Müslümanların Azınlık Konumlarının İslami İlimler Açısından Sonuçları
Müslümanların Avrupa’daki varlıklarının beraberinde getirdiği imkân ve sorunlar çok boyutlu ve bir o kadar da karmaşık. Günümüzde Müslümanların gayrimüslim bir coğrafya olan Avrupa’da yaşamalarının dinî bakımdan caiz olup olmadığı meselesinden ziyade, hâlihazırda Müslümanların bu topraklarda Müslümanca yaşamalarının nasıl bir zeminde mümkün olacağı meselesine odaklanmak daha yerinde görünmektedir.
Dönemin Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble’nin 2006 yılında Alman İslam Konferansı’nın açılışında dile getirdiği ve hâla çokça tartışılan “İslam Almanya’nın ve Avrupa’nın bir parçasıdır.” şeklindeki sözü Müslümanların Almanya’daki serüvenlerinin yeni bir sürece girdiğinin habercisi olmuştu. Bu süreç kısaca “tanınma süreci”, yani İslam’ın devlet nezdinde kurumsal entegrasyon süreci olarak nitelendirilebilir. Müslümanlar artık genelde Avrupa toplumlarının, özelde ise Almanya’nın etkin bir parçası ve görmezden gelinemeyecek bir gerçeği hâline gelmiştir. Almanya’da bariz bir ekonomik faktör olan dört buçuk milyonu aşkın Müslüman nüfus, binlerce cami ve dernek, çeşitli sivil toplum örgütleri, siyasi arenada temsilciler ve genel olarak hayatın her alanında var olan Müslüman kimliği bunun göstergesi olmuştu. Bu tanınma süreci aslında “de facto” olanın “de jure” hâle gelmesi ve Müslümanların Avrupa toplumunun çoğulcu yapısının etkin parçaları olduğunun hem Müslümanlar hem de toplum tarafından kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Bir bütünün parçası olmanın iki şekilde gerçekleşebileceği söylenebilir. Ya, parça ait olduğu bütün ile aynîleşir, ki bu duruma sosyolojik olarak “asimilasyon” denebilir; ya da parça bütünden farklı ama aynı zamanda bütünün etken ve uyumlu bir parçası olarak kendisine o bütün içinde bir hayat alanı inşa edebilir. Bununla birlikte herhâlükârda tümel tikeli, yani bütün parçayı belirlediği içindir ki, egemen toplum, içinde barındırdığı bireyleri büyük ölçüde etkiler. Bu gerçeklikten dolayı, Müslümanlar içinde yaşadıkları toplumu gözlemlemiş, bütünün bir parçası olarak kendilerini tanımlama ve bu sayede bütünden gelen etkileri kontrol etme ihtiyacı içinde olmuşlardır. Bu durum zorunlu olarak mevcut hukuki, siyasi, kültürel, ilmî ve dinî yapıları tanıma ve bu yapılarla karşılıklı iletişime geçme ihtiyacını doğurmuştur. Bu husus, pratik bir gereksinim olduğu kadar dinin topluma sağlıklı bir şekilde dâhil olabilmesi açısından dinî bir zorunluluk olarak da görünmektedir.
Son birkaç yıldır bazı eyaletlerde eyalet yönetimleri ile Müslüman cemaatler arasında imzalanan devlet anlaşmaları (Alm. “Staatsverträge”), İslam din dersi konusundaki gelişmeler ve İslam İlahiyatı enstitülerinin kurulup faaliyete geçmesi, söz konusu siyasi ve hukuki tanınma sürecinin işaretleri olarak değerlendirilmektedir. Önümüzdeki beş-on senelik zaman dilimi, söz konusu tanınma süreci ekseninde seyredecek gibi görünmektedir. Bu sürecin sonunda ise Müslümanların kamu tüzel kişiliğine sahip olup, kurumsal birçok hakka sahip olacakları muhtemel görünmektedir. Bu durum, Müslümanların bu topraklarda Müslümanca yaşayabilmeleri için gerekli, ama bütünüyle yeterli olmayan bir adım olarak değerlendirilmektedir. Zira hukuki ve siyasi statü, Müslümanların dinlerini Yaratan’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamalarını, diğer bir ifadeyle dinleriyle irtibatlarını sağlam tutmalarını temin etmemektedir. Bunun sağlanabilmesi için siyasi-hukuki düzlemin yanı sıra kültürel-toplumsal ve dinî-ilmî düzlemde de mesafe katedilmesi gerekli görünmektedir.
Bir arada yaşamanın ikinci boyutu olarak zikredilen kültürel-toplumsal boyut çerçevesinde “kültürel tanınma”, İslam’ın da Avrupa medeniyetini inşa eden ve yönlendiren unsurlar arasında yer aldığının ortaya konmasıdır. Daha açık anlatımla bu boyut, İslam’ın ve Müslümanların yalnızca siyasi ve hukuki olarak değil, kültürel ve toplumsal olarak da bu toplumun bir parçası olduğunun kabulüdür ki, bu kabulün benimsenmesi zaman alacak gibi görünmektedir. Kültürel-toplumsal boyut, bir taraftan tarihte Avrupa kültür ve medeniyetinin oluşumunda Müslümanların ortaya koyduğu katkıların tespiti, diğer taraftan da Müslümanların kültürel
anlamda içinde yaşadıkları topluma yapabilecekleri katkıların belirlenmesini ifade etmektedir.
Üçüncü boyut olan dinî-ilmî zemin bakımından denilebilir ki, Müslümanların Müslümanca yaşamalarını sağlayan, gerek kendi aralarında gerekse toplumun diğer üyeleriyle aralarındaki münasebeti sağlıklı bir şekilde düzenleyen yegâne zemin olarak İslami ilimler görünmektedir. Dolayısıyla din ile hayat arasındaki irtibatın sahih bir şekilde kurulabilmesi, Yaratıcı’nın muradına uygun bir yaşamın sürdürülebilmesi, siyasi-hukuki ve toplumsal boyutların yanı sıra ciddi ve sağlıklı bir İslami ilimler geleneğinin oluşması ile mümkün görünmektedir. Bu bağlamda yeni kurulan İslam İlahiyatı enstitülerine çok büyük görev ve sorumluluklar düştüğü açıktır. Başta devlet olmak üzere, ilgili kurumların ve Müslüman cemaatlerin bu konunun içinde yer almaları ve bu süreçte etkin olma gayretleri doğal karşılanmalıdır. Müslümanların bu durumun farkında olup çoğunluk toplumunun ve devletin söz konusu etkisine katkı sağlayabilmeleri meşru bir hukuki-dinî-ilmî zeminin oluşturulabilmesiyle gerçekleşebilir. Diğer yandan içinde yaşadığımız zaman, mekân ve şartların İslam algımıza ve yaşantımıza tesir ettiği de bir gerçektir. Gerek kimi akademisyenlerde gerekse sosyal alanda etkin bazı yazarlarda görüldüğü üzere “liberal bir İslam” söyleminin yaygınlaşması bu çerçevede izah edilebilir. Bununla birlikte, en azından şimdilik bu tür temayüller daha uzun bir süre genel İslam algısı içinde marjinalliğini korumaya devam edecektir. Bu olgu, yaygın İslam telakkisinin kendisini gözden geçirmesine, tutarlılık ve otantikliğini tahkim etmesine vesile olabilecek bir fırsat ve motivasyon kaynağı olarak da değerlendirilebilir. Kanaatimizce ideolojik bir mahiyet kazanmadığı ve iyi niyet korunduğu sürece, farklı bakış açıları –bu bakış açıları zaman zaman hâkim telakkiye mensup olanları rahatsız etse de- son tahlilde katkı sağlayıcı nitelikte olacaktır. Şu da unutulmamalıdır ki, ideolojik hüviyete bürünme, en az “yenilikçi/liberal” bakış açıları kadar, muhafazakârlık iddiasında olan yaklaşımların da içine düşebileceği bir tehlikedir.
Yalnızca İslam dini özelinde değil, genel olarak dinler, her zaman içinde yeşerdikleri toplumlara uyum sağlayan, her hâlükârda ihtilaf ve kavgalardan çekinen ve insan hayatını kolaylaştıran kurumlar olarak algılanmamalıdır. Daha açık bir ifadeyle dinler her zaman “olumlayıcı” değildirler. Dinlerin, bunun yanında ve ötesinde toplumdaki ahlaki yozlaşmayı ve haksızlıkları dillendiren ve gerektiğinde haktan ve hakikatten yana tavır alarak bu uğurda gerekli mücadeleyi vermeyi teşvik eden özellikleri vardır. Dolayısıyla genelde bütün dinlerin, özelde ise İslam’ın temel değerleriyle çelişen kimi modern değer ve telakkilerin, İslam dininin mensupları tarafından benimsenmeyip eleştiri konusu yapılması doğal karşılanmalıdır.
Bu nokta, aynı zamanda Müslümanların, içinde yaşadıkları topluma esaslı katkı sağlayabilecekleri alanı da işaret etmektedir. İslamofobi, ırkçılık gibi konuların Müslümanlarca gündemde tutulması hiç kuşkusuz anlaşılır bir husustur; ancak, bu tür konuların yanında Müslümanların içinde yer aldıkları topluma temelden katkı sağlayacak reçeteler de üretebilmeleri gerekir. İslam’ın edilgen değil, normatif ve aktif bir karaktere sahip olması da bunu gerektirmektedir. Alman Anayasası da, seküler yapısının bir gereği olarak bütün dinlere eşit mesafede bulunan özelliği ile bu katkıya uygun bir zemin teşkil etmektedir. Müslümanların ve dolayısıyla İslam’ın özelde Alman toplumuna genelde ise Avrupa toplumlarına nasıl ve hangi ölçüde katkı sunabileceğinin çerçevesinin İslami ilimler tarafından belirlenmesi ise özellikle vurgulanması gereken bir boyuttur. İslami ilimlerle, 1400 yıllık geçmişi olan, özgün yöntem ve kavramlar geliştirmiş ciddi bir ilim geleneğinden bahsedilmektedir. Müslümanca yaşama yönelik uzun vadeli meşru bir zeminin temini için bu ilim geleneği ile ilmî, fikrî ve varoluşsal bir irtibatın sağlanıp, Avrupa gerçekliğinde bunun yeniden dillendirilmesi gerekmektedir. Bu ise İslami ilimlerin günümüzde geçerli akademik dil ve söylem çerçevesinde asıllarla irtibat kurularak yeniden dile getirilmesi ile gerçekleşebilir. Bu durum aynı zamanda İslam İlahiyatının Alman akademyasında tanınmış akademik bir disiplin olmasını da sağlayacaktır.
Daha açık bir anlatımla denebilir ki, yapılması gereken, İslami ilimler geleneğini Alman akademik geleneği içerisinde eleştirel bir bakış açısı ile ve asıllarla da irtibatı koparmadan yeniden üretmek ve böylece bu topraklarda Müslümanca var olmanın makul ve dinî zeminini oluşturmaktır. Asıllarla irtibat kurmaktan kasıt, basit bir Selefi söylem ile Kur’an ve sünnete geri dönmek olmayıp, Kur’an ve sünneti de içinde barındıran İslami İlimler geleneği ve birikimi ile irtibatı koparmamaktır. Şu bir gerçektir ki, İslami ilimlerin temel görevi din ile hayat arasında devamlı oluşan mesafeyi dinden ve realiteden soyutlamadan makul bir şekilde kapatmak ve bu ikisi arasında sağlıklı bir irtibat kurmaktır. Başka bir deyişle İslami ilimler, vahiy ile gelen dinî bilginin bütün zaman ve toplumlarda işlevsel ve etkin kılınmasını, ilahi bilginin sürekli güncelleştirilmesini, yeniden üretilmesini sağlayan bir mekanizma olarak da görülebilir. Dolayısıyla Almanya’da ve Avrupa genelinde yapılması gereken aslında “yeni” bir şey olmayıp, İslami ilimlerin mahiyetinde zaten yer alan “vahiy ve gerçeklik arasındaki irtibatı sağlama” işlevinin Almanya ve Avrupa gerçekliğindeki uygulamasından ibaret olacaktır.