Avusturya’da FPÖ’nün Zaferi Avrupa Birliği İçin Ne Anlama Geliyor?
FPÖ’nün zaferi sadece Avusturya için endişe verici bir gelişme değil. Avrupa'da aşırı sağcı partilerin devam eden yükselişi, Avrupa Birliği’nin geleceği için de büyük bir tehdit teşkil ediyor.
29 Eylül 2024’te Avusturya’da yapılan parlamento seçimleri, Avrupa genelinde büyük yankı uyandırdı. Herbert Kickl liderliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), oyların neredeyse yaklaşık yüzde 30’unu alarak ülkenin en güçlü siyasi partisi oldu. Bu seçim, Avrupa’da sağcı ve milliyetçi partilerin giderek daha fazla güç kazandığı yeni bir siyasi döneme doğru atılan dramatik bir adımı işaret ediyor. Daha önceki yazımda “Avusturya Bir Yol Ayrımında: FPÖ’nün Yükselişi Avrupa’daki Trendlere Bir Ayna” belirttiğim gibi bu sonuç, Avrupa’da son yıllarda yükselen milliyetçi ve sağcı hareketlerin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bu durum ise son yıllarda Avrupa’yı derinden etkileyen siyasi çalkantılarla doğrudan bağlantılı.
Cumhurbaşkanının Rolü: Hükûmet Kurma Sürecinde Belirsizlik
FPÖ seçimlerde en güçlü parti olmasına rağmen, Avusturya’da henüz hükümetin nasıl kurulacağı netleşmiş değil. Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen, bir hükümetin kurulması için belirli koşullar öne süreceğini şimdiden belirtti. Avrupa Birliği’ne (AB) bağlılık ve temel hakların korunması onun için vazgeçilmez şartlar arasında. Ancak bu, AB’yi ve ulusüstü kurumları reddeden, vatandaşlık hakları ve basın özgürlüğünde ciddi kısıtlamalar isteyen FPÖ’nün pozisyonlarıyla doğrudan çelişiyor.
Eğer Kickl hükümeti kurmayı başaramazsa, SPÖ, Yeşiller ve Neos partilerinden oluşan bir Anti-Kickl koalisyonu ülkeyi yönetebilir. “Avusturya’da Aşırı Sağın Tarihî Zaferi: Şimdi Ne Olacak? ” başlıklı makalede detaylandırıldığı gibi, hükümet kurmanın başka yolları da mevcut. Ancak bu senaryo da zorluklar içeriyor çünkü bu partiler arasında ciddi içeriksel farklılıklar bulunuyor ve iş birliği yapmak epey güç olabilir.
Avrupa’da Milliyetçiliğin Yükselişi Ortak Bir Fenomen
Avusturya tek başına bir istisna değil diye bahsetmiştik. Sağ popülist partilerin yükselişi, Avrupa genelinde gözlemlenen bir olgu haline geldi. Bu durum, Almanya’daki Almanya için Alternatif (AfD) partisinden, Fransa’daki Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi‘ne, Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi‘ne kadar birçok ülkede kendini gösteriyor. Bu partileri birleştiren şey, üye devletler arasında iş birliği ve dayanışmadan ziyade, ulusal egemenliğin ön plana çıkarıldığı, sınırların sıkı bir şekilde kontrol edildiği ve göç ve entegrasyon politikalarından uzaklaşıldığı bir Avrupa vizyonu.
FPÖ başarısıyla, bu sağcı hareketlerin önde gelen isimlerinden birçok tebrik mesajı aldı. AfD’nin lideri Alice Weidel, Marine Le Pen ve Geert Wilders kamuoyunda tebriklerini dile getirmekten çekinmediler. Hatta Wilders, “Kazandık! Zamanlar değişiyor.” diyerek daha da ileri giden bir açıklamada bile bulundu. Bu tepkiler, FPÖ’nün başarısının Avrupa’nın gidişatını kalıcı olarak değiştirebilecek daha geniş, sınırları aşan bir hareketin parçası olarak görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor.
Avusturya’nın Avrupa’daki Sağ için Önemi
FPÖ, diğer sağ popülist partilerle karşılaştırıldığında Avrupa’da özel bir öneme sahip. 1956 yılında kurulan FPÖ, bu tür partilerin en eskilerinden biri olmasının yanı sıra, hükümet deneyimi bakımından da en tecrübeli partilerden biri. FPÖ, geçmişte birkaç kez koalisyon hükümetinde yer almış ve bu hükümet ortaklıkları sayesinde kendisini Avusturya siyasi sahnesinde “normal” bir aktör olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu normalleşme ve beraberinde gelen kabul, FPÖ’nün sadece geleneksel seçmen kitlesi dışında da destek kazanmasına olanak tanımıştır. Bu durum, Almanya’daki AfD’den farklıdır: AfD, elde ettiği başarılara rağmen hâlâ büyük ölçüde bir protesto partisi olarak görülüyor ve hükümet sorumluluğu hiç almadı.
FPÖ’nün Avusturya’daki özel rolü sadece ülke içi politikayı etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda Avrupa Birliği üzerinde de büyük etkilere sahip olabilir. FPÖ’nün lideri Herbert Kickl, siyasi tarzı ve vizyonları nedeniyle sık sık Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ile kıyaslanıyor. Eğer Kickl bir hükümet kurmayı başarırsa, Avrupa gerçek bir paradigma değişikliğiyle karşı karşıya kalabilir. Bu durumda Macaristan, Avrupa Birliği’nde Avusturya ile birlikte güçlü bir müttefik kazanacaktır.
Orbán ve Kickl: Ulusal Egemenlik ve Avrupa Birliği Karşıtı Bir İttifak
Son yıllarda Macaristan ve Polonya, özellikle hukukun üstünlüğü ve göç politikası alanlarında AB’nin kararlarını defalarca engellemeye çalıştı. Şimdiye kadar AB, bu blokaj girişimlerini baskı ve yaptırımlarla hafifletebildi. Ancak, bu blokajlara aktif olarak katılan ikinci bir ülkenin eklenmesiyle AB sınırlarına ulaşabilir. Geleneksel olarak Doğu ve Batı Avrupa arasında arabulucu rolü üstlenen Avusturya, Kickl’in liderliği altında bu rolünden vazgeçebilir ve bunun yerine milliyetçi hükûmetlerin yanında yer alabilir.
Açıkça görülüyor ki, Kickl ve Orbán yalnızca ideolojik olarak yakın değiller, aynı zamanda kendi milliyetçi gündemlerinde benzer hedefler peşinde koşuyorlar. Her iki lider de Avrupa Birliği’nin (AB) yönünü ve ulusüstü yapısını kesin bir şekilde reddediyor ve ulusal egemenliğin güçlendirilmesini savunuyor. Orbán şimdiye kadar Brüksel’deki “merkeziyetçi bürokrasiden” kurtulmuş, ulusal bağımsızlığa dayalı bir Avrupa vizyonunu defalarca dile getirdi. Üstelik Orbán ve Kickl, kendi ülkelerinde AB’nin mevcut liderliğini devirmeyi ve Brüksel’deki kurumları köklü bir şekilde reforme etmeyi amaçlayan bir strateji izliyorlar.
Kickl ve FPÖ’nün yıllardır ele aldığı temel konulardan biri de göç meselesi. FPÖ, sığınma hakkının radikal bir şekilde kısıtlanmasını ve sınırların tamamen kapatılmasını talep ediyor. Bu tutum, Viktor Orbán’ın “Avrupa Kalesi” vizyonuyla örtüşüyor. Ayrıca bu vizyon, yasadışı göçün sadece engellenmesini değil, neredeyse imkânsız hale getirilmesini de amaçlıyor.
Zaten Orbán, Nisan 2024’te Brüksel’de yaptığı bir konuşmada, sözde “Soros Planı”na atıfta bulunarak, bu planın Avrupa’daki göçü organize etmeyi amaçladığını öne sürmüştü. Orbán, “Soros İmparatorluğu” olarak adlandırdığı bu yapının, sivil toplum kuruluşlarını finanse ederek Macaristan’ın hukuk sistemine saldırdığını ve “yasadışı faaliyetlerde” bulunduğunu belirtmişti. Bu girişimin Avrupa’yı değiştirmeyi, Hristiyan, muhafazakâr ve ulusal siyasi liderleri ve onların seçmenlerini etkisiz hale getirmeyi amaçladığını vurgulamıştı.
Orbán, AB’nin “yeşil dönüşüm” politikalarına da yönelik sert eleştirilerde bulundu ve bu girişimin ekonomik ve endüstriyel gerçekleri göz ardı ettiği için başarısız olduğunu savundu. Özellikle tarım sektöründe AB kararlarının ciddi ekonomik zorluklara neden olduğunu ve defalarca AB’nin Dayanıklılık ve Kurtarma Fonu’nun (RRF) bir “şantaj aracı” hâline geldiğini, çünkü Macaristan’ın – Brüksel’in göç politikasına karşı çıkan diğer ulusal hükûmetler gibi – bu fonlardan destek alamadığını belirtti.
Bir başka mesele ise Orbán’ın Ukrayna Savaşı’nın çözümü ile Ukrayna’nın AB’ye entegrasyonu konusunun birbirinden ayrı tutulması gerektiğini ve böylelikle Avrupa’nın ekonomik krizlerinin hafifletilebileceğini vurgulaması. Bu durum, FPÖ’nün geçmişteki tutumuyla büyük ölçüde örtüşüyor. Zira, parti önceki hükûmet döneminde de Rusya’ya yakın bir duruş sergilemişti. Özellikle İbiza skandalı, bu dönemdeki hükümetin çökmesine yol açmış ve FPÖ’nün imajını ciddi şekilde zedelemişti.
Genel olarak Orbán’ın yaptığı açıklamalar, Kickl’in siyasi çevresi için de şaşırtıcı değil. Her iki lider de AB’yi ulusal egemenlik için bir tehdit olarak görüyor ve göç politikalarını, ulusal devletlerin hâkim olduğu bir Avrupa vizyonunu hayata geçirmek için bir araç olarak kullanıyorlar.
Avrupa İçin Uzun Vadeli Sonuçlar ve AB İçindeki Bölünme Tehlikesi
Avusturya’daki seçimlerin sonucu, Avrupa’nın yeni bir siyasi döneme girdiğinin bir başka göstergesi. İsveç’ten İtalya’ya ve Fransa’ya kadar birçok ülkede yaşanan sağa kayış, birleşik ve dayanışma temelli bir Avrupa hayalinin giderek daha fazla baskı altında olduğunu gösteriyor. Milliyetçi ve sağ popülist partiler güç kazanıyor ve Avrupa projesine meydan okuyor. Bu dönemde dayanışma, insan hakları ve entegrasyon gibi değerler giderek daha fazla sorgulanabilir.
Bu nedenle, Avusturya’daki seçimler sadece ülkenin geleceğini değil, tüm AB’nin gelişimini de etkileyecek. Zira AB zaten büyük zorluklarla karşı karşıya. Son yıllarda, Birliğin doğu ve batı ülkeleri arasındaki gerilimler, özellikle hukukun üstünlüğü, demokrasi ve temel değerler konularında daha da arttı. Avusturya, Kickl’in liderliğinde Macaristan’ın yanında yer alırsa, bu gerilimleri daha da derinleştirebilir ve Birliği ciddi bir bölünmenin eşiğine getirebilir. Bu durum özellikle göç ve iklim politikalarına yönelik vetolar ve engellemeler konusunda büyük ölçüde güçlendirebilir.
Özellikle Batı Avrupa ülkeleri – Almanya ve Fransa başta olmak üzere – FPÖ liderliğindeki bir Avusturya’ya karşı daha sert önlemler alamaya çalışabilir. Macaristan ve Polonya’ya uygulanan yaptırımların benzerleri, Avusturya’nın demokratik kurumları zayıflatması veya AB değerlerine aykırı hareket etmesi durumunda gündeme gelebilir. Ancak, bu adımlar doğu ve batı ülkeleri arasındaki uçurumu daha da derinleştirebilir ve AB’nin birliğini tehdit edebilir.
AB, şimdiye kadar iç çatışmalara rağmen göç konusunda ortak bir yaklaşım bulmaya çalıştı ve bu yaklaşım dayanışma ve yük paylaşımı üzerine kuruldu. İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi AB’nin dış sınırındaki ülkeler, göç akınlarıyla başa çıkabilmek için AB’den destek bekliyor. Ancak, FPÖ yönetimindeki bir Avusturya, bu ortak yaklaşımdan sapabilir ve AB’nin bu konudaki politikasını sabote etmeye çalışabilir. Bu, Macaristan ve muhtemelen Polonya ile iş birliği içinde, AB’nin göç konusunda nihai bir şekilde bölünmesine yol açabilir.
Avrupa’nın geleceği tehlikede diyebiliriz ve önümüzdeki aylardaki gelişmeler, kıtanın hangi yöne yöneleceğini gösterecek. Macaristan ve Avusturya, birlikte AB içinde kararları bloke edebilecek ve göç, iklim politikası ve Avrupa entegrasyonu gibi merkezî konularda AB’nin etkisini ciddi şekilde zayıflatabilecek güçlü bir karşı birlik oluşturabilir. Bu durum Brüksel için temel bir meydan okuma teşkil eder, çünkü milliyetçi güçlerin artan etkisi, Birliğin temellerini sarsabilir ve AB’nin etkinliğini kalıcı olarak sınırlayabilir.