Masumiyeti Kanıtlanana Kadar Suçlu: Amerikan Yargısının Irkçı Yüzü
Amerika’da cinayetle suçlanan siyahi imam Marcellus Williams, savcıların masumiyetine ilişkin kaygılarına rağmen idam cezasına çarptırıldı. Williams’ın idamı, Amerika’daki ceza hukuku sisteminin ırkçı dinamiklerini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.
24 Eylül 2024’te Missouri Eyalet Başkanının ofisi olağanüstü bir yoğunluktaydı. Eyaletin farklı bölgelerinden gelen vatandaşlar, idam hükümlüsü Marcellus Williams’ın affı için topladıkları milyonlarca imzayı başkana takdim etmek için sıraya girmişlerdi. Potosi Cezaevi mahkumlarının imamlığını yapan ve “Halife” lakabıyla bilinen Williams, 1998 yılında gerçekleşmiş Felicia Gayle cinayetinden hüküm giymişti. Savcının kasten siyahi adayları atamadığı ve on beyaz, bir siyah üyeden oluşan jüri heyeti, başından beri masumiyet iddiasını koruyan Williams’ı cinayet mahaline bağlayan herhangi bir adli delil olmaksızın, şüpheli şartlar altında verilmiş ve hem birbiriyle hem olay yeri bulgularıyla çelişen tanık ifadelerine dayanarak suçlu bulmuştu. Aradan geçen yirmi yıl içerisinde Williams’ın avukatları delillerin yeniden incelenmesi, suçluluğun iptali ve idam cezasının hafifletilmesi için pek çok yüksek mahkemeye başvurdu. Hatta mağdur Gayle’in yakınları ve cinayet davasını yürüten St. Louis County savcılığı da Williams’ın idamına itiraz edenler arasındaydı. Ancak bu seferberlik muvaffak olamadı ve Williams’ın hak mücadelesi 24 Eylül günü idamla son buldu.
Beyaz Üstünlükçülük ve Ceza Hukuku
Williams’ın idamı, Amerika’nın kuruluşundan beri süregelen beyaz üstünlükçü fikirlerin, ülkenin ceza hukuku sistemini şekillendirmeye devam ettiğine dair korkutucu bir hatırlatma sunuyor. Siyah ırkın sözüm ona saldırganlık eğilimi ve beyaz ırkın masumiyeti inancına dayanan bu ideoloji, ucunda idam gibi telafisiz bir cezanın beklediği yargılanma süreçlerine birçok ön yargının karışmasına sebep oluyor. Louisiana eyaletinde yapılmış bir araştırmaya göre, mağdurun beyaz olduğu cinayet davalarının, mağdurun siyah olduğu cinayet davalarına kıyasla ölüm cezası ile sonuçlanma olasılığı 2 kat daha fazla. California’daysa bu oran 3,7 kat. Amerikalı savcılar, mağdurun beyaz olduğu cinayet davalarında daha sık idam cezası talep ediyor ve jüriler bu davalarda daha sık idam hükmü veriyor. Sonuç olarak, ülkede işlenen cinayetlerin yalnızca yarısında mağdur beyazken, idam cezası verilmiş davalarda bu oran %80’e çıkıyor.
Irkçı ön yargılar, yalnız kimin korunmayı hak ettiği veya kimin yaşam hakkı gaspının en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğinin değil, aynı zamanda hangi cinayet zanlılarının daha büyük bir kabahat işlediği sorusunun cevabını da şekillendiriyor. Amerika’da siyahi vatandaşlar ülke nüfusunun %13’ünü oluştururken, idam mahkumlarının %41 gibi yüksek bir oranını teşkil ediyorlar. Bu durumu, beyaz üstüncü ideolojinin öne sürdüğü gibi siyahların suça meyli ile açıklamak mümkün değil: 1981’den beri Washington eyaletinde görülmüş tüm cinayet davalarının incelendiği bir araştırmaya göre, cinayet hükmü giymiş siyah sanıklar, aynı hükmü giymiş beyaz sanıklara göre dört kat daha fazla oranda idam cezasına çarptırılıyor.
Peki Amerikan yargı sistemi neden bu kadar açık bir şekilde siyah Amerikalıların aleyhine işliyor? Khalil Gibran Muhammed, bu sorunun cevabını, Türkçeye “Siyahlığın Mahkumiyeti: Irk, Suç ve Modern Kentsel Amerika’nın İnşası” olarak çevirebileceğimiz kitabında, siyahlık ve suçluluk kavramları arasında kurulmuş tarihsel bağda arıyor. Muhammed’e göre, 20. yüzyıl boyunca suça dair istatistikler, popüler söylemler ve siyasi tartışmalar, suçu bireysel ya da çevresel faktörlerden ziyade ırksal yatkınlık ve aşağılık ile ilişkilendirme eğiliminde oldu. Bu kavramsal ilişkilendirme, ortalama bir beyaz Amerikalının zihninde o kadar yerleşik ki, suçla ilgili verilerin bireylerin ırkına göre toplanma ve analiz edilme pratiklerinin güvenilmezliği tesis edilse ve aykırı veriler defaatle kamuoyuyla paylaşılsa dahi beyaz Amerikalıların zihnine suç deyince siyahilik, siyahilik denince suç gelmeye devam ediyor. Böylece beyazlar tarafından işlenen suçlar kişilerin zihinsel problemleri ve şahsi eksiklikleri ile açıklanıp “istisnalaştırılırken”, siyahlar tarafından işlenen suçlar ekseriyetle siyah toplulukların ahlaki çöküşü ve “çözülen” aile yapılarının, yahut “şiddet meyli” gibi hayali ırksal özelliklerin bir tezahürü olarak yorumlanıyor. Bu algılar, yan evden kavga sesi gelince telefona sarılan komşudan çağrıya cevap veren polise, iddianame hazırlayan savcıdan karar mercilerine kadar adli süreçlere dahil olan herkesin siyahlara ayrımcı muamelede bulunmasına sebep oluyor.
Tarihsel Arka Plan ve Kurumsallaşmış Irkçılık
Ancak Amerikan ceza sistemindeki ırkçılığın kişisel ön yargıların ötesinde, bir de kurumsallaşmış, yani tarihsel süreçler, yasalar ve yürürlükteki uygulamalar tarafından şekillenen bir tarafı var. Amerika’nın modern anlamdaki ilk polis teşkilatını, firari köleleri yakalamak ve “sahipleri”ne geri gönderme amacını taşıyan devriyeler teşkil ediyordu. Kölelik sonrası dönemde bu devriyeler yerini, Jim Crow diye bilinen ırksal ayrım ve ayrımcılık yasalarının uygulayıcısı milislere ve akabinde polise bıraktı. Jim Crow yıllarında mülkiyet hakkı, demokratik katılım ve ekonomik özgürlüğü ciddi manada kısıtlanmış siyahlar, beyazlardan ayrı okullara gitmek, ayrı restoranlarda yemek yemek ve ulaşım araçlarında ayrı oturmak zorundaydı. Bu kısıtlamaların icracısı olan polis teşkilatı esasen, siyah vatandaşları şiddet ve korku aracılığıyla zapt ve kontrolden mükellefti.
Jim Crow yasaları, siyah Amerikalıların Malcolm X, Rosa Parks ve Martin Luther King gibi liderler önderliğinde organize olmasıyla son buldu. Ancak polis teşkilatları sivil haklar hareketinin sonucunda ırkçı kurumsal kültürlerinden arınmak şöyle dursun, 1970lerde başlatılan ve sıfır tolerans esasına dayanan “uyuşturucuyla savaş” politikalarıyla siyahların yaşadığı mahalleri taciz ve terörize etmek için eşi bulunmaz bir meşruiyet zemini kazandı. Uyuşturucuyla savaşın hedefine siyahların konulmasında, beyazlar arasında kullanımı yaygın olan toz kokain, eroin ve afyonla karşılaştırıldığında görece ucuz olan ve kentli yoksul gruplar tarafından tercih edilen katı kokain (crack) bulundurmanın federal bir suç ilan edilmesinin rolü büyüktü. Uyuşturucuyla savaş uygulamalarının ırkçılığına bir diğer örnek olarak, Chicago polis teşkilatı tarafından 2016 yılında yapılmış incelemeyi gösterebiliriz. Bu inceleme sonucunda, Chicago şehrindeki siyah ve Latin Amerikalı sürücülerin, beyaz sürücülere oranla dört kat daha fazla sıklıkla polis araması için durdurulduğu, ancak beyaz sürücülerin araçlarından iki kat daha fazla kaçak mal çıktığı görülüyor. Siyahların gündelik hayatta maruz kaldıkları bu markajlanma hali, onların daha büyük oranda polis şiddetine maruz kalma ve göz altına alınmalarına, sabıka kayıtlarının oluşturulmasına ve mahkûmiyet yemelerine sebep oluyor.
Marcellus Williams’ın delil yetersizliğine, kovuşturma makamının hatalarına ve tanıkların güvenilmezliğine rağmen beyaz bir jüri heyeti tarafından idamla cezalandırılması ve beyaz eyalet liderleri tarafından affa layık görülmemesi, Amerikalı siyahlar için geçerli hukuk kaidesinin “suçluluğu kanıtlanana kadar masum” değil, “masumluğu kanıtlanana kadar suçlu” ve hatta “masumluğu kanıtlansa dahi suçlu” olduğunu bir kere daha gözler önüne seriyor.