“Sanatçı, Asıl Sanatkâra Ulaşmak İçin Çaba Sarf Etmeli”
Tamer Barış Ülger, Güzel Sanatlar Resim Öğretmenliği sonrasında film ve drama alanında yüksek lisans yaptı. Türkiye’de tiyatroyla ilgilendikten sonra Hollanda’ya gelen ve burada Sanatolia isimli bir kültür sanat merkezi kuran Ülger ile Hollanda’da sahne sanatlarını ve Türkiye kökenlilerin bu sanata ilgisini konuştuk.
Sanatolia’nın hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Hollanda’da neden böyle bir kültür merkezi kuruldu?
Aslında şöyle başladı bizim hikâyemiz: Ben Hollanda’ya gittiğimde bir üniversite öğrencisi grubu Türkçe bir oyun çıkarmak istiyordu. Başlarında durabilecek bir yönetmene ihtiyaçları vardı. Daha sonra biz onlarla bir oyun çıkarttık, bu oyun çok beğenildi. İşi biraz daha büyük çapta ele alalım ve Sanatolia isminde bir yer kuralım istedik. 2014’te resmî olarak Sanatolia kurulmuş oldu.
Sizin tiyatroya ilginiz nasıl başladı?
Türkiye’de tiyatro geçmişim uzun yıllara dayanıyor. Ortaokul yıllarımdan beri sanatla; müzik, resim, tiyatro ve performans sanatları ile uğraşıyorum. Üniversiteye kadar pek çok özel tiyatroda çalıştım ve oralarda oyunculuk, yönetmenlik yaptım. Üniversite yıllarında da tiyatro kulübü ile 4 sene çalıştım. Daha sonra yüksek lisans için İstanbul’a gittim. İstanbul’da bazı özel tiyatrolarla çalıştım. O dönem hayatımda bazı sorgulamalar yaşadım. 29 yaşındayken hayat görüşüm değişti, İslam yoluna girdim.
İslam’ın hem sanata hem dünyaya bakış açısına ilgi duymaya başladım. Sonrasında bir Kur’ân-ı Kerim müptelası oldum aslında. Kur’ân-ı Kerîm’i okudukça insanın her şeye bakışı değişiyor. Bu süreçte İstanbul’daki sanat çevresinden uzaklaştım, çünkü o çevrede sanata dair İslami perspektif hoş karşılanmıyordu. Pek çok arkadaşımla olan ilişkim kesildi. Hollanda’ya yerleştiğimde de tiyatroyla ilgileneceğimi hiç düşünmemiştim. Niyetim toprakla ilgilenmek, daha dengeli bir yaşam sürmekti fakat Allah’ın başka bir planı varmış. Bu şuurla Sanatolia’yı kurmak nasip oldu.
Hollanda; Faslı, Arap, Pakistan, Türk gibi farklı etnik kökenden Müslümanların yaşadığı bir ülke. Ben kişinin hem köken ülke kültürünü hem de İslami perspektifini muhafaza edebileceği yollardan birinin sanat olduğunu düşünüyorum. Sanatın ortak bir iş yaptırma çabası var. İnsanlar sanatta farklılıklarını bir kenara bırakıp, ortak bir güzeli arama işine koyuluyorlar. Bu güzeli arama çabası da insanı güzelleştiriyor.
Sanatın bu iyileştirici ve beraber bir şey yapabilme gücünü kullanmak için biz Sanatolia’yı kurup kültür ve sanatı yaşatmaya çalıştık. Hollanda’daki Türkler “Anadolu insanı” değiller; bu gençler Avrupa’da büyümüşler. Dolayısıyla orada yeni bir kültür oluşmalı ve oluşuyor da… Avrupa’da bir Türk-Müslüman kimliği nasıl oluşur ve kültür ve sanat bu noktada nasıl bir fonksiyon üstlenebilir; daha çok bunun üzerine yoğunlaşıyoruz.
Yani Sanatolia biraz da sizin Hollanda’ya geldiğinizde gözlemlediğiniz ihtiyaçlar neticesinde kuruldu…
Evet, her şey biraz da kendi kendine gelişti. Hollanda’ya ilk geldiğimde bir camiye girdim, namazı kıldım. Hacı amcalar yabancı olduğumu fark ettiler. Sordular, hikâyemi anlattım. “Oğlum” dediler, “Biz buradan Türkiye’ye gitmeye çalışıyoruz, sen buraya gelmişsin. Senin ne işin var burada?”
Ben de bir şey diyemedim. Oradan bir tanesi dedi ki, “Allah bu adamı burada bir şey için görevlendirmiştir. Görevini tamamlar, gideceği zaman da gider. Karışmayın çocuğa.” Amcanın dediği bu söz bende başka bir şeye sebep oldu. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan bir Müslüman olarak kendi görevimi arayıp bulmam gerektiğini düşündüm.
Allah’ın bana verdiği yeteneklere baktım. Her ne kadar bizim İslam toplumu müziğe, halk oyunlarına, tiyatroya ya da resme uzaksa bile Allah bunları bana vermiş. Bir genel sanat yönetmeninin elinde olması gereken şeyler bende vardı. Ben de insanlık kümesini ortaya alarak bunları kullanıp bir kültür sanat merkezi oluşturabilir miyim sorusunun peşine düştüm.
Süreçte ne tür zorluklarla karşılaştınız?
O dönem çok yorulduk. Devlet tarafından 2 kere soruşturma yedik. “Bunca Müslüman Türk gencini bir araya getirerek ne yapmaya çalışıyorsunuz?” dediler. Oysa amacımız tiyatro yapmaktı. Bütün araştırmalardan alnımızın akıyla çıktık. Hatta son araştırmada yazdıkları raporda, “Hollanda’da Türkler kültür ve sanat alanında çok geriler ve Sanatolia gibi kurumların çoğalması Hollanda toplumunun içinde yer alan Türklerin kültür ve sanata entegrasyonunu sağlayabilir.” şeklinde bir sonuç çıktı.
Göç kökenlilerin tiyatroya ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biraz genellemeci olacak ama Türkler tiyatroya gelmiyor. Hacı amcalara “Biz böyle bir tiyatro yapıyoruz, gelin” dediğimizde biz uyuşturucu satıyormuşuz gibi, “Benim öyle şeylerle işim olmaz” cevabını alıyoruz. Modernite sonrası İslam toplumunun kültür sanat alanıyla mesaisi belirli nedenlerle daha az.
Ben, “Müslüman’ım” dediğimiz anda dünyanın bizden sorulacağını, yaşadığımız topluma, dünyaya karşı sorumluluklarımız olduğunu düşünüyorum. Kendisini kaybetmiş bir nesil var ve bu çocukları bu bataklıktan çıkartabilme noktasında en azından Hollanda’da sanat çok büyük bir role sahip. Sanatla ilgilenmek çocukların hayatını düzenliyor. Bir iç disipline sahip oluyorlar, edebiyatla ve müzikle uğraşmaya başlıyorlar. Bunun matematiğini öğreniyor, sosyalleşiyorlar. Kendilerine olan öz güvenleri gelişiyor. Hayatlarındaki problemleri çözmek için farklı bir enstrüman kazanıyorlar. Dolayısıyla kültür ve sanatın çok büyük bir ilaç olduğunu söyleyebilirim.
Bizim ilk nesil dönme niyetiyle buraya gelmiş. Bir kültür sanat merkezi açma gibi bir dertleri olmamış. Sanata dair bir hassasiyet geliştirmemiş birisiyse tiyatroya, konsere gitmemiş. Şu anki gençlik için yeni alternatifler oluşuyor. Federasyonlar, sivil toplum kuruluşları artık uluslararası düzeyde festivaller düzenlemeye başladı. Sahne sanatlarına da ilgi artıyor. Biz de bu anlamda konserler düzenliyor, sergiler açıyor, tiyatro ve performanslar sergiliyoruz. Ama bir izleme kültürünün oluşmasının ciddi bir zaman alacağını kabul etmemiz lazım.
Peki tiyatronun, “beyaz adam”ın bir kültürel alışkanlığı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben öyle düşünmüyorum. Tiyatronun oluşabilmesi için 2 tane şey lazım; oyuncu (yani anlatan) ve izleyen (yani dinleyici). Bu iki öge varsa, orada bir tiyatro vardır. Tiyatro için bir sahneye, ışığa gerek yok. Sadece bir oyuncu ve izleyicinin olduğu yerde her şey tiyatrodur. Tiyatro zaten bir işe yaradığı için sanata dönüşmüştür.
Şimdi bakmayın modern toplum, sanatı öyle bir noktaya getirdi ki, biz muza yapıştırılmış koli bandını sanat olarak görüyoruz. Ben sanatın bize bir şey hissettirmesi ve düşündürmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim gözümde herhangi bir sanat eseri icracısına ve/veya seyirciye bir şey kazandırmalıdır. Bir sanat icra ediyorsak dünyayı güzelleştirmek, en kötü ihtimalle kendi dünyamızı güzelleştirmek için bu işi yapıyor olmalıyız.
Bizde meddahlar ve çeşitli anlatı örnekleriyle anlatı odaklı bir tiyatro olmuş. Bu nedenle tiyatronun “beyaz adam”ın ortaya çıkarttığı bir sanat dalı olduğunu düşünmüyorum.
Sanatolia’ya dönecek olursak: Orada neler yapıyorsunuz?
Sanatolia’da biz bir şeyi öğretme stratejisini oyun üzerine kuruyoruz. Ben “oyun”un basite indirgendiğini düşünüyorum. Oyun, çok hızlı bir öğrenme metodu. Şimdiye dek Hollanda İslam Federasyonu ile tiyatro yarışması yaptık. Avrupa genelinde kısa metraj film yarışması organizasyonlarında yer aldık. Hollanda Polis Teşkilatıyla depremzedeler yararına bir konser verdik ve bütün geliri depremzedelere gönderdik.
Dünyadaki gelişmeler bizim sanatsal mesaimiz ile yakından alakalı. Türkiye’de çıkan yangınlarda, Gazze’deki soykırımda mağdurlar için Sanatolia olarak hep bir şeyler yaptık. Ya sokak performansları ya konserler düzenledik, para toplayıp oralara gönderdik. Bunun dışında Uluslararası Lahey Türk Tiyatro Festivali gibi her sene geleneksel düzenlediğimiz organizasyonlar var.
Yaptığınız sanat çalışmalarında şimdiye dek oluşturduğunuz etkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Bir insan sanatla ilgilenmeye başladığında, asıl sanatkâra, asıl güzelliğe ulaşmak için bir çaba sarf etmeli. Bu içsel bir çaba. İnsan bu niyetle işe girmişse sanat onun gönlünü ferahlatıyor. Etrafında kendi gibi düşünmeyen, yani kendi renginde olmayan insanlara daha anlayışlı oluyor. Kendini tanıdığı için diğer insanlara olan saygısı yükseliyor. Dolayısıyla aşırılığa kaçmıyor, “insan” kalmak için elinden geleni yapıyor.
Tamamen görme engelli olan bir öğrencimiz vardı, onunla konuştuğumuzda buraya gelmenin ona büyük bir ilaç olduğunu söyledi. Sanatın onu karanlık yalnızlığından çıkarttığını söyledi. Onunla birlikte defalarca sahneye çıktık, tiyatro oyunları oynadık, şiir dinletileri yaptık. Çocukken bize geldiğinde kekeleyerek konuşuyordu, şu anda açıldı. Kendini, potansiyelini keşfetti.
İnsanın hayatındaki dönemeçleri sanatla anlamlandırabilmesi çok önemli. Hollanda’daki Türkiye kökenlilerin kültür ve sanata eğilimi olsun ya da olmasın, biz bu işi yapmaya devam edeceğiz. Çünkü bu işin çok muhteşem bir yere dokunduğunu, biz görmesek bile bunu ileride görecek insanların olacağını hissediyoruz.