DOSYA: "İPTAL KÜLTÜRÜ"

Müslümanlar Arasında İptal Kültürü: Kendini Koruma Refleksi ve Epistemik Irkçılık Arasında

İptal kültürü, Avrupa ülkelerindeki Müslümanların çoğunluk toplum ve iktidarla olan ilişkilerinde kendini gösteren bir olgu. Irkçı ön yargılarla karşı karşıya kalan İslami toplum örgütleri, ya kendilerini koruma refleksiyle hareket etmek zorunda kalıyor ya da epistemik ırkçılığı içselleştiren bir yanılgıya sahip oluyor.

©Zenza Flarini/shutterstock.com

İptal kültürünün (İng. “cancel culture”) Müslümanları alakadar eden yanlarını anlamak için Müslümanların yaşadıkları toplumlardaki baskın söylemlerle olan hem bireysel hem de kolektif düzeydeki ilişkileri incelemek gerekiyor. Irkçı ön yargılar nedeniyle toplumun egemen kesimleri tarafından “iptal edilen” (İng. “canceled”) kişi ve kurumlar zaman zaman Müslüman toplum tarafından da dışlanıyor. Bu durumun kendini koruma refleksinin bir sonucu mu yoksa ırkçılığın bir nevi içselleştirilmesi mi olduğunu tartışmayı önemsiyorum.

İptal Kültürü, Müslümanları Neden ve Nasıl İlgilendirir?

İptal kültürü olgusunu ele almak, bana ilk başta kolay bir çaba gibi görünmüyor. İlk bakışta, Müslümanların ırkçı ötekileştirmenin muhatabı olduğu bir güç ilişkisi söz konusuyken iptal kültüründen bahsetmek mantığa aykırı bile görünebilir. Aynı zamanda, her ırkçı güç ilişkisinde egemen sınıf ile sömürülen ve dışlanan kitleleri birbirine bağlayan bir ara bağlantı olduğu hatırlanmalıdır. Ve bu ara bağlantı genellikle göstermelik olarak bazı sosyal gruplardan seçilen figürlerden oluşur. Efendilerine hizmet veren “ev zencisi” ve “saray ve ev Yahudileri” gibi her daim buna aracılık eden figürler olmuştur. Bu aracı figürler, kitlelerin kendilerini kontrol etmeleri karşılığında, marjinalleştirilmiş grupların geri kalanına göre bazı ayrıcalıklar elde etmişlerdir: Egemen toplum kesiminin tahayyülünde, değişmez bir hüviyetteymiş gibi algılanan Yahudiler ve siyahiler özel, iyi ama beyaz olmayan istisnai kişilikler hâline geldiler. Bu bağlam içerisinde “ev zencisi”, kendi göreceli ayrıcalıklarını savunmak için siyah kitlelerin ezilmesini destekleyecekti.

Bu bağlamda, benzer bir işlevi yerine getiren “ev ve saray Müslümanı”ndan da bu şekilde basitleştirilmiş terimlerle bahsedebilir miyiz sorusu, önemli bir soru. Her ne kadar birçok Müslüman bunu kabul etmek istemese de Müslümanlar olarak Avrupa’da büyük bir meydan okumayla karşı karşıyayız. Müslüman kimliklerinin kriminalize edilmesi karşısında mevcudiyetimizi nasıl sürdürebileceğiz? Hem Müslümanların görünürlüğünün (cami inşasının engellenmesinden başörtüsünün eğitim kurumlarında yasaklanmasına kadar) hem de dinin organizasyonel alanının (derneklerin yasaklanması, baskınlar, hesapların dondurulması vb.) kriminalize edilmesi, Almanya gibi birçok Avrupa ülkesinde on yıllardır norm hâline geldi. Danimarka ya da Avusturya gibi ülkelere bakacak olursak, buradaki gelişmeler gecikmeli olarak başlamış olsa da önceki örneklere kıyasla daha da acımasız ilerliyorlar.

Müslümanlar Eşit Görüldüklerini Düşünüyor mu?

Bu arka plan karşısında mantıklı eylem nasıl bulunabilir? Bireysel düzeyde, bu durumla başa çıkmak için çok sayıda farklı strateji bulunmaktadır. Tıpkı Yahudi kökenli insanların Almanlar tarafından “Yahudi Sorunu” (Alm. “Judenfrage”) adı verilen meseleye genellikle asimilasyonla yanıt vermesi gibi, birçok Müslüman da asimilasyon yolunu seçmiş durumda. Buna karşılık, kısa bir süre önce yapılan 2024 Shell Gençlik Araştırması gibi anketler, dindarlığın Müslümanlar arasında toplumun geri kalanına kıyasla çok daha önemli olduğunu gösteriyor.

Dinî boyutun yanı sıra, Müslüman olmayı bundan ziyade -öncelikle- siyasi bir boyutta ele alan anlayışlar da var. Müslüman cemaatin siyasete doğru bu kayışı ise çoğu zaman bizzat egemen kesimin ortaya çıkardığı bir şey. Örneğin, Almanya’da Filistinlilerin kitlesel imhasına rağmen İsrail’e verilen tavizsiz destek, bazı insanların eşit olarak görülmediğini gösteriyor. Birçok Müslüman ve Küresel Güney olarak kategorize edilen ülkelerden gelen diğer insanlar için bu davranış, içgüdüsel olarak beyaz egemen kesim karşısında ne tür bir değere sahip oldukları sorusunu gündeme getiriyor.

Alman hükûmeti, İsrail’in imha savaşını “ışığın çocukları ile karanlığın çocukları, insanlık ile [güçlünün zayıfı ezdiği] orman kanunu arasında bir savaş” olarak gören bir başbakanı desteklerken, Almanya’daki pek çok Müslüman kendilerinin Almanya’daki Filistinlileri sembolize ettiğinin farkında. Alman polisinin ateşkes talep eden protestoculara yönelik acımasız baskısı, tüm insanların eşit olmadığına dair tereddüdü gündeme getiriyor.

Müslümanlara Ait Kuruluşlardaki Durum

Ama şimdi bireysellikten uzaklaşalım. Kolektif bir düzeyde, özellikle örgütlü Müslüman manzarasına bakalım. Çünkü eğer bir iptal kültüründen bahsedebiliyorsak, o zaman bunu kolektif yapılar bağlamında tartışmak mantıklı olacaktır. Bireyler diğer bireylerden kaçınabilir, temastan kaçınabilirler. Ancak diğer insanları veya insan gruplarını sistematik olarak dışlama, seslerinin örgütlü kolektifte duyulmasını engelleme ve nihayetinde onları “iptal etme” gücü öncelikle bir kolektifte örgütlenmiş insanlar tarafından kullanılır.

Böyle bir iptal etme olgusunun var olduğunu inkâr edemeyiz. Bunun kendini koruma refleksinden mi kaynaklandığı yoksa ırkçılığın içselleştirilmesiyle mi açıklanabileceği sorusunu gözden geçirelim.

Kendini Koruma Refleksi

Öncelikle şu soruyu ele alalım: Kendini koruma refleksi Müslümanların kolektifleriyle bağlantılı olarak ne anlama geliyor? “Müslüman X, Müslüman Y’nin Müslüman X ile birlikteliğinin Müslüman Y’yi dezavantajlı duruma düşüreceğini düşündüğü için iptal edilmiştir.” Almanya’da çok meşhur olan temas suçu (Alm. “Kontaktschuld”), örgütlü Müslüman çevrelerde böylesi düşüncelerin güçlenmesine yardımcı oldu. Müslüman Y, artık Müslüman X ile görünmek istemiyor çünkü görüldüğü takdirde Müslüman Y’nin yetkililer -özellikle de Müslüman öznenin güvensizliğinden başka bir anlama gelmeyen sözde iç güvenlik yetkilileri- nezdindeki itibarı tehlikeye giriyor. Derneği çok sayıda cami cemiyetini yöneten ve eğitim kurumlarının bakımını üstlenen Müslüman Y’nin iç mantığına göre bu bir kendini koruma stratejisi. Dolayısıyla Müslüman Y’nin buradaki esas amacı, Müslüman X’in iptal edilmesi değil. Daha ziyade, kendi dinî kurumları tehlikede olduğu için kendini Müslüman X ile ilişkilendiremeyeceğini iddia eder bir hâlde. Müslüman Y, Müslüman X ile temasta olması hâlinde kendi kurumlarının tıpkı Müslüman X gibi devlet tarafından dışlanacağından ve sözde iç güvenlik birimlerinin ilgi odağı hâline gelmesi ihtimalinden korkuyor.

Birçok farklı yerde görülebilen bu tür davranışlar, bazı temel soruları gündeme getiriyor: Örneğin, örgütlü bir Müslüman grubun devlet karşısında kendini konumlandırması. Ya da Müslüman X’e devletin uyguladığı baskı ışığında -daha doğrusu gölgesinde- Müslüman Y tarafından örgütlenen kolektifin gelecekte mevcut olup olmayacağı. Başka bir deyişle, Müslüman X’in uğradığı zulmü çevreleyen sessizlik karşısında Müslüman Y neyi temsil ediyor? “Ev Müslümanları” imajı, Müslüman Y’nin, devleti yöneten erk tarafından “daha iyi Müslüman” olarak görüldüğü -ve bana göre yanlış olan- varsayımda yeniden gözümüzün önünde beliriyor.

Irkçılığın İçselleştirilmesi

Irkçılığın içselleştirilmesi söz konusu olduğunda, öncelikle ırkçılığın burada ne anlama geldiği ve nasıl içselleştirildiği açıklığa kavuşturulmalıdır. Hegemonik ve hakir bakışın ötesinde ırkçılık daha kapsamlı epistemik bir boyuta sahiptir.

Epistemik ırkçılık, Batılı normatif kurumların dışındaki bilgi üretiminin aşağı görülmesi anlamına gelmektedir. Siyahların köleleştirilmesi ve Yahudiler ile Müslümanların Endülüs’ten kovulmasıyla birlikte epistemik ırkçılık, küresel olarak genişleyen sömürgeci-ırkçı iktidar ilişkisinin temel bir bileşeni hâline geldi. Yani Müslümanlar yalnızca Avrupa’ya göç ettiklerinde bu epistemik ırkçılıktan etkilenmeye başlamadılar. Buradaki söz konusu hakir bakış, İslam’ın açıktan reddinde değil, pozitivist moderniteyi yansıtan bir İslam oluşturma çabasında ortaya çıkmaktadır.

En başta “İslam’ı” temsil ettiklerini iddia eden ve İslam’ın bekasını sadece kendilerinin sağlayabileceği varsayımına kapılan Müslüman Y kolektifleri, işte İslam’ın bu türden bir yorumudur. Bu bakışta, Müslümanları hakir gören epistemik temel ile kendini koruma refleksi birbirleriyle örtüşür. Bu süreçte Müslüman Y, giderek tam da ırkçı egemen toplumun ruhuna uygun olarak Müslüman kitleleri yönetmeye çalışan “ev ve saray Müslümanlarının” aynadaki yansıması hâline gelir.
Bu rotada ilerlerken yol kenarında bırakılan bir şey olur. Bu geride kalan şey de İslam’ı tanımlayan bir özelliktir: Hak ve adaletin peşinde koşmak.

Farid Hafez

Avusturyalı siyaset bilimci Dr. Farid Hafez, William & Mary Üniversitesinde görev yapmaktadır. Ağırlıklı olarak Avrupa hakkında çalışan Hafez’in araştırma konuları arasında ırkçılık, aşırı sağ ve İslamofobi bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler