'Dosya: "Azınlık Fıkhı"'

Ebubekir Sifil: “Azınlık Fıkhı, Mevcut Duruma Meşruiyet Kılıfı Giydirme Çabası”

Azınlık Fıkhı, gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanlara karşılaştıkları özel durumlara özel içtihatlar sunma konusunda alternatif olarak sunulsa da bu yaklaşımın eleştirilen birçok yanı var. Ebubekir Sifil’le Azınlık Fıkhı’nın sorunlu yaklaşımı hakkında konuştuk.

Azınlık Fıkhı, mevcut metodolojinin gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıkların sorularını cevaplamaya imkân tanımadığı kabulünden hareketle oluşturulan özel bir fıkıh türü. Sizce hâkim içtihatlar, Müslüman azınlıkların sorularını cevaplamakta yetersiz mi kalıyor?

Bismillâhirrahmânirrahîm. Fıkıh, hayatı murad-ı ilahî doğrultusunda yaşamanın imkân ve şartlarını sunan sistemin adıdır. Temel parametreleri Kur’an ve sünnet tarafından belirlenmiştir. Bunun anlamı şudur: Müslüman, hayatı “olgudan nassa doğru” değil, “nasstan olguya doğru” yaşar. Yani olguyu esas alıp nassı ona göre yorumlamaz; nassı esas alıp olguyu ona göre şekillendirmeye çalışır.

Azınlık Fıkhı meselesine bu çerçeveden baktığımızda gördüğümüz şudur: Geldiğimiz noktada, geçici bir süreliğine gayrimüslim ülkelerde çalışıp, ekonomik olarak belli bir noktaya geldikten sonra ülkelerine dönmek niyetinde olan ilk nesillerin aksine, sonraki nesiller gayrimüslim ülkeleri “vatan” edindiler; bunu yaparken de Kur’an ve sünnete sormadılar. Hayatı Kur’an ve sünnet çerçevesinde tanzim etme anlayışı üzerine kurulu bulunan fıkıh bu kararı onaylamayınca, mezkur kararın sahipleri nezdinde kaçınılmaz olarak bir “paradigma değişikliği” ihtiyacı ortaya çıktı.

Aslına bakılırsa Azınlık Fıkhı tabiri, “Sosyalist İslam”, “Seküler İslam”, “Kültürel İslam”, “Halk İslamı” gibi tabirlerden daha farklı bir meşruiyet alanına sahip değildir. Farklı bir paradigmayla kurgulanmış bir hayatı İslam’a onaylatma girişimi olması noktasında bu tabirler ne kadar masumsa, Azınlık Fıkhı tabiri de ancak o kadar masumdur!

Soruya gelince, mesele içtihat meselesi değil. “Farklı durumlara farklı fıkıhlar” şeklinde özetleyebileceğimiz anlayış, en başta Kur’an ve sünnetle ilişkimizin doğru bir zeminde kurulmadığını ifade eder. Zira biraz önce söylediğim gibi fıkıh, Kur’an ve sünnetin bizden ne istediğini anlamanın adıdır. Aslolan Kur’an ve sünnetin öngördüğü hayat tarzıdır. Müslümanlar güçleri yettiğince hayatlarını buna göre düzenlerler. Güçlerinin yetmediği hususlarda ise mazurdurlar.

Gayrimüslim ülkelerde azınlık durumunda bulunan Müslümanlar, mevcut fıkhi hükümlerin onaylamadığı durumlarla karşı karşıya geldiklerinde önce o durumun meşruiyetini sorgulamalıdır. Meşru ise mesele yoktur. Değilse onu meşru kabul edecek farklı bakış açıları arayışına girmek yerine o gayrimeşruluğu ortadan kaldırmanın yollarını aramak gerekir. Bu da olmazsa o durum “özür/mazeret” hükümleri çerçevesinde değerlendirilir. Ama unutmamalıdır ki özür/mazeret durumu genelleştirilemez ve asıl/normal hükümlerin yerine ikame edilemez.

Bugün farklı ülkelerde azınlık olarak yaşayan Müslümanların, içinde bulundukları toplumun temel kabulleriyle dinî kimliklerinin çakıştığı noktalara dair sorunları, ancak yeni bir içtihat geliştirilerek mi çözülebilir? Siz, örneğin helal kesim ya da banka işlemleri gibi konularda ulusal ve ulusötesi düzenlemelerle dinî referanslar arasında kalan Müslümanlar için ne tarz çözüm yolları öneriyorsunuz?

Burada da tafsilata gitmek gerektiğini düşünüyorum. Kimi durumlar mevcut içtihatlarla çözüme kavuşturulabilir. Kimi durumlar içinse yeni içtihatlar geliştirilebilir. Prensip olarak bunda bir yanlışlık yoktur.

Fakat şunu önemle hatırlatmak isterim: Müslümanlar azınlık durumunda yaşadıkları yerlerde karşılaştıkları gayri İslami uygulamaların düzeltilmesi noktasında sonuç getirici kamuoyu oluşturma ve lobi çalışmaları yapmadılar. En azından günümüze kadar bu durum böyle olageldi. Burada mevcut olumsuzluğu mümkün olabildiğince düzeltmek için mücadele etmek yerine, hemen fıkhı mevcut duruma uyarlama ve yeni içtihat arayışlarına girmek doğru değildir.

Azınlık statüsünde yaşayan Müslümanların helal kesim konusunu “problem” olmaktan çıkarabilecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum. Kamuoyu oluşturma çalışmalarına yeterli ağırlık verilir ve gerekli altyapı ve donanıma sahip olunursa bu konu kolaylıkla çözülür. Bu alanda Yahudilerin çalışmaları bizler için ufuk açıcıdır.

Banka meselesi ise sadece azınlık durumundakilerin değil, bütün Müslümanların ortak problemlerinden biri olarak varlığını maalesef sürdürüyor. Bunun için yeni fıkıh/içtihat arayışlarına girmenin mevcut duruma meşruiyet elbisesi giydirmekten bir farkı yoktur. Birçok bileşeni bulunan bu mesele hakkında ümmetin ortak iradesi olmadan nihai çözüme ulaşmak mümkün görünmemektedir.

Azınlık Fıkhı kapsamında al-Alvani’nin dile getirdikleri başta olmak üzere verilen hangi fetvaları, hangi açılardan sorunlu görüyorsunuz?

Burada tekil konulara dair fetvalardan önce, meseleyi okuma biçimi tartışılmalıdır. Evet, Müslümanlar tarihlerinde ilk kez büyük kitleler hâlinde gayrimüslim ülkelerde azınlık statüsünde yaşamaya başladılar. Öncelikle bu durumun sorgulanması gerekir: Gayrimüslim bir ülkeyi vatan edinerek orada azınlık statüsünde yaşamak Kur’an ve sünnete göre mümkün müdür?

Bu soru cesaret ve dürüstlükle cevaplandırılmadan diğer meselelere geçmek doğru değil. Al-Alvani ve diğerleri bu soruya cevap vermek yerine, “Müslümanların diğerlerine adaletli/iyi davranması” konusunda ruhsat getiren nassları (Mâide, 5: 8-9; Hadîd, 57: 25; Mümtehine 60: 8-9) meselenin temeline yerleştiriyor. Oysa bu mahiyetteki nasslar Müslümanların –bağlam ve vurgularından da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi– hâkim unsur olduğu bir fotoğrafın içinde anlamlıdır. Bu nassların, konumu gereği gayrimüslimlerden adalet ve iyilik beklentisi içinde bulunan Müslümanları anlattığını söyleyebilmek için sadece mevcut anlama usulünü değil, olguyu da hayli zorlamak gerekir!

Azınlık Fıkhı söylemi, Müslümanları gayrimüslim ülkelerde “hak talep eden” konumuna ikna etmek dışında uzun vadede belki daha başka cüzi kazanımlar elde etmelerine yardımcı olabilir; ama bunun, Müslümanların öncelikle kendi ülkelerindeki olumsuz şartlarla mücadele azmini kırıcı, giderek Müslümanların medeniyet kurucu iradesini dumura uğratıcı bir fonksiyon icra ettiğine dikkat edilmelidir. Müslümanlar evrensel misyonlarını azınlık statüsüne ve psikolojisine rıza göstererek nasıl ifa edecekler?

Esasen dünya tarihi boyunca hangi “azınlık”, medeniyet kurma iradesini gösterebilmiş ve bunu başarmıştır? Dolayısıyla ya Müslümanların böyle bir misyonunun/sorumluluğunun bulunmadığını söyleyecek, ya da Bakara’nın 214. ayetini bugün inmiş bir ayet gibi okumayı deneyeceğiz.

Bir noktayı açık yüreklilikle tesbit edelim: Bugün gayrimüslim ülkelerde azınlık statüsünde yaşayan Müslümanlar, yaşadıkları ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi hayatına katılmaya ve belli ölçüde karar mekanizmalarında yer alır duruma gelmeye başlamıştır; bu noktalarda giderek artan bir oran ve etkinlikten söz etmek de mümkün olabilir. Ancak o Müslümanlar için hâlâ birinci derecede önemli soru(n) şudur: Gelecek nesilleri, çocuklarımızı, torunlarımızı kurtarabilecek miyiz?

Helal kesim, faizli muamele, çorap üzerine mesh, kadın-erkek karışık eğitim gibi cüzi meselelerden önce bu külli sorunun cevabı üzerinde açık yüreklilikle durmak durumundayız. Yakıcı soru şudur: Müslümanları bu ülkelerde tutan nedir? Hangi İslami kaygı ya da zaruret buralarda azınlık statüsünde yaşamaya bizi mecbur etmektedir?

Farklı ülkelerde birbirinden farklı sosyal gerçekliklere sahip olan Müslümanlara, aynı meseleye dair farklı dinî cevazların verilmesi ne tür tehlikeleri beraberinde getirir? Bu tarz özel hükümler, dünya Müslümanlarını “ümmet” kavramından uzaklaştırır mı?

Ümmet kavramı temelde “ortak evrensel değerler” sistemi üzerine oturur. Bu kavramı soyut ideolojik zeminden somut gerçekliğe dönüştürense kültür ve medeniyettir. Azınlık Fıkhı söyleminin, Müslümanları zihnî ve tecrübî aidiyetlerinden/birikimlerinden radikal biçimde koparıp “kurucu irade”den soyutlayarak “ikinci sınıf insan” psikolojisine/statüsüne savurduğu inkâr edilemez bir hakikattir! Nerede hayata özne olarak katılan ve bütün insanlığa dönük “emr-i ma’ruf nehy-i münker” yapma vasfına sahip, en hayırlı/üstün mevkiyi ihraz etmiş olan ümmet; nerede gayrimüslim bir dünyada neredeyse bütün hayatını dışlanmamak, horlanmamak, mahrum bırakılmamak adına varıyla yoğuyla mücadele etmeye adamış azınlık?!

Dolayısıyla üzerinde konuştuğumuz mesele, şu veya bu ülkenin yerel/örfî özellikleri dikkate alınarak vaz edilmiş olan değişken fıkhi hükümler değil. Yahudilerin ve Hristiyanların yaşadığı tecrübeyi çok iyi tahlil etmek durumundayız. Onlar vahyin çizdiği sınırları “zaman/mekân/durum farklılığı” gerekçesiyle değiştirme cürmünü nasıl bir zihnî kırılma yaşayarak irtikap etmişlerdi?

“Reform, yenilenme, modernite, muasırlık”; bunlar Azınlık Fıkhı kapsamında sıkça kullanılan kavramlar. Azınlık Fıkhı örneğinde biz Müslümanlar, aslında fıkhın içinde bulunduğu çağa uygun hükümler ihtiva ederek “yenilenmesi” ve sosyoloji, iktisat, siyasi bilimler dahil olmak üzere disiplinlerarası bir bakışın fıkıh geleneğindeki yeri ya da “geleneksel fıkhın aşılması” gibi konularda daha farklı ve genel sorularla mı karşı karşıyayız?

Fıkhın öncelikli sorumluluğu Müslümanların içinde bulunduğu problemlere çözüm bulmak değildir. Fıkhın öncelikli sorumluluğu Müslümanlara murad-ı ilahî doğrultusunda bir dünya kurmaktır. Yani Müslümanlar fıkıh melekesini öncelikle Yüce Allah’ın bizden ne istediği sorusuna cevap bulmak üzere işletmişlerdir, işletmelidirler. Hayat bu temelde kurulduktan ve İslami bir toplum inşa edildikten sonra günlük hayatta karşılaşılan meselelere çözüm getirmek elbette fıkhın görev sahası içindedir. Bunun için hangi disiplinlerden yardım almak gerekirse bu yapılır ve esasen bu noktanın Azınlık Fıkhı meselesiyle doğrudan bir bağlantısı yoktur.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler