Paralel Toplum Hangi Şartların Ürünü?
Avrupa’nın birçok ülkesinde özellikle Müslüman göçmenlere yönelik olarak sıkça dile getirilen “paralel toplum” tartışmalarına bakmadan önce, bu tarz kavramların hangi tarihsel şartların sonucu olduğunu bilmek büyük önem arz ediyor. Ancak bu tarihsel süreç ve göçmenleri Avrupa çapında “öteki” olarak nitelendiren hukuki düzenlemeler bilindiği takdirde sağlıklı bir tanımlama yapmak mümkün.
Tıpkı diğer Avrupa ülkeleri gibi Alman toplumu da özünde farklı göç akımlarıyla şekillenmiştir. Göç olgusunda odak noktası olan grup, kendilerinden genellikle “yabancı” olarak bahsedilen, özellikle ayrımcılık ve ayrıştırmacı göçmen politikalarının hedefi hâline gelmiş olan göçmenlerdir. Avrupa Birliği ülkelerinden gelen göçmenlerin aksine, üçüncü ülkeler denilen diğer ülkelerden gelen göçmenler, mülteciler ve burada yaşayan 3. nesil göçmenler toplumun farklı kesimlerince eskiden olduğu gibi şimdi de ayrımcılık ve dışlamaya maruz kalıyorlar. Yabancı oldukları her fırsatta yüzlerine vuruluyor ve entegre olmak istemeyen, paralel toplumda yaşayan “tipik yabancı vatandaş” kalıbına sokuluyorlar.
Bu güncel ön yargıların ötesinde göz ardı edilen göç faktörünü tarihsel olarak incelediğimiz zaman, farklı siyasi bilinç safhaları görürüz:
“Misafir işçi safhası” olarak tanımlayabileceğimiz birinci safhada, göçmenler, sınırlı bir çalışma süresi olan işçiler olarak sınıflandırılıyordu. Aradan zaman geçtikten sonra, bu kısıtlı çalışma süresi, mesleki birikim elde etmiş işçilerini her sene yenileriyle değiştirmek istemeyen firmalar için problem teşkil etmeye başladı. Siyasi olarak istenmese de, 1960 yılları boyunca düzenli bir göç sistemi oluşturuldu. Bu da kamouoyunda kısa sürede merhametten doğan bir seferberlik başlattı. Yardım kuruluşları bu konularda uzmanlaşmaya başladılar. Buna paralel olarak “yabancı”lardaki sosyal ve psikolojik etkileri inceleyen misafir işçi araştırmaları ortaya çıktı.
1971’deki ilk ekonomik krizden sonra ise o zamana kadar gelmiş olan işçilerin ailelerini Almanya’ya getirmeleri teşvik edilerek işçi alımı durduruldu. Kamuoyunda bu insanlar artık misafir işçi değil, hâlihazırda gelmiş olanların bir parçaları görüldü. Entegrasyon için geçerli olan “yerli normlar”, tam olarak tanımlanmamış, üstü kapalı olarak varsayılmıştı.
70’li yılların sonlarına doğru iş sahalarındaki kapanmalar ve işsizlikten dolayı misafir işçilerin konumu yine tartışma konusu hâline geldi ve “yabancı”ların yabancı oldukları için entegrasyonlarının çok zor olduğu dile getirilmeye başladı. Kamuoyuna açık münazaralarda toplumun “yabancılığın” üstesinden ne kadar gelebileceği gibi sorular sıkça sorulur oldu.
90’lı yıllar boyunca tartışma Türk ve buna bağlı olarak Müslüman toplum grupları üzerinde yoğunlaştı. Bu da Avrupa Birliği’nin şekillenmesinin ardından üye ülkelerde göç sorununun hâlledilmesi gerektiği sonucunu doğurdu. Bu sebeple Türkler ve Avrupa Birliği ülkelerinin dışından gelen göçmenler günlük hayatta mağdur edilen, politik olarak “yabancı problemi”ne indirgenen ikinci sınıf göçmen sınıfına itildiler. Etnik kimlik, etnisite veya Alman kültürü ile kültürel ve düşünsel farklar üzerine tartışmalar gittikçe artıyordu. Bu bağlamda iki kültür arasında kopukluk olduğu efsanesi ortaya çıktı ve bu efsanenin eğitim öğretim alanında kullanılması giderek olağan hâle geldi. “Yabancı problemi” gittikçe daha sık bir şekilde seçim kampanyalarında kullanılmaya başladı. Muhafazakâr ve sağcı popülist partiler ırkçı sloganlarla oy toplamaya çalıştı. Almanya’nın bir göç ülkesi olmadığı yalanı klişe hâline geldi. Bu da çifte etnikleştirmeyle sonuçlandı: İlki yerli halk tarafından göçmenlere uygulanan yabancı etnikleştirme süreci; diğeri ise göçmenlerin kendi kendilerini etnikleşmeleriydi.
“Getto” veya “paralel toplum” gibi terimler işte böyle bir konjonktürün ürünüdür.
Muhafazakâr ve sağ popülist politikacılar, bazı bölgelerin Türk veya Müslüman yerleşim bölgeleri olarak ayrıldığını ve halkın kendi şehrinde kendini güvende hissetmediği gibi konularda insanları uyarmaktadırlar. Bu popülist politika tarzına bilim bile hizmet etmiştir. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra, insanların “çoğunluk toplumuyla bağdaşmayan dinî farklılıklar”ı tekrar mercek altına alınmış ve İslam’a genel olarak ön yargı ile bakılır olmuştur.
21. yüzyılın başlangıcı ile beraber bir önceki gelişmelerin sonucu olarak niteleyebileceğimiz karşı hareketler iyice gün yüzüne çıkmıştır: Misafir işçilerin çocukları ve torunları –anne babaları ve büyükanne ve büyük babalarının tecrübelerinden de yararlanarak- tamamen yeni bir kendini tanıma evresi geçirmişlerdir. Bu gençler ve gelecek olan yeni nesil sadece bir problem olarak görülmekten dolayı üzüntü duymaktadır.
Paralel Toplum Tartışmalarında Mevcut Durum
Üçüncü ülkeler olarak adlandırılan ülkelerden gelen misafir işçi kuşağının çoğunluğu ve sonraki kuşaklar bugüne kadar Alman pasaportuna sahip değildi, yani Yabancılar Hukuku’na tabiydiler. Avrupa Birliği’nin kurulması bu durumu daha da kötüleştirdi. Avrupa Birliği ülkesi vatandaşlığı ve buna bağlı olarak geçerli olan yerel seçim hakkı, Schengen ve Dublin Anlaşmaları gereğince tüm Avrupa, fiilen duvarlarla çevrildi. Avrupa Birliği’ne üye olmayan ülkelerden gelen yabancılar ile Avrupa Birliği üyesi olan yabancılar arasında farklılıklar oluştu. Bu kanuni durum dolayısıyla iki çeşit yabancı sınıfı ortaya çıktı.
Hem yasal hem de sosyal olarak pek de hoş olmayan bu durumda; Alman toplumunun kıyısında, köşesinde yaşamaya mecbur bırakılan mülteciler dışında, üçüncü ülkelerden gelen ve birçoğu Almanya’da doğup büyümüş olan yabancı vatandaşlar da bulunmaktadır.
Diğer tarafta da Avrupa Birliği üyesi bir ülkeye mensubiyetleri dolayısıyla özel bir statüye sahip olan kişiler bulunur. Portekizli, İtalyan veya Yunanlar Almanya’ya göç ettikten altı ay sonra yerel seçimlerde ve Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde aktif ve pasif oy verme hakkına sahip olurlar. Buna karşın, mesela Köln veya Berlin’de doğan ve büyüyen Türkler’in çocukları ancak Alman vatandaşlığına geçtikten sonra bu hakka sahip olabilmektedir.
Bu yasal ayrımcılık göçmenlere hayatın çeşitli alanlarında olumsuz olarak etki eder: İlk olarak bu kişiler temsilî demokrasinin politik sürecinden genel olarak dışlanmaktadırlar. İkinci olarak sosyal vatandaşlık haklarına erişimleri de kısıtlanmaktadır. Böylece bazı grupların iş pazarına erişimi ve devletten para yardımı almaları kısıtlanmaktadır. Oturum alabilmek ve Alman vatandaşlığına geçiş ancak, çoğu zaman işsizlik parası veya sosyal yardım alamayacak şekilde devlet yardımı haklarından feragat ederek mümkün olabilmektedir. Üçüncü olarak doğrudan yapısal dezavantajların yanı sıra, dolaylı olan yasal çerçeveler nedeniyle oluşan güvensizlikten kaynaklanan psikolojik etkiler de mevcuttur. Bu güvensizlik on yıllardır burada yaşayan göçmenlerin göze batmamaya çalışmaları ve haklarını aramamalarıyla sonuçlanmıştır.
Türk ya da Müslüman göçmen grupların durumlarının tartışıldığı münazaralarda “paralel toplum“ kavramı ortaya atılır. Bu tanımla göçmen işçiler, aileleri ve sonradan gelen kuşakların oturduğu bölgeler paralel toplumun yerleşim yerleri olarak tanımlanır. Bu yerleşim alanları açık bir sınflandırmaya maruz kalmışlardır ve İslami kökten dincilik, yüksek oranda suça yatkınlık ve güvenli olmayışlarıyla anılan olumsuz bir imaja sahiptirler. Bu tür bir sosyal çevrede yaşamak, kimsenin tenezzül etmediği değersiz bir bölgede yaşamak demektir.
Berlin Nüfus ve Gelişim Enstitüsü’nde yapılan “Kullanılmamış Potansiyel: Almanya’da Entegrasyonun Durumu” isimli araştırmada Türkler’in entegrasyona direnen göçmenler olarak odak noktası olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. “Kullanılmamış potansiyel” başlığı ilk bakışta pozitif çağrışım yapmasına rağmen, aşağıdaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi araştırmada göçmenler ile alakalı tüm bilinen klişeleri görmek mümkündür:
“Birçoğu uzun zamandır burada ikamet etmektedirler, fakat genel olarak Türkiye’nin az gelişmiş bölgelerinden geliyor olmanın etkisi hâlâ devam etmektedir: Eski göçmen işçiler genellikle okul ve meslek eğitimi olmayan bir kesimdir ve genç nesil de öğrenim motivasyonundan yoksundur […] Bu grubun bir dezavantajı da büyüklüğüdür: Çünkü bulundukları şehirlerde sayıca o kadar çokturlar ki, kendileri için kolay olanı, yani kendi aralarında kalmayı tercih ederler […]. Yaşam tarzlarının bulunulan yere benzemesine engel olan paralel toplumlar da bunun sonucunda oluşur.” [1]
Yukarıda alıntılanmış kesitte dile getirilen paralel toplum terimi, göçle ilgili belli görüş açılarını benimsemekte, diğer görüşleri ise dışlayıp marjinalleştirmektedir. İçinde daha çok belli göçmenlerin ve ekonomik olarak zayıf grupların yaşadığı şehir bölgelerinin çoğunluk toplumu veya orta sınıf tarafından farklılıklarıyla karakterize edilmesi de dikkat çekicidir. Bu göçmen grup, “noksanlık” ve “zayıflık” terimleri ile analiz edilen dağınık sosyal bir oluşum olarak kabul görmekte; buna karşın “çoğunluk toplumu” ya da “orta sınıf” gibi terimler ise tanımlanmamakta, aksine üstü kapalı olarak “normal durum” olarak farz edilmektedir.
İkamet edilen yere göre sınıflandırmalar ise iş aramayı zorlaştırmakta ve yerel işsizliği de artırmaktadır. Çünkü o bölge sakinleri, yaşadıkları yeri, caddeyi ve posta kodunu söyledikleri zaman, iş verenlerin güvensizlik ve ürkekliğine maruz kalmaktadırlar. Bölgesel sınıflandırma ve etnikleştirme sadece iş verenlerin etkileşimini değil, polis, adli makamlar ve sosyal bürokrasi memurlarının da etkileşimlerini olumsuz yönde etkiler. Tüm örneklerde bu memurlar, eğer geri kalmış bir şehir kısmında oturan kişi ile iletişim hâlindelerse, tavırları ile karşılarındaki kişiyi genellemeye meyletmektedirler.
Olumsuz anlama sahip iki farklı köken (adı kötüye çıkmış şehir bölgesi ve “yabancı” tanımlaması), yanlış bir şeyler yapma endişesini doğurmakta ya da doğrudan parmakla gösterilmeye neden olmaktadır. Bu tür bölgeler kamuoyunda genellikle tekin olmayan, mümkünse uğranılmaması gereken, en aşırı durumlarda da “no go areas” olarak tanımlanmaktadır.
Hâlbuki bu yerler çoğu zaman düşünüldüğünden çok daha iyi mahallelerdir. Hizmet sektörü, alım-satım, gastronomi ve resmî olmayan kültürel birliklerden oluşan büyük bir yapı, kendi kendine organize olmuş bir uyum oluşturur. Burada gereksinimden dolayı bir meziyet geliştirilmiş ve 1970’li yıllardaki ekonomik tehdit olan işsizliği aşmak için bir çalışma ortamı kurulmuştur. Burada kısmi de olsa iyi işleyen, canlı ve içinde kentsel karışık kültürlerin oluştuğu komşuluk ilişkileri yürütülür. Böylece misafir işçi kuşağı ve sonradan gelen kuşaklar varoluşları ve bağımsız aktiviteleri ile Alman şehirlerinin çehresini değiştirmiş ve onlara ilham vererek mahallelere istikrar sağlamışlardır.
Araştırmaların sonuçları da gösteriyor ki, bu sosyal sınıflara ayrılmış şehirlerdeki insanların hayat şartları ve kamuoyunun genel kanısı birbiriyle örtüşmemektedir. Değersizleştirme ve yıkıcı yorumlar günlük yaşamın gerçeklerine teğet geçmekte ve yapıcı olmaktan çok yıkıcı etki yaratmaktadır. Böyle bir ortamda fayda sağlayacağından kuşku duyulan politik kararların alınması pek de şaşırtıcı değildir.
Bölgesel sınıflandırma durdurulmaz, misafir işçi kuşağının ve sonradan gelen kuşakların hizmetleri yadsınmaya devam edilir ve yapısal engeller aşılmazsa bu tür bölgelerde yaşayan kişilerin moralleri “self-fulfillingprophecy” (kendini gerçekleştiren kehanet) bağlamında eninde sonunda dibi görecektir.
[1] Ungenutzte Potenziale: Zur Lage der Integration in Deutschland. Berlin: 2009. S. 7