"Avusturya"

Din-Devlet İlişkisi ve Avusturya’daki Başörtüsü Tartışması

Din ve devlet arasındaki ilişki, dinî cemaatlerin kurumsallaşmaları ve organize usulleri, dinî azınlıkların toplumda kabulü ve haklarına dair tartışmalar son yılların revaçta olan konularından. Avusturya, başörtüsü tartışmalarıyla bu konuda öne çıkıp tartışmaları negatif yönde etkileyen bir katkı sağlıyor.

Ralph Ghadban’a göre din-devlet ilişkisinde Batı Avrupa’da tarih içerisinde üç model ortaya çıkmıştır: Bunlardan birincisi Protestalığın hâkim olduğu ülkelerde “Devlet Kilisesi” olarak ifade edilen tekil sistem. İkincisi Katolik nüfusun ağırlıklı olduğu ülkelerde “Konkordato” denilen anlaşma sistemi. Üçüncüsü ise seküler devletlerde uygulanan ayrılıkçı (seperatist) sistem.

Avrupa’nın kuzeyindeki Danimarka, Finlandiya ve bazı farklılıklarına rağmen İngiltere, anayasalarında belli bir kiliseyi “Devlet Kilisesi” (devlet dini) olarak kabul etmelerinden dolayı “Devlet Kilisesi” sistemine sahiptirler. Devletin kilise üzerinde etkisini kaçınılmaz kılan bu durumun, kiliseye kamu paraları, dinî eğitim ve hukuk sisteminin diğer sektörlerinde bazı avantajlar kazandırdığı söylenebilir. Toplum ve beraberinde kurumların sekülerleşmesiyle kilise, devlet ve siyaset üzerindeki tesirini kaybetmiş, dinden bağımsızlıkları sorgulanmaz bir hâl aldığından dolayı da bu neticeye varılmıştır. Ferrari bu durumun inanç özgürlüğü ve eşitlik prensibine aykırılığı yüzünden, İsveç’in 2000 yılında yaptığı gibi diğer Avrupa ülkelrininin de “Devlet Kilisesi” sisteminden ayrılacaklarını öngörmektedir. (Ferrari, 2003: 220)

Dinî Cemaatleri “Tanıma”

Avusturya, İtalya, İspanya, Portekiz, Macaristan, Slovakya ve başkaca Avrupa devletleri kooparasyon (işbirliği), tanıma (takdir) ve “Konkordato” sistemlerine sahip ülkelerdir. Katolik kilisesi ile aralarındaki durumu düzenleyen bir anlaşma imzalamalarının sebebi ise nüfusun çoğunluğunu Katoliklerin teşkil etmesidir.

Resmen kabul edilmiş dinî cemaatlerin varlığından söz edilmesi durumunda, tanıma (takdir) sisteminden bahsedilir. Devlet tarafından “tanınmış” dinî cemaatler kendilerine verilen statü gereği bazı hukuki ve mali imkânlardan (avantajlardan) istifade ederler.

“Konkordato” sistemine sahip ülkelerin Katolik olmayan diğer dinî cemaatlerle anlaşmalar imzaladığı da bir gerçektir. Bunlar tanınmışlık derecesi ve iç özerkliğin türü hususunda (Alm. “Religions-” veya “Bekenntnisgemeinschaft” olmak üzere) farklılık gösterebilirler. Resmen tanınmış dinî grupların, diğerlerine göre daha avantajlı olduğu varsayılabilir. Belçika gibi Konkordato’su olmayan bazı devletler de tanıma (takdir) sistemine geçmişlerdir. Sürekli artan dinî çeşitlilik dolayısıyla birçok Avrupa devleti, “yayılmacı” karaktere sahip olarak nitelendirilen tanıma (takdir) sistemini geliştirmişlerdir. (Ferrari, 2003: 221)

Ne Devlet Kilisesi ne de dinî cemaatlerle bir anlaşması bulunmayan devletler için ise “ayrılıkçı (seperatist) sistem” söz konusudur. Fransa, Hollanda, Belçika ve İrlanda bunlardan olmakla birlikte aralarındaki müşterekler azdır. İrlanda Anayasası kutsal teslisi kendine baz alırken, Fransa seküler statüyü (laiklik) kabul etmiştir. Hollanda’da resmî okullarda Fransa’nın aksine din dersleri okutulmaktadır.

“Dinlere Eşit Mesafe”

Marechal’in “Ortak nokta az olunca dinlere karşı eşit mesefade duruyorlar.” diyerek ayrılıkçı sistemleri “evrensel” birer sistem olarak nitelemesi kabul edilebilir bir sav olmaktan hayli uzaktır (Marechal, 2003: 154). Zira bu devletler farklı dinlerle ne adil ne de aynı ilişki içindedirler.
Sistemler arasındaki mutabakat eksikliğinden kaynaklanan ifade gücü zayıflığı, devletlerin çok dinlilikle alakalı durumunu açıklayamamakta, dinî azınlıkların kabulü ve reddi hususunda eksik kalmaktadır.

Ayrılıkçı sisteme sahip olan Belçika ve Konkordato sistemini uygulayan Avusturya’nın kıyası bu duruma örnektir. Her iki ülke de tanıma (takdir) sistemini uygulamakta, devletin belirlediği şartları yerine getiren farklı dinî cemaatleri tanımaktadırlar.

İslam 1964 yılından beri Belçika’da tanınmış olmasına rağmen birçok İslami kuruma ve insan hakları derneklerine göre, bu otonomi tam manasıyla gerçekleşmemektedir. 1998’de Belçika devletinin İslam Cemaati için tertip ettiği seçimlerde seçilen Müslümanlar arasından cemaatin idarecileri devletçe belirlenmiştir. Hem bu müdahale hem de idarecilerin kısıtlı hareket kabiliyetlerinin yanı sıra, başka dinî cemaatlerle kıyaslandığında hiç de adil olmayan mali destek hacmi, devlet ile İslam cemaatinin ilişkisini soğuk bir zeminde tutmaktadır.

Belçika örneği, dinî azınlıkları birleştirme ve özellikle Müslümanlarla ilgili gösterdiği zayıflık dolayısıyla, ne işbirliği ve ne de ayrılıkçı model tiplemesinin artık çağdaş olmadığını, hukuki bir takım kazanımlara rağmen İslam’ın kurumsal bazda katılımından gerçek manada söz edilemeyeceğini göstermektedir. Zira Müslüman dernek yöneticileri, tanınma yasasının gerçek manada uygulanmasının, Belçika devletince birçok sahada engellendiğini ifade etmektedirler.

Avusturya Örneği

Devlet-din ilişkilerinin hukuki altyapısı açısından durum Avusturya’da farklılık arz etmektedir. Tarihî gelişmelerin de şekillendirdiği ve mevcut yapının temel taşı sayılacak bu kazanım “Avusturya Modeli” olarak bütün Avrupa’ya örnek olarak gösterilmektedir. (Sticker, 2008: 30)

Uzun yıllar Avusturya’da yaşayan Müslümanlar bu özelliği dolayısıyla ülkenin dışarıda olumlu bir imajla anılmasına katkı sağlamışlardır. 2015 yılında büyük tartışmalarla yenilenen İslam Yasası, konuların günümüz şartlarında ele alınması gerektiği, sayıları 600 bini aşan Müslümanların sosyal hayatın bir parçası olmaları gerekliliği düşüncesini kuvvetlendirmiştir.
Başlangıçta kısa süreliğine Avusturya’ya gelmiş Müslümanların zamanla yerlileşmeye karar vermeleri ve toplumsal hayatın her katmanında kendilerini hissettirmeye başlamaları, Avusturya’da bir asrı aşkın süredir mevcut olan İslam Yasası’nın uygulanabilirliğini de gün yüzüne çıkarmıştır.

Resmî okullarda okutulan İslam din dersi öğretmenlerinin (550) büyük bir kısmı kadın olmakla birlikte, branş öğretmenliği yapanlarda da başörtülü kimselerin arttığı bir gerçektir. Geride bıraktığımız son iki yıldaki mülteci hareketliliğinin Avusturya’da bıraktığı iz de dikkate alınırsa, İslam ve Müslümanlar toplumun neredeyse kendisinden her gün bahsettikleri konulardan olmayı başarmıştır.

Müslümanlar cephesinde durum bütün olumsuzluklara rağmen böyle iken, sekülerleşmenin beraberinde getirdiği dinden uzaklaşma, hakikatte kendi din ve kültürünü kaybetmemeye gayret gösteren toplum temsilcilerini endişelendirmektedir. Kendi toplum yapısı, din temsilcileri elindeki gücün dünyevileştiği bir durum arz eden Avusturya, diğer dinlerin (bilhassa İslam) mensuplarının dindarlık hususundaki ısrarcı tutumunu anlamakta zorlanırken bir yandan da bu kesimlerin de kendileri gibi sekülerleşmesi için elinden gelen çabayı sarf etmektedir.

Başörtüsü Tartışması

Aslında hiç de yeri ve zamanı değilken, Entegrasyondan Sorumlu Bakan Sebastian Kurz’un bir üniversite profesörüne 2017 yılının ilk günlerinde yaptırdığını ifade ettiği, kamusal alanda burka kullanımını sorgulayan ve yasaklanmasını öngören entegrasyona yönelik bir araştırma, Avusturya’da tartışmaların ateşini fitilleyen kıvılcım olmuştur. Bu araştırmaya göre kamusal alan burkalılardan temizlenmeli, okullarda öğretmenler başta olmak üzere, hâkim, savcı ve polislik mesleğini icra edenler kesinlikle başörtüsü takmamalıdır. Koalisyon ortağı ÖVP’nin Viyana Başkanı Gernot Blümel, okullarda başörtülü öğretmen istememe sebeplerini, toplumun ana unsurunu Hristiyan kültürünün oluşturması, dolayısıyla başörtülü öğretmenlerin çocuklar üzerinde menfi tesir bırakmasından korkulmasıyla açıklamaktadır. Toplumun birçok katmanında olduğu gibi Müslüman kesimde de beklenmedik bir infiale sebep olan hükûmetin bu entegrasyon paketi, binlerce insanın katıldığı bir yürüyüşle protesto edilmiştir.

Üzerinde durulması, belki de kafa yorulması gereken asıl nokta ise din-devlet ilişkisinin açık kurallarla belirlenmiş olduğu Avusturya’da, devlet bakanlarından birinin hem de entegrasyondan sorumlu olanın diğerlerini ve hatta hükûmeti de peşine takarak bu kaideleri hukukun aksine menfi manada yorumlamasıdır. Popülist politikalarla, yaklaşan seçimlerde elden giden seçmenini kaybetmemek için bu kabil manevraları kendine caiz gören bu anlayış, aslında kendine inanıldığı ifade edilen demokratik kültürün çiğnenmesinden başka bir şey değildir. Herkesten kabul edilmesi beklenen demokrasi kültürü, Müslümanlar ve başörtüsü söz konusu olunca kolayca harcanan bir meta olmamalıdır.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler