Özgürlük Arayışının Gölgesinde Doğu Almanya’nın Terk Edilmiş Çocukları
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Almanya’daki (DDR) baskıcı rejimden kaçmak isteyen binlerce insan için bir dönüm noktasıydı. Ancak bu göç hareketi, yalnızca bireysel özgürlük anlamına gelmedi; aynı zamanda terk edilen çocuklar için yaşam boyu sürecek bir travmanın da başlangıcını oluşturdu.

1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Almanya’daki (DDR) baskıcı rejimden kaçmak isteyen binlerce insan için bir dönüm noktasıydı. Rejim karşıtlığı, ifade özgürlüğü eksikliği, ekonomik sıkıntılar ve sistematik gözetim gibi nedenlerle birçok kişi Batı Almanya’ya kaçmayı tercih etti. Ancak bu göç hareketi, sadece bireysel özgürlük anlamına gelmiyordu; aynı zamanda terk edilen çocuklar için yaşam boyu sürecek bir travmanın da başlangıcını oluşturuyordu.
Batı’ya kaçan ebeveynler, çocuklarını Doğu Almanya’da geride bırakırken, bu çocuklar kimi zaman evde yalnız kaderine terk edildi, kimi zaman büyükannelere, büyükbabalara ya da doğrudan devlet bakımına verildi. Kimileri çocuk yurtlarına yerleştirilirken, kimileri de daha sonra evlatlık verildi. Bu süreçte çocukların biyolojik ebeveynleriyle olan bağları da büyük ölçüde kopmuş oldu.
“Terkedilen Çocuklar ve Özgürlüğün Diğer Karanlık Yüzleri”
Bochum Ruhr Üniversitesi bünyesindeki Deutschlandforschung (Tr. “Almanya Araştırmaları”) biriminin yayımladığı “Aus dem Alltag der Revolution: Geschichten aus Deutschland – Ost und West 1989/90″ (Tr. “Devrimin Gündelik Hayatından: 1989/90 Almanya’nın Doğu ve Batısından Hikâyeler”) çalışmasında yer alan “Vergessen, verkauft, verschoben: Verlassene Kinder und andere Schattenseiten der Freiheit” (Tr. “Unutulmuş, Satılmış, Yeri Değiştirilmiş: Terkedilen Çocuklar ve Özgürlüğün Diğer Karanlık Yüzleri”) isimli yazı, bu dönemde Batı’ya kaçan ebeveynlerin geride bıraktığı çocukların yaşadığı trajedilere ışık tutuyor. Yazıda, ebeveynleri Batı’ya göç eden 107 küçük çocuğun sosyal hizmetler aracılığıyla yurtlara yerleştirildiği ve bunun çocuklarda yarattığı derin duygusal boşluk ele alınıyor.
Ayrıca çalışma, Batı’ya geçişin ekonomik ve ticari etkilerini de inceliyor: Döviz spekülasyonları, kaçakçılık faaliyetleri, toplumu etkileyen yasal değişiklikler gibi gelişmelerin bireyler üzerindeki sosyoekonomik sonuçlarını tartışıyor. Böylece özgürlük arayışının, beraberinde büyük insani ve sosyal krizleri de beraberinde getirdiği açık bir şekilde ortaya konuyor.
“Als Mutti in den Westen ging” Belgeselinden Yansımalar
Almanya’nın kamu yayıncısı MDR tarafından hazırlanan “Als Mutti in den Westen ging“ (Tr. “Anne Batı’ya Gittiğinde”) adlı belgesel, ebeveynleri tarafından terk edilen çocukların yaşadığı psikolojik travmaları uzun vadeli etkileriyle birlikte gözler önüne seren bir yapım.
O dönem ebeveynler çoğu zaman tek başlarına, çocuklarını geride bırakarak Batı’ya geçiyorlardı. Bazıları çocuklarını geçici olarak “güvende” tutmayı amaçlarken, bazıları ise bir daha geri dönmüyordu. Geride kalan çocuklar çoğunlukla devletin bakımına veriliyor ya da akrabaları tarafından büyütülüyordu. Ancak terk edilme duygusu, bu çocukların güven ve aidiyet geliştirme süreçleri üzerinde kalıcı yaralar bırakıyordu.
Bu çocukların büyük kısmı, ebeveynlerinin kaçışını kişisel bir ihanet olarak algılıyor; bu durum yalnızlık, güvensizlik ve terk edilme korkusu gibi psikolojik zorluklara yol açıyordu. Bu sorunlar, yalnızca çocukluk döneminde değil, yetişkinlikteki ilişkilerde ve özdeğer duygusunda da kendini gösteriyordu.
Bir Örnek: Katharina Vernau’nun Hikâyesi
Belgeselde anlatılan en çarpıcı öykülerden biri, beş çocuk annesi Katharina Vernau’ya ait. Katharina, küçük yaşta kardeşiyle birlikte büyükannesi tarafından bir yurda bırakılıyor, annesi ise Batı Almanya’ya kaçtıktan sonra bir daha geri dönmüyor.
Daha sonraları Katharina’nın annesi, Batı Almanya’da bir hastanenin çocuk servisinde çalışmaya başlıyor; ancak geçmişi ortaya çıkınca işinden çıkarılıyor. Katharina ve kardeşi ise kısa süre sonra evlatlık veriliyor ve bir daha biyolojik anneleriyle görüşmüyorlar.
Yıllar sonra bile annesinin kendisini neden terk ettiğini anlayamayan Katharina, onu “soğuk, hissiz ve bencil” olarak tanımlıyor. “Eğer istemiyorsan neden bir çocuk dünyaya getirirsin?” sorusu, hâlâ zihnini kurcalayan en büyük soru. Belgesel, bu tür çocukluk travmalarının bireylerin yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor.
Katharina’nın yaşadıkları, o dönemde ebeveynleri tarafından terk edilen birçok çocuğun karşı karşıya kaldığı kırılgan yaşam koşullarının yalnızca bir örneğini oluşturuyor. Pek çok çocuk, aileleri tarafından terk edildikten sonra devletin himayesine bırakılıyor, yaşamlarının geri kalanını kurumların gözetimi altında sürdürmek zorunda kalıyordu. Bu kurumların çoğu ise, Doğu Almanya’daki otoriter yapının bir uzantısı olarak, çocukların disiplinine ve itaate odaklanıyordu. Her çocuk bu kurumlarla doğrudan temas kurmamış olsa da, DDR döneminde çocuklara yönelik yaklaşımın genel çerçevesi bu sert yapılarla çizilmişti.
DDR Uygulamaları: Kurumsal Şiddetin Anatomisi
Doğu Almanya’daki kurumlar, uzun yıllar boyunca şiddetle şekillenmişti ve bu süreç, çocuklar üzerinde de kalıcı travmalar bırakmıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından ise, Batı Almanya’ya göç eden ebeveynlerin geride bıraktığı çocukların bir kısmı da, geçmişin izlerini taşıyan ve zamanında şiddetle şekillenen bu kurumlarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar.
DDR’da çocukların yerleştirildiği bazı devlet kurumları güvenli olmaktan çok uzaktı. “Eingesperrt, fixiert, gequält“ (Tr. “Hapsedilmiş, Sabitlenmiş, İşkence Edilmiş”) adlı NDR’de yayımlanmış yazı, DDR’daki kurumlarda uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddeti aktarıyor. Çocuklar, DDR döneminde “uyumsuzluk” gerekçesiyle bağlanıyor, izole odalara kapatılıyor, disiplin adı altında sistematik baskıya maruz kalıyorlardı. Bu uygulamalar, Doğu Almanya rejiminin yalnızca politik değil, aynı zamanda pedagojik şiddet araçlarıyla da işlediğini gösteriyordu.
Yazar ve sanatçı kimliğiyle tanınan Peter Wawerzinek de bu sistemin mağdurlarından biri. 1954’te Rostock’ta doğan Wawerzinek, 1957 yılında, Berlin Duvarı’nın inşasından dahi önce, ailesi tarafından Batı Almanya’ya kaçmak üzere terk ediliyor ve beş gün boyunca evde yalnız kalıyor. Daha sonrasında ise, güvensiz, fiziksel ve psikolojik şiddetin hüküm sürdüğü kurumlarda yetişiyor. Wawerzinek, kendi çocukluk deneyimini konu alan Lievalleen adlı belgeseliyle yaşanan bu trajediye ışık tutuyor.
Bu tür deneyimler, Batı’ya göç eden ebeveynlerin geride bıraktığı çocuklar üzerinde kalıcı travmalar bırakıyordu. Geriye bırakılan çocuklar, hem aile bağlarının kopmasından hem de devletin uyguladığı şiddetten ötürü birçok açıdan zorlu bir süreçten geçiyorlardı. Yıllar içinde, birçoğu bu travmalarla başa çıkmaya çalışmışsa da, bu sürecin etkileri, çok uzun süre hayatlarında kendini gösteriyordu.
Zorla Evlat Edinme Uygulamaları
Ayrıca zorla evlat edinme uygulamaları da, bu travmanın kurumsallaşmış ve sistematik boyutunu temsil ediyordu. Marie-Luise Warnecke’nin 2009 tarihli doktora tezi Zwangsadoptionen in der DDR (Tr. “Doğu Almanya’da Zorla Evlat Edinmeler”), bu uygulamaların siyasi boyutunu ortaya koyuyor.
DDR’de, özellikle Republikflucht (Tr. “ülkeden kaçma”) ya da Staatsverleumdung (Tr. “devlet aleyhine propaganda”) gibi politik suçlamalarla hedef alınan ebeveynlerin çocukları, zorla devlet kurumlarına alınıyor ve sosyalist ideolojiye uygun ailelere evlatlık veriliyordu. Warnecke, tezinde bu uygulamaların aile yapısı üzerindeki yıkıcı etkilerini ve totaliter rejimlerin bireysel özgürlükleri nasıl tehdit ettiğini açıkça ortaya koyuyor.
Çalışma, bu süreçte kullanılan hukuki yöntemleri ve devletin ailelere müdahalesini ele alırken, bu evlat edinmelerin toplumsal ve bireysel etkilerini de vurguluyor. Warnecke, ayrıca ailelerin devletin kontrolüne alınarak homojen bir toplum yaratılmaya çalışıldığını da belirtiyor.
Warnecke’nin çalışmasında, 9 vaka analiz ediliyor. Bu vakaların 6’sında zorunlu evlat edinme gerçekleşiyor. Bu evlat edinmeler, çocukların ebeveynlerinden politik suçlar nedeniyle alınması sonucu ortaya çıkıyor. Ancak bu altı vakadan bir tanesi, aile mahkemesi sürecinde (Gençlik Yardımı Dairesi’nin ebeveynlik haklarının iptaline yönelik davası) jüri üyelerinin hakimin görüşüne (sosyalist eğitim hedefinin ihlali nedeniyle denenen devletin dışına kaçma) karşı çıkması nedeniyle sadece deneme aşamasında kalıyor.
Her ne kadar Warnecke’nin çalışması Berlin Duvarı’nın yıkılmasından önceki döneme odaklansa da, ortaya koyduğu veriler, terk edilme ve zorla evlatlık verilmenin arka planındaki motivasyonları ve uygulamaların niteliğini anlamak açısından büyük önem taşıyor.
İyileşmeyen Bir Yara
Bugün, o dönemde terk edilen birçok birey hâlâ geçmişleriyle yüzleşmeye ve neden terk edildiklerini anlamaya çalışıyor. Kimi biyolojik ailesini buldu, kimi hâlâ kim olduğunu, nereden geldiğini anlamaya çalışıyor.
Ancak ortak olan bir şey var: Bu insanlar, hayatlarının bir yerinde hep bir “eksiklik” duygusu ve terk edilme korkusu ile yaşamaya devam ediyor. Açılan arşivler, yeni bilgilerin ortaya çıkmasını sağlasa da, çoğu zaman bu bilgiler geçmişteki acıları hafifletmek yerine, onları daha da görünür hâle getiriyor.
Doğu Almanya’daki çocukların aileleri tarafından terk edilme vakaları, bireysel travmaların ötesinde, Almanya’nın toplumsal ve siyasi belleğinde de izler bırakmış durumda. Yaşananlar, ülkenin birleşme sürecinde yeterince ele alınamayan, hâlâ üzerinde konuşulması gereken önemli tarihsel konular arasında yer alıyor.