğiniz gibi Hindistan büyük ve büyüyen bir ekonomiye sahip, ancak Bangladeş bu tür krizlerle başa çıkabilecek sınırlı altyapısıyla dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Bangladeş ayrıca şu anda dünyanın en büyük mülteci nüfuslarından biri olan Myanmar’dan gelen bir milyondan fazla Rohingya mülteciye ev sahipliği yapıyor ve bunu çok az uluslararası destekle gerçekleştiriyor. Mülteci cömertliği açısından Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkeler, Avrupa, Kuzey Amerika ve diğer yerlerdeki bazı daha zengin ülkelere kıyasla çok daha misafirperver.

Bu nedenle, asıl görevin uluslararası topluma, özellikle de daha zengin ülkelere düştüğünü ve bu ülkeleri finansal ve altyapı yardımı yoluyla desteklemeleri gerektiğini savunuyorum.

Sizin araştırmalarınız özellikle Bangladeş bağlamına yoğunlaşıyor. Bu bölgeye ilginizin nedeni nedir?

Son yıllarda hem Hindistan hem de Bangladeş’teki sığınma bağlamı da dâhil olmak üzere Hindistan’daki sığınma konularına odaklandım. Bir noktada Pakistan’ı da incelemek istiyorum. Odisha ve Batı Bengal gibi eyaletler de dâhil olmak üzere Bangladeş ve doğu Hindistan’da ilginç olan şey, iklim değişikliğinin en şiddetli etkilerinden bazılarını yaşıyor olmaları; deniz seviyesinin yükselmesi, sel, kasırga vb. Pasifik’teki alçak adalara çok fazla ilgi gösteriliyor olsa da Güney Asya bölgesi de aynı derecede, hatta daha şiddetli etkilerle karşı karşıya ve çok daha büyük bir nüfusu içeriyor.

Bu bölgede sadece her iki ülke içinde yerinden edilmeler değil, aynı zamanda Bangladeş ve Hindistan arasındaki sınırı geçen insan sayısında da artış görüyoruz. Bu sınır tarihi, coğrafi ve siyasi nedenlerden dolayı nispeten engelsiz. Bununla birlikte, Hindistan’da ülke içinde yerinden edilmiş kişilere yönelik belirli düzeyde destek varken, Bangladeş’ten geçenlere yönelik koruma sınırlı ve bu da endişe verici düzeyde bir ayrımcılığı ortaya koyuyor.

“İklim Değişikliğinin Gerçek Olup Olmadığı Artık Tartışma Konusu Değil”

Avrupa ve Birleşik Krallık’taki mevcut siyasi yaklaşım, sığınma prosedürlerini Ruanda, Uganda veya Arnavutluk gibi üçüncü taraf ülkelere devrediyor. Dolayısıyla, sığınmacıları korumaya yönelik siyasi iradenin azaldığı düşünülüyor. Bu eğilim devam ederse, iklim mültecileri için ne gibi sonuçlar doğuracağını düşünüyorsunuz?

Bu çok önemli bir soru. Ben bu bağlamda iki büyük küresel sorun görüyorum: Göç konusundaki siyasi tartışmalar ve iklim değişikliği konusundaki büyük tartışmalar. Göçü tek başına ele aldığımızda, göçmenlerin haklara sahip olması gerektiği veya hareket için güvenli ve yasal yollar sağlamak için daha fazla şey yapılması gerektiği fikrine karşı oldukça tepkisel, hatta düşmanca bir tutum hâkim. Ancak iklim değişikliği söz konusu olduğunda bunun tam tersini görüyoruz. İklim değişikliğinin gerçek olup olmadığı tartışması, muhafazakâr politikacılar arasında bile büyük ölçüde geride kaldı. Artık tartışma daha çok devletlerin, özellikle de daha zengin, küresel kuzey ülkelerinin iklim değişikliğinin etkilerini hafifletme konusundaki sorumluluklarının kapsamıyla ilgili.

Zorunlu göçe iklim değişikliği merceğinden baktığımızda, bu yakınlaşma her iki yönde de olabilir. Bir yandan, güvenlikleştirilmiş, militarize edilmiş bir yanıt potansiyeli var: İklim değişikliğini ve zorunlu göçteki rolünü kabul etmek, ancak bu farkındalığı daha sıkı sınır korumalarını haklı çıkarmak için kullanmak. Bazıları bu durumu ekolojik krizlerin milliyetçiliği ve kaynak koruma zihniyetini artırdığı “eko-faşizm” olarak adlandırıyor.

Alternatif olarak, iklim değişikliğinin küresel sorumluluğunun kabul edilmesi göçmenlere karşı daha fazla empati duyulmasını sağlayabilir ve daha zengin ülkelerin yerlerinden edilenlere karşı bir görevi olduğunu pekiştirerek göç karşıtı duygulara karşı koyabilir. Ancak hangi yönde ilerleneceği belli değil. Bu durum siyasi ve sosyal hareketlere ve toplumsal güçlerin bir perspektifi diğerine tercih etme iradesine bağlı olacak. İyimser olmaya çalışsam da bu açık bir soru.

İklim değişimini inkar eden görüşlerin zayıflaması da bu konuda daha ümitvar olmaya sevk eden bir faktör sanırım.

Evet, kesinlikle. Ancak bana göre asıl mesele zamanlama ile ilgili. Tartıştığımız tüm bu anlaşmalar, içtihatlar ve mahkeme kararları o kadar yavaş ilerliyor ki, zamanımız tükenebilir. Bu iki anlama gelebilir: Ya devletler güvenlikleştirilmiş, militarize edilmiş bir gündemle mevzuyu yönetmeye çalışacak ya da iklim krizine artık çok geç kalınacak bir noktaya kadar kötüleşecek. Dolayısıyla iyimser olmakla birlikte, tartışmanın kazanılmasını bekleyemeyeceğimizi anlamak çok önemli; şimdi harekete geçmenin aciliyeti var.

Burak Gücin

Galatasaray Üniversitesinde sosyoloji alanında lisans eğitimi olan Burak Gücin, sonrasında Heidelberg Üniversitesinde kültürel çalışmalar alanında yüksek lisansını tamamlamıştır. Gücin, Perspektif redaksiyon ekibinin üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler