'Dosya: "Tepkiselliği Aşmak"'

Yük Olarak Değil, Yol Olarak Din

Müslümanların “tepki” vermekten “tepki verilmeyecek bir örnek” oluşturmaya geçişi, dinin yük olarak değil, yol olarak benimsenmesiyle doğrudan ilgili.

12 Nisan 2017 Bedri Gencer

Bu yazının konusu, “teşhis, talil, teklif” olarak üç kısımdan oluşup, çağdaş Müslümanların yaşadığı meşruiyet ve ihlas krizinin tahlilidir. Krizin teşhis ve talilinden sonra tedavisi için teklifimiz gelecektir. Nihai olarak beşerî irade ve himmete bağlı tedavi programının başarısı, teşhis ve talilin başarısına bağlıdır.

Teşhis

“İnandığı gibi yaşama” problemi olarak görüldüğünde çağdaş Müslümanların yaşadığı kriz, meşruiyet, hikmet ve ihlas krizi olarak tanımlanabilir. Hikmet, ilmin amele dönüştürülmesi, meşruiyet, amelin ilme uygunluğu, ihlas ise bu uygunluğun safiyetini ifade eder. Batı dünyası, meşruiyet yerine akliyete ulaşmakla bu problemi aşmış veya dondurmuştur. Müslümanlar ise ne meşruiyet, ne akliyeti başaramadıkları için krize girmekte, Batı ile birlikte yaşama zarureti ise onları bu krizle hesaplaşmaya zorlamaktadır. Lakin onlar bu krizle esaslı bir hesaplaşmayı göze alamayarak hep günü ve görüntüyü kurtarmaya çalışmaktadırlar. Ancak esaslı bir hesaplaşmayı erteledikçe sonunda hakikatle mukadder yüzleşme durumunda ödeyecekleri bedelin de ağırlaşacağını unutuyorlar.

Bugün Batı ile İslam dünyası, birbirine karşı şekillenen ortak bir kimlik problemini yaşıyor. Zira kimlik, ben/öteki diyalektiğine dayanır. Kimlik, aidiyet demektir; mesela Müslüman kimliği Müslüman cemaate, cemaatin kimliği ise Sünnet’e bağlılıkla kazanılır. “Ehl-i sünnet ve cemaat” tabiri, “inanma ve aidiyet” (İng. “believing and belonging”) denen bu kimlik formülünü ifade eder. İnsanın ontik tecrübesi, cemaate aidiyetle kazanılan kimlik ve manaya bağlıdır. Dolayısıyla Batı’da olduğu gibi sekülerleşme sürecinde insanlar sünnet/inançtan feragat ettikleri hâlde cemaat/aidiyetten feragat edemezler. Batı’da sekülerleşmenin “ateist Yahudi, Hristiyan, Müslüman”(!) veya “kültür Müslümanı” deyimlerinde zirveye çıkan “inançsız aidiyet” olarak gerçekleşmesi, insanın dünyayı anlamlandırmasının öncelikle kimliğe bağlı olmasından dolayıdır. Cemaate bağlılık, ferdî beşerî tecrübeye mana kazandıracak kimliği sağlar; ancak bizzat o cemaatin kimlik kazandığı Sünnet’ten uzaklaşması, daha büyük bir mana/meşruiyet krizine yol açar.

Bu durumda bir mümini iki alternatif gariplik/yabancılık bekler. Birincisi, mümin bir fert, ait olduğu sekülerleşmiş/yozlaşmış Müslüman cemaate uyduğu takdirde hem standart bir hayat tarzı geliştirmiş Batılı, hem evrensel ideal Müslüman cemaate, ikincisi meşhur “garipler” hadîs-i şerifinde olduğu gibi sünnet-i seniyyeye uyduğu takdirde kendi sekülerleşmiş/yozlaşmış Müslüman cemaatine yabancılaşmış olacaktır. Buna şahsî tecrübemden bir örnek verebilirim. Bana “Türkiye’nin (bir kabza uzunluğunda) sünnet sakalına sahip iki akademisyeninden biri olarak (diğeri de bir ilahiyatçı değil, Ömer Miraç Yaman isimli bir sosyolog!) tepki alıyor musunuz?” diye soranlar verdiğim cevaba çok şaşırıyorlar: “Sanıldığı gibi sekülerlerden değil, (özellikle ilahiyatçı, “hoca” diye bilinen) Müslümanlardan tepki alıyorum; “Bu zamanda böyle sakal olur mu?” diye. Zira sekülerler değil, Müslümanlar, inanç/yaşayış çelişkisi yaşıyorlar; inandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar ve başkalarını inandırmaya çalışırlar.
Ve’l-hâsıl, bugün Müslümanlar, ilkinden sonuncusuna tüm peygamberlerin tebliğ ettiği evrensel mükemmel din olarak İslam’a uygun yaşayamıyorlar, özünde ahlakın yattığı dini temsil ederek insanlığa örnek olamıyorlar. Bu bakımdan birincisi, Batı’da yükselen, bizzat İslamofobi değil, aslında “Gelince kesecekler” olarak sloganlaştırılan Muslimfobidir. Çünkü insan, tâbisinden bağımsız mücerret, nazarî bir dinden değil, o dini nasıl hayata geçireceğini bilemediği, irade sahibi tâbisinden korkar. İkincisi, Müslümanlara yönelik duygu, aslında korkudan çok öfkedir. İnsan, bilinmeyenden korku, bilinene öfke duyar. Öfke: Birincisi, Müslümanların mükemmel dinin fiilen kıymetini bilemedikleri, ikincisi, bütün insanlığa ümit kaynağı oluşturacak bir ideal dindarlık örneği veremedikleri için.

Talil

Bu krizin taliline gelince üçü kültürel ve biri sosyal olarak dört sebep gösterilebilir.
Birincisi, Batı’nın ezici kültürel etkisiyle Müslümanlar arasında da mesiyanik-ideolojik bir din anlayışının doğuşudur. 19. asırda yükselen Batı’nın maddi ve manevi tahakkümü, Müslümanların din algısını olumsuz etkilemiştir. Batı’da teodise denen ilahî adalet probleminden dolayı epistemolojinin öncelenmesiyle ilim ile amelin, din ile diyanetin arası açılmış ve insanlar ilim/amel bütünlüğüne dayalı dine giderek yabancılaşmışlardır. Batı’nın ezici üstünlüğü, Müslümanları önce diyanet tarzlarından, “Dinimiz mükemmel, ama biz iyi uygulayamadık” şeklinde şüpheye düşürmüştür. Ardından Müslümanlar, bu amel kusurunun ilim, dini anlama kusurundan kaynaklandığı kanaatine kaydılar. Dini daha iyi anlama arayışı ise kaçınılmaz olarak amelin aleyhine epistemolojik-ideolojik bir din anlayışına yol açmış, din, sünnet denen bir hayat tarzı olmaktan çıkmış, yaşanmayan, hep tartışılan, savunulan, yüklenilen bir şey hâline gelmiştir. Batı’dakine benzer bu gizli mesiyanik dindarlığın, ertelenmiş hayat anlayışının yansımalarını tüm hayatımızda görmek mümkündür; “40 yaşından sonra sakal bırakacağım, 60 yaşında emekli olduktan sonra hacca gideceğim.” gibi.

Bu sekülerleşme süreci, “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” denen dinin dört kapısına bakılarak daha iyi anlaşılır. Burada “sünnet” kavramının genel adını oluşturan “tarikat”, “tarz ve yol” demektir. “Tarz”ın birbirine bağlı iki manası vardır. Birincisi, miyar (ölçü), ikincisi şiar (gösterge). Nebevi mükemmel dindarlık tarzı olarak tarikat=sünnet, hem fıtrata uygun inanma/görünme/yapmayı gösteren, hem başkalarından ayırarak kimlik veren tarz demektir. İkincisi tarikat, yol demektir. Dünya hayatı, aslında dünyadan ahirete, mebdeden meada uzanan bir ontik yolculuktur. Cemaat yolcular, din=sünnet yol, diyanet=tesennün yolculuktur. Sünnet, lâfzen hem “(şeriat ve âdet olarak) din yolu, dinde tutulan nebevî yol”, hem Kur’an-ı Kerim’de geçtiği gibi “müminlerin yolu” (Nisâ suresi, 4:115) demektir. Lâfzen “yürüyüş tarzı” manasına gelen sünnetin özel adı olarak “sîret”te tarikatın “tarz ve yol” olarak iki manası birleşir. Bunun manası, sünnetin müminler için uhrevi saadetin yegâne yolu olduğu, sünnetsiz/yolsuz uhrevi saadete ulaşamayacaklarıdır.

Sekülerleşme, dinin amelinin ilminden, şeriatının tarikatından ayrılmasıyla başlar. Şeriat, tarikatta (sünnet) ete-kemiğe bürünür; ondan ayrıldığında kaçınılmaz olarak yük hâline gelir. İnsan, uzun ve sarp bir yolculukta donanımına bağlı olarak direnci azaldıkça hayatta kalabilmek, yürüyebilmek için önem derecesine göre taşıdığı yükleri sırtından atmaya başlar, onları hayatı pahasına ilanihaye taşımayı göze alamaz. İşte din “sünnet=amel=yol olarak yaşanmak” yerine “şeriat=ilim=yük olarak taşınmaya” kalkıldığı takdirde olacak şey de budur. Din, şeriat ve âdet, hüküm ve edep olarak Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın Sünnetinde ete-kemiğe bürünen küllî bir hayat tarzı olarak alınmayınca, Sünnet, adalet yerine fazilet olarak alınınca kaçınılmaz olarak çözülerek taşınamayacak bir yük hâline gelir.

Önce “Din/şeriat elden giderken tarikatı (sünnet) mı kollayacağız?” diye sakal, sarık, misvak gibi sünnetler, bilahare namaz gibi farzlar ve en sonunda bizzat din gözden çıkarılır ve Allah muhafaza “ateist Müslüman”(!) kimliğine ulaşılır. Kalbimizden veya ağzımızdan dökülen “Dinimiz mükemmel, ama ben şahsen yaşayamasam da başkaları, gelecek çocuklarım için savunuyorum” sözleri, tehlikeli bir sahicilik krizini, dinin “yol olarak yaşanmak” yerine “yük olarak taşındığı” gizli seküler mesiyanik bir din anlayışını yansıtır. Yaşanmak/harcanmak yerine yüklenilen/biriktirilen bir şeyin zamanla “ya hep, ya hiç” mantığıyla taşınamayacak, sırttan atılacak bir yük hâline gelmesi kaçınılmazdır: “Dinimizi/sünneti tamamen yaşayamıyorum, bari tamamen yaşamayayım, koy gitsin, ya hep, ya hiç!” Sekülerleşme denen şey, aidiyet/kimliği koruyarak hayatta kalmak için yük olarak taşınan dinden tedricî kurtuluştur. Sekülerleşme sürecinin sonunda varılan telakkiye göre kusur, ne amelde, ne ilimde, bizzat dindedir!
İkincisi yurt dışında yaşayan Türkiye kökenli Müslümanlar, yaşadıkları Batılı toplumda kabul bulacakları modern kültürü de iki sebepten öğrenememişlerdir. Birincisi, ana geçim kaygısının tahakkümü, ikincisi, Batı’ya karşı geleneksel ambivalans. Almanya gibi Batılı ülkelere göçen Müslümanlar, geçimden başka bir şey düşünmeye fırsat bulamadıkları gibi, Batı düzenine bir taraftan takdirle, diğer taraftan bilinçaltındaki geleneksel İslami üstünlük duygusunun etkisiyle tahkirle “kefere medeniyeti” diye bakmakta, Batılı kültürün kabulü kültürel-psikolojik bariyerlerine takılmaktadır. Sonuç, ne nebevî sünnetine, ne seküler kültüre uygun yaşayabilen, iki arada bir derede, arafta kalmış Müslümanlar!

Üçüncüsü, Müslümanların çağdaş dünyada yaşadığı çelişkiler, Batılılarla doğrudan karşılaşmadan dolayı Batı toplumunda daha bariz görünmektedir. Türkiye insanının tarih içinde bozkırlı, İslami, Akdenizli, Avrupalı gibi farklı, zıt kültürlerden etkilenmesi, ulus-devlet çağında yozlaşmaya dönüşmüştür. Farklılık, ancak Osmanlı’da olduğu gibi güçlü bir kültürel potada zenginliğe dönüşür. Böyle güçlü bir kültürel potadan mahrumiyet durumunda maruz kalınan heterojen kültürel etkiler, zenginleşmeden ziyade yozlaşmaya yarar. Düzen, standartla mümkündür. Modernleşme, yeni standartların eski standartların yerini almasıdır; Batı (modern) standart demektir. Bu kadar farklı kültürlerin karmaşasını yaşayan Türk insanında ise neredeyse standartsızlık asıldır!

Dördüncüsü, çağdaş Müslümanların yaşadığı bu meşruiyet ve ihlas krizinin içtimaî sebebi, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” tabiriyle özetlenebilir. Din, köyde ana-babadan görme âdet, şehirde peygamber-şeyhten görme sünnet olarak yaşanır. Her şey gibi âdet ve sünnet dindarlığı kendi aslî ortamında, köyde ve şehirde işlevsel ve sahicidir. 1960’lı yıllardan başlayan hızlı kentselleşme sürecinde köylerden Türkiye’de veya doğrudan Almanya’daki kentlere göçenler, âdet olarak Müslümanlığı kaybettikleri gibi, sünnet olarak Müslümanlığı öğrenecekleri kanalları (medrese, tekke) da bulamamışlardır.

Teklif

Çağdaş Müslümanların yaşadığı bu meşruiyet ve ihlas krizinin teşhis ve talilinden sonra tedavisi için teklif kısmına geldik. İster basit, ister sofistike, bir tedavi reçetesinin başarısı nihaî olarak beşerî irade ve himmete bağlıdır. Tedavi için elde sihirli değnek veya her derde deva ilaçlar, formüller yoktur; zahmet olmadan rahmet olmaz. Bu bakımdan bir velinin “Evvelce zannederdim ki ehl-i İslam’ın düştüğü zillet, ilimsizliktendir. Fakat sonra anladım ki Müslümanların zilleti, ilimsizlikten değil, amelsizliktenmiş” tespiti manalıdır.

Modern dünya, Batı üstünlüğünün etkisiyle kızışan din, ideoloji ve medeniyet-eksenli tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesinden yorgun düştü. Özlem, dünya hayatının sıfır-toplamlı bir oyun yerine kazan-kazan olarak görüleceği, herkese barış getirecek kadimin keşfidir. Yegâne çıkış noktası, yaşanan krizi bir rekabet krizi değil, fıtrattan uzaklaşmadan kaynaklanan evrensel bir kriz olarak görmektir. Dava, Batı’ya karşı kısır bir misilleme yarışına girmek, ümitsiz bir kendi din ve medeniyetini kabul ettirme mücadelesi vermek yerine bütün insanlığın kaybettiği dinin özünü, fıtrat, hikmet ve sünneti keşif davasıdır. Nihai hedef, meşruiyet ve ihlas krizine yol açması mukadder modern tikel ve teorikten kadim tümel ve pratik bir din anlayışına, hikmet ve sünnete dönüştür. Nitekim Alasdair MacIntyre gibi çağdaş filozoflar, modernliğin krizinden çıkışın yegâne yolu olarak Ortaçağ Avrupa’sındaki fazilet ahlakına dönüşü savunmaktadırlar. Güneşin altında yeni bir şey yok. Bu teklif, Batı hâkimiyetinden kaynaklanan modern dünyanın ortak krizinden çıkış arayışına delalet ediyor.

Modern soyut değer ahlakına karşı geleneksel fazilet ahlakı, sünnet denen şeydir. Hikmet, fıtratın isimsiz, sünnet isimli düsturudur. Müslümanlar, sünnete dönmekle hem dini kısır mücadele konusu bir ideoloji değil, ebedi saadet vesilesi bir hayat tarzı olarak benimseyecekler, hayatlarını manalı kılacaklar, hem son hayırlı ümmet olarak bütün insanlık adına MacIntyre gibi Batılı filozofların aradığı fıtrata dönüş yolunu göstermiş olacaklardır. Modern mekanistik zihniyette mikrodan uzak makro, süjeden uzak objektif dönüşüm mümkündür. Halbuki geleneksel hikmet, “Salah olmadan ıslah olmaz, düzelmeden düzeltemezsin, şehrin temizliğinden önce evine bakacaksın, herkes kendi kapısının önünü süpürdüğünde bütün şehir tertemiz olur.” hakikatini esas alır.

Mesela modern insan için adalet mücerret bir değer iken Müslüman için Peygamberinin gösterdiği bir dereden bile abdest alırken israf etmemek şeklinde müşahhas bir sünnettir. Edep ahlakında tecessüm etmeyen soyut değer ahlakının düştüğü uçları Batı ve Doğu dünyaları arasındaki saygı ve sevgi karşılaştırmasında görmek mümkündür. Yaygın kanaate göre Batı’da formel de olsa saygı var, sevgi yok, bizdeyse aksine sevgi var, saygı yok. Sünnette ise, değer edepte, sevgi saygıda içkindir, birbirinden kopmazlar; saygıda temellenmeyen bir sevgi olamaz. Bu bakımdan eğer bugün bize sünneti öğretecek yeterince şeyh yoksa çağımızda sünnete uygun ideal Müslümanlığı şahsiyetlerinde tecessüm ettiren Hacı Veyiszade Mustafa Efendi gibi büyüklerin hayatlarını örnek almalıyız.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler