Annesinin Darp İzlerine Bakarak Büyüyen Çocuklar
Başörtülülere yönelik saldırıların sıradanlaşması, saldırganlara cesaret veriyor. Bir saldırı olunca teyakkuza geçmek, sonrasında konuyu unutup hiçbir şey yapmadan yaşamaya devam etmek ise saldırı mağdurlarına en büyük hakaret.
Müslüman kadınlar son yıllarda Avrupa kamuoyundaki tartışmaların merkezinde. Başörtülü hâkim, polis ya da öğretmenler, okullarda başörtüsü serbestisi, aile içi ilişkiler ve Müslüman ailelerde rol dağılımına dair çeşitli kabuller bu tartışmada sürekli dile getiriliyor.
Tartışmanın merkezinde olmanın yanı sıra başörtülü kadınlar birtakım zorluklarla da karşı karşıya. ENAR’ın 2015 yılında yayımladığı “Unutulmuş Kadınlar” raporuna göre Birleşik Krallık’ta başörtülü kadınların yarısı, başörtülü oldukları için mesleklerinde ilerleme imkânına sahip oislmadıklarını belirtiyor. Hollanda’da başörtülü Türk kadınların yarısından fazlası dinleri nedeniyle ayrımcılığa uğradığını belirtirken, başörtülü olmayanlarda bu oran yüzde 14. Rapora göre birçok ülkede Müslüman kadınlar, Müslüman erkeklere kıyasla nefret suçlarına daha fazla maruz kalıyorlar. Müslüman kadınlar hem internette, hem de gerçek hayatta tehditler, nefret söylemleri, aşağılama ve şiddetle yüzleşiyor.
Müslüman kadınlara yönelik ırkçı şiddet genelde kamuya açık alanlarda, toplu taşıma araçlarında, caddelerde, marketlerde ya da işyerinde gerçekleşiyor. En sık işlenen suçlar arasında hakaret, tükürme ve kıyafetlerini çekme gibi eylemler var. Bu şiddetin özellikle Kasım 2015’te Paris saldırılarında olduğu gibi, uluslararası olayların ardından arttığı kaydediliyor. Meld Islamofobie isimli kuruluşun raporlarına göre Hollanda’da Ocak 2015 ile Haziran 2015 arasındaki Müslüman karşıtı şiddet şikâyetlerinin yüzde 90’ı Müslüman kadınlar tarafından yapıldı. Bu kadınlardan yüzde 98’i kıyafetlerinden Müslüman olduğu hemen anlaşılabilen, yani başörtülü kadınlarken, faillerin yüzde 71’i ise erkekti. Fransa’da CCIF’in verilerine göre fiziksel şiddete maruz kalanların neredeyse tamamı başörtülü Müslüman kadınlardı. Birleşik Krallık’ta Müslüman karşıtı suçları kayıt altına alan Tell MAMA, tehdit ve sözlü taciz mağdurlarının yüzde 54’ünün kadın olduğunu belirtiyordu.
Laura Navaro, “İslamofobi ve Cinsiyetçilik-Batı Medyasında Müslüman Kadınlar” isimli kitabında Müslüman kadınların kamuoyunda “hem kendi kültürlerinin kurbanı, hem de bizim için bir tehdit” olarak yansıtıldığını söyler. Gerçekten de Müslüman kadınlara yönelik şiddetin mekanizması oldukça gariptir: Kamuoyu tartışmalarında ya baba ya da koca zoruyla başörtüsü taktıkları söylenen, aile içinde adaletsiz rol dağılımı ve ataerkil düşünce yapısı altında ezildiği iddia edilen Müslüman kadınlar, bir anda “bizim” kültürümüz için birer tehdit olarak görülmekte, ilk başta kendisine “acınan” özneler bir anda kendisine “nefret duyulan” nesnelere dönüşmektedir. Sokak ortasında örneğin sakalından Müslüman olduğu anlaşılan erkekler bu kadar kolay hedef alınmazken, Müslüman kadınlar ırkçılar için “kolay” birer hedef olarak görülmektedir.
Öte yandan başörtülü kadınlara yönelik saldırıların birçoğunda “İslam’ın Avrupa’yı ele geçirmesi” histerisinin etkili olduğunu, Müslümanların Avrupa’da yerleşik hâle gelmesiyle kamusal alanlarda görünür olan dinin, başta çokkültürlü yaşam karşıtlarını rahatsız ettiğini söylemek mümkün. Bu görünürlükte “rahatsızlık” doğuran sadece başörtüsü de değil üstelik. Örneğin camilerin şehir merkezlerinde dışarıdan İslam ibadethaneleri oldukları anlaşılır şekilde inşa edilmesi, minareler, okul ya da işyerlerinde diğerlerinin görebileceği şekilde kılınan namaz, toplu taşıma araçlarında okunan Kur’an gibi görünürlük biçimleri de belli tahammülsüzlükler oluşturmakta, bu tahammülsüzlük kine dönüştüğünde de “kendisine en kolay saldırılabilir olan”a, örneğin camiler ve Müslüman kadınlara yöneltilmektedir.
Saldırıların en korkunç yanı ise kamuoyunda yeterince yer almaması ve ilgisizlik olsa gerek. Hem de sadece çoğunluk toplumu tarafından değil, doğrudan güvenlik güçleri tarafından da saldırıya uğrayan kadınlara yönelik bir görmezden gelmenin olduğunu geçtiğimiz sene gündeme gelen “Leyla” olayıyla hatırlayalım:
Mağdurdan Suçlu Yaratmak: Leyla/Kaiserslauten
Almanya Federal Meclisi, NSU Araştırma Komisyonu’nun tavsiyelerine uyarak Mart 2015’te bir yasada uzlaştı. Uzlaşıda, Ceza Hukuku’nun 46. paragrafının değişmesi ve “faillerin hareket nedenleri ile amaçları”nın ceza kapsamının belirlenmesinde dikkate alınması hedefleniyordu. Bu değişiklikle polisin, savcılığın ve hâkimlerin ırkçı motivasyonla işlenen suçlar söz konusu olduğunda daha dikkatli davranmaları hedefleniyordu.
Bu değişiklikten sadece bir ay sonra, Kaiserslautern’de 21 yaşındaki Müslüman bir öğrenci, kamuoyuna yansıyan ismiyle “Leyla” cadde ortasında İslam düşmanı motivasyonuyla işlendiği tahmin edilen bir saldırıya uğradı. Leyla bilincini kaybetmişti. Kendisine geldiğinde yerde yatıyordu. Başörtüsü başından çekilmiş, kıyafetleri alkole bulanmıştı. Başına ne geldiğini hatırlamıyordu. Gözleri iyi görmüyordu. Bir süre etrafına baktıktan sonra zorlukla eve ulaştı. Annesi polise haber verdi ve hemen hastaneye gittiler. Nörocerrahi hekimi Leyla’nın kafasına aldığı darbe nedeniyle hafıza kaybına uğradığını tespit etti. Kızın başına sert bir cisimle vurulmuş olmalıydı, zira basit bir düşme bu derece bir bellek yitimine neden olamazdı.
Başörtüsünün çekilmesi, üzerine alkol dökülmesi aslında akla İslam düşmanı bir motivasyonu getirse de polis memurları için olası nedenler daha farklıydı. Memurlar 21 yaşındaki kızın fazla alkol tükettiği için düşmüş olabileceğini ve şiddete dair kanıt olmadığını söylediler. Leyla’nın alkol kokan ceketi ya da kırılmış cep telefonu onlar için yeterli delil değildi. Ailesi kızın yabancı ya da İslam düşmanı bir motivasyonla saldırıya uğramış olabileceğini söylediklerinde de polis bu ihtimali dikkate almadı. Dahası polis, arkadaşının ifadesini alırken Leyla’nın bir erkek arkadaşı olup olmadığı, ilişkisini ailesinden gizleyip gizlemediği gibi sorular sordu. Leyla ve ailesi polisteki dosyayı görmek istediklerinde, bir sonraki sorguda Leyla’ya “yalan beyanda bulunmak konusunda uyarıda bulunulacağı”nı gördüler. Yani soruşturmayı yürütenler Leyla’nın yalan söylediğini, polisle oyun oynadığını düşünüyorlardı. Öte yandan Leyla’nın sara nöbeti geçirdiği için yere düşmüş olabileceği de ihtimaller arasındaydı.2 Bir İslam düşmanının saldırısına uğramış olabileceği dışında, yüksek bir hayal gücü gerektiren bütün ihtimaller masadaydı.
Leyla vakası Almanya’da başörtülü kadınlara yönelik saldırıların neden etkin bir şekilde önlenemediğine dair ipuçları da veriyor. Zira saldırıları engelleyebilmek için önce bunların neden gerçekleştiklerini anlayabilmek gerek. Kurbanların müracaat ettiği ilk mercinin, olayın arka planını anlamamak konusunda bu kadar ısrar edebilmesi saldırılarla mücadeleyi de zayıflatıyor.
Gözü Morarmış Bir Anne: Gamze K./Kiel
Öte yandan başörtülü kadınlara yönelik saldırıların mağdurlarda nasıl bir etki uyandırdığı ve faillerin profillerine dair bilgiler de eksik. Cevaba yaklaşmak için Kiel’den Gamze K.’nın başına gelenleri hatırlayalım:
2016 yılının temmuz ayında, bir cumartesi günü her zaman geçtiği yoldan alışverişe giden Gamze K. 55 yaşındaki bir adam tarafından saldırıya uğramıştı. Yolun karşısından gelen saldırgan aniden Gamze K.’ya yumruk atmıştı.
Perspektif’e konuşan Gamze K. saldırganın Müslümanlara karşı aşırı bir kinle dolu olduğunu ve psikolojik sorunlarının olduğunun tespit edildiğini söylüyor. Bu nedenle de bir hastanede kilitli tutuluyor. Hastalığını kabul etmeyen ve mahkemede “Bana bir silah verin, şu an bile hepsini yok edebilirim.” diyecek kadar gözü dönmüş olan saldırgan hakkında şöyle diyor Gamze K.: “Demek ki ben böyle bir insanla karşı karşıya kalmışım ve Allah’a şükür sadece burnumun kırılmasıyla kurtuldum.”
Saldırganın dış dünyayla teması yok. “Zaten olmamalı da.” diyor Gamze K.: “Gördüğü başörtülü kadınların hepsinin yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Hiçbir pişmanlık belirtisi ya da suçluluk duymuyor. Bu insanın ömür boyu dışarı salınmaması gerek.”
Zaten saldırıya dair hatırladığı tek şey de saldırganın kin ve nefret dolu gözleri. “Bana ilk saldırdığı an gözlerindeki ifadeyi çok iyi hatırlıyorum. Karşımdan aniden gelip yumruk atmıştı, başımı kaldırdığımda gözlerini görmüştüm. O gözlerin içinden öfke fışkırıyordu. Sanki beni yok etmek istiyordu.”
Saldırıdan sonra Gamze K. özellikle yabancı erkeklere karşı tedirginlik duymaya başlamış. “Sanki hepsi başörtülülerden nefret ediyormuş ve o nefreti üstüme kusacaklarmış gibi geliyordu. Bir süre yabancı erkeklerin yanından geçemedim, yolumu değiştirdim. Psikolojik tedavi gördüm, hâlâ da görüyorum. Bir travma yaşadığınızda vücudunuz ister istemez bir tepki veriyor. Ama Allah’a şükür atlattım.” diyor.
Bir insanın hiç tanımadığı biri tarafından, hiç beklemediği bir anda saldırıya uğraması sadece mağdurda bir travma oluşturmuyor. Mağdurların eşleri, aileleri, çocukları, komşuları ve mensup oldukları topluluk da bu saldırı haberleriyle büyüyorlar. Saldırganın attığı bir yumruk, çocukların annelerinin vücudundaki darp izlerine bakarak haftalar geçirmelerine yol açıyor. Bu denli acı tecrübeler yaşamış olanların bir arada yaşama dair düşüncelerinin olumsuz etkileneceği çok açık.
Başörtülülere yönelik saldırılara tepki verilmedikçe, etkin önlemler alınması için kamuoyu oluşturucu çalışmalar yapmadıkça saldırılar sıradanlaşıyor. Bu sıradanlaşma da saldırganlara cesaret veriyor. Başörtülü kadınlara yönelik saldırıları önleyebilmek için, sadece bir saldırı haberi alınca teyakkuza geçip sonra da yıldırım hızıyla unutmak değil; aktif olarak çaba sarf etmek gerekiyor. Çünkü hiçbir şey yapmadan yaşamaya devam etmek, saldırı mağdurlarına yapılabilecek en büyük hakaret.