'Verfassungsschutz'

Dr. Rolf Gössner: “AfD’ye Aşırı Sağcı Demek İçin İlla İstihbarat Raporu mu Gerek?”

Aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi (AfD) Almanya’da Federal Anayasayı Koruma Dairesi tarafından “kesin olarak aşırı sağcı” olarak sınıflandırıldı. Bu tasnif beraberinde birçok soruyu da getirdi. Uzun yıllar avukatlık ve yargıçlık yapmış, Federal Meclis’te bilirkişi olarak çalışmış Dr. Rolf Gössner ile AfD’yi, Anayasayı Koruma Dairesi’ni ve Almanya’da aşırı sağla mücadeleyi konuştuk.

Avukat ve eski yargıç olan Dr. Rolf Gössner, 40 yılı aşkın süre boyunca Almanya iç istihbarat kurumu olan Anayasayı Koruma Dairesi (Verfassungsschutz) tarafından izlendi. Bu gözetim, mahkemeler tarafından tüm yargı aşamalarında 15 yıl süren bir dava sonucunda 2020 yılında anayasaya aykırı bulundu. | Fotoğraf: Dirk Ingo Franke

Kısa bir süre önce Federal İçişleri Bakanlığı, Almanya genelinde Almanya için Alternatif Partisinin (AfD) “kesin olarak aşırı sağcı” olduğuna dair kararını kamuoyuna duyurdu. Bu açıklama, medyada sıkça ele alındı. Federal Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) bu kararda hangi somut kriterlere dayanıyor?

Şu ana dek Federal Anayasayı Koruma Dairesinin (BfV) hazırladığı 1100 sayfayı aşan uzmanlık raporu elime ulaşmadı. Zira bu belge “gizli” olarak sınıflandırılmış durumda. Ancak 14 Mayıs 2025 tarihinde muhafazakâr çizgideki “Cicero” dergisi tarafından bu rapor kamuoyuna sızdırıldı. O ana dek ilgili bakan ve siyasetçiler bile bu raporun içeriğini tümüyle bilmiyorlardı. Bu yüzden ben öncelikle 2 Mayıs 2025 tarihli BfV basın açıklamasını kaynak olarak alıyorum.

Bu açıklamada, kararın gerekçesi şu şekilde ifade ediliyor: BfV, AfD’yi birkaç yıl süren incelemelerin ardından artık “insan onurunu hiçe sayan, aşırılıkçı nitelikteki parti yapılanması nedeniyle, kesin olarak aşırı sağcı bir girişim” olarak sınıflandırıyor. Bu değerlendirmeyle BfV, AfD’yi özgürlükçü demokratik temel düzeni hedef alan, anayasaya aykırı bir yapı olarak tanımlıyor. Bu kararla birlikte AfD için daha önce geçerli olan “şüpheli vaka” (Alm. “Verdachtsfall”) statüsü, yürütmenin vermiş olduğu resmî bir “hüküm”e dönüşmüş oldu. Burada verilen mesaj açık ve artık resmî olarak da net: Kim AfD’ye oy vermişse Nazilere oy vermiş olur.

Bu “hüküm” yalnızca AfD’nin parti programına ve resmî açıklamalarına değil; özellikle partinin temsilcilerinin benimsediği pozisyonlara ve söylemlerine dayanıyor. Ayrıca bu kişilerin aşırı sağcı aktör ve gruplarla olan ilişkileri ve temasları da değerlendirme kapsamında yer alıyor. Ancak kullanılan kanıtların ve kaynakların detaylı biçimde incelenmesi gerektiğini de eklemeliyim.

“AfD’ye Yöneltilen Suçlamalar, İç İstihbarat Raporundan Önce de Biliniyordu”

BfV’nin AfD’ye yönelik ithamı tam olarak nedir?

Temel olarak, suçlamaların merkezinde AfD’nin çok baskın ve etnik kökene dayalı bir halk anlayışına sahip olması yer alıyor. Bu “halk anlayışı”, Almanya’daki toplumsal grupların bazılarını aşağılıyor ve onların insan onurunu ihlal ediyor. Bu “halk anlayışı”, partinin genelinde gözlemlenen göçmen ve Müslüman karşıtı tutumda da somutlaşıyor ve bu yaklaşım, özgürlükçü demokratik temel düzenle bağdaşmıyor. Partinin bu bakışı, belirli toplum kesimlerini eşit haklara dayalı toplumsal katılımın dışında bırakıyor ve bu da anayasayla uyumsuz bir ayrımcılık anlamına geliyor.

BfV’nin basın açıklamasında şu ifadeler var: “AfD, örneğin Müslüman çoğunluklu ülkelerden göç geçmişi olan Alman vatandaşlarını, partinin etnik temelli tanımladığı Alman halkının eşit bireyleri olarak görmemektedir.”

İşte bu anlayış, “belirli kişi ve gruplara karşı yürütülen sürekli karalama, değersizleştirme ve düşmanlaştırma propagandası”nın temelini oluşturuyor. Bu propagandada söz konusu kişilere yönelik “genelleyici hakaretler yöneltiliyor, irrasyonel korkular ve toplumsal reddediş duyguları körükleniyor.”

AfD’nin önde gelen kadroları tarafından sürekli dile getirilen “yabancı, azınlık, İslam ve Müslüman karşıtı açıklamalar” ile mültecilere ve göçmenlere yönelik sistematik karalama söylemleri, “bu gruplara karşı toplumda önyargıların, nefretin ve korkuların yaygınlaşmasına ve derinleşmesine yol açıyor.”

BfV’nin bu tespitlerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özünde bu sınıflandırma ilk bakışta büyük ölçüde inandırıcı. Tabii BfV’nin bu değerlendirmeyi hangi somut kaynaklara dayandırdığı ayrıca incelenmeli. Bana kalırsa, AfD’nin başka anayasa ve demokrasi karşıtı davranış ve eğilimlerinin de bu değerlendirmede hesaba katılması gerekirdi. Şimdi artık yetkili mahkemelerin görevi bu meselede anayasa hukuku ölçütlerine göre karar vermek.

Bana göre şu soru artık daha da belirgin şekilde sorulmalı: Tüm bu suçlamalar ve olası sonuçlar, Anayasayı Koruma Dairesi gibi bir iç istihbarat kurumu olmadan da zaten uzun zamandır açıkça ortada değil miydi? Yalnızca AfD temsilcilerinin konuşmaları, yayınları ve alıntılarına bakmak bile bu saptama için aslında yeterli olurdu. Zira bu açıklamalar yıllardır neredeyse her gün medyada yer alıyor. Örneğin göçmenlerin ülkelerine “geri gönderilmesi” (Alm. “Remigration”) tehditlerini hatırlayalım. AfD zaten uzun süredir etnik-milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı bir parti olarak tanınıyor. Neonazi çevreleriyle belgelenmiş bağlantıları da cabası.

Ayrıca, Almanya’da özellikle bu tür nefret söylemlerini temel alan sağcı şiddet eylemlerinde de kaygı verici bir artış var. Bu nedenle sığınmacı ve göç kökenli insanlar bu düşmanlıklar karşısında giderek daha fazla korkuyor. O hâlde sormak gerekmez mi: Toplumsal düzeyde böylesine ciddi bir tehdit karşısında, harekete geçmek için illa istihbarat eliyle hazırlanmış resmî bir belgeye mi ihtiyacımız var? Yoksa asıl meseleye, yani bu sorunun temel nedenlerine odaklanarak, zaten çoktan harekete geçmiş olmamız gerekmez miydi?

“AfD’ye Yönelik Parti Yasağı Talebi Arttı”

BfV’nin AfD’yi “aşırı sağcı” olarak sınıflandırmasının bazı etkileri var. Sizce bu sınıflandırmanın Almanya’da siyaset, toplum ve hukuk devleti açısından anlamı nedir?

Almanya’da bir partinin “kesin olarak aşırı sağcı” olarak sınıflandırılması, doğrudan hukuki sonuçlar doğurmaz. Bu sınıflandırma ilk etapta özellikle kamuoyuna açıklanması yoluyla siyaset ve topluma derinlemesine etki eder ve bu da parti açısından elbette ciddi sonuçlar doğurur.

AfD, devletin resmî makamları tarafından açıkça damgalandığını ve dışlandığını, dolayısıyla temel haklarının -özellikle de parti özgürlüğü ve siyasi eşitlik hakkının- ihlal edildiğini savunuyor. Üstelik bu sınıflandırma açıklanmadan önce AfD temsilcilerine savunma hakkı tanınmamış, yani içerik hakkında görüş bildirme fırsatı verilmemiş, ki bu da hukuk devleti açısından en azından tartışmalı bir durum.

Ancak bu “kesin olarak aşırı sağcı” sınıflandırmasının tüm etkileriyle birlikte kamuoyuna açıklanmasından sonra, ilgili taraf, yani AfD yargı yoluyla itiraz hakkını kullanabilir, ki AfD de zaten hemen bunu yaptı. Bu hukuki süreç, tüm yargı mercilerinden geçmesiyle yıllar sürebilir.

Bu arada Anayasayı Koruma Dairesi (BfV) bildiğiniz gibi, bir “sessizlik taahhüdünde” bulundu: Bu taahhüde göre, hızlı yargı süreci sonuçlanana kadar yeni değerlendirmesini artık kamuoyu ile paylaşmayacağını açıkladı; fakat kamuoyuna duyuru çoktan gerçekleşmişti. Şimdilik, BfV, AfD’yi yeniden sadece bir “şüpheli vaka” olarak adlandırmak ve öyle işlem yapmak zorunda.

Hem AfD hem de kamuoyu, bu sınıflandırmanın dayanağı olan BfV raporunun tam metnini bilmiyordu, çünkü bu metin “gizli belge” statüsünde tutuluyordu. Bu bağlamda şaşırtıcı olan, Alman kamuoyunun, diğer partilerin ve medyanın, raporun içeriğini bilmeden, kaynakları ve kanıtları görmeden bu yeni değerlendirmeye bu kadar güçlü şekilde sarılması ve ona dayanmasıydı. Raporun tamamı ancak yaklaşık yarım ay sonra, yetkisiz biçimde sızdırılarak kamuya açık hâle geldi.

Tüm bunlardan bağımsız olarak, günlük haber akışına ve bu meselenin ulaştığı boyuta bakıldığında bazen insanın aklına şu soru geliyor: Tüm bu süreç, AfD lehine dev bir reklam kampanyasına mı dönüştü? Kamuoyunun dikkati öylesine güçlü şekilde bu partiye yönelmiş durumda ki, AfD kendini bu devletin mağduru olarak sunabiliyor ve “cesur bir direnişçi” imajı çiziyor. Bu da birçok insanın ilgisini çekiyor ve partiyi “üsttekilere karşı mücadele eden” alternatif olarak daha cazip hâle getiriyor.

AfD’nin bu şekilde sınıflandırılmasının kamuoyundaki etkisinin dışında başka ne gibi sonuçları olabilir?

Hiç şüphesiz, “kesin olarak aşırı sağcı” nitelemesi, federal ve eyalet parlamentolarında da AfD’nin aleyhine sonuçlar doğuracaktır: Parti, şimdiye kadar olduğundan daha da fazla “normal dışı” bir aktör hâline getirilecektir. Örneğin, CDU/CSU gibi zaman zaman Federal Mecliste göç politikalarında kısıtlama yapmak amacıyla AfD’nin oylarına ihtiyaç duymuş olan bir iktidar partisinin bu yeni duruma nasıl tepki vereceği henüz belirsiz.

Ayrıca şu soru da gündeme gelecektir: Bu parti devlet yardımlarıyla finanse edilmeye devam edilebilir mi, yoksa bu mali kaynakların kesilmesi gerekir mi? (NPD’nin ardılı olan “Die Heimat” partisi için 2024’te olduğu gibi). Böyle bir durumda, AfD’nin siyasi eşitlik şansı sıfıra inebilir. O hâlde, partinin özel sektörden aldığı milyonlarca avroluk bağışların da durdurulması ve bu paraların kamu yararına kullanılmak üzere yönlendirilmesi gerekebilir.

Böyle bir sürecin en ileri düzeydeki adımı ise, parti yasağı olacaktır. Ancak bu, Federal Anayasayı Koruma Dairesinin AfD’ye dair yaptığı sınıflandırmanın otomatik bir sonucu değildir. Parti yasağı, Almanya’da sadece Federal Anayasa Mahkemesi nezdinde yürütülecek özel bir dava süreciyle başlatılabilir ve ancak Federal Meclis (Alm. “Bundestag”), Federal Konsey (Alm. “Bundesrat”) ya da federal hükûmet tarafından talep edilmesi hâlinde mümkündür. Ayrıca bu süreç, kendi kuralları ve kriterlerine tabidir.

Bu tür bir yasağın uygulanabilmesi için gereken hukuki eşikler Almanya’da -haklı olarak- oldukça yüksek ve sürecin sonucunu öngörmek zor. Buna rağmen, Anayasayı Koruma Dairesinin bu son kararıyla birlikte, tüm risklerine rağmen AfD yasağı yönündeki taleplerin büyük bir ivme kazandığı ve kamuoyundaki baskının bu yönde arttığı gözlemleniyor.

Anayasayı Koruma Dairesinin AfD’ye ilişkin sınıflandırmasının devlet kurumları ve kamu hizmeti üzerinde de etkisi var mı?

Büyük ihtimalle evet. Zira, AfD üyeliği olan kamu görevlilerinin kamu hizmetinden çıkarılması talepleri bu sınıflandırmadan sonra önemli ölçüde arttı. Bu taleplerin sahipleri temelde haklılar, çünkü aşırı sağcı ve ırkçı ideolojiler Almanya’da sadece sağa kayan toplumun merkezinde değiller. Aynı zamanda polis, istihbarat teşkilatları ve Alman Ordusu gibi devlet güvenlik kurumlarına da derinlemesine nüfuz etmiş durumdalar. Bu alanlarda yüzlerce şüpheli vaka, İmparatorluk Vatandaşları (Alm. “Reichsbürger”) hareketi üyeleri, aşırı sağcı sohbet grupları ve ağlar ciddi zararlar veriyorlar.

Ancak burada en kritik soru şudur: Sadece AfD üyeliği, parti içinde bir görev olmaksızın, bu tür tedbirler için yeterli mi, yoksa değerlendirilmesi gereken kişilerin anayasa karşıtı açıklamaları ya da faaliyetleri mi belirleyici olmalı? Görülen o ki, daha çok ikinci seçenek geçerli. Bu da demektir ki; her somut şüpheli durum için bireysel inceleme yapılmalı, gerekirse disiplin soruşturmaları başlatılmalı. Salt şüphe ya da tahminler, parti yasaklanmadığı sürece tek başına yeterli olmamalı.

Almanya’da özellikle bu alanda çok dikkatli olunması gerek. 1970 ve 80’lerde uygulanan ve çoğunlukla insan hakları ihlalleri içeren meslek yasakları politikası tekrarlanmamalı. Şu anda yeniden gündeme gelen bir “Radikaller Yasası” ve meslek yasakları uygulamaları, gerçek bir aşırı sağcı sızma tehdidine karşı duyulan kaygıyla açıklansa da çoğunlukla yine sol görüşlü insanlara yönelik oluyor.

Alman tarihinde daha önce de gördüğümüz, kamu hizmetine girmek isteyenlere ve kamu çalışanlarına anlamsız, kitlesel ve korkutucu “anayasal bağlılık şüphesi” denetimleri bir daha asla yapılmamalı. Almanya’daki “meslek yasakları” tarihi bize en azından bu konuda bir ders vermeli.

Son olarak, AfD’nin bu sınıflandırılması, Anayasayı Koruma Dairesi’nin hem federal hem de eyalet düzeyinde AfD ve parti yetkililerine karşı istihbarat araçları ve yöntemlerinin kullanılması konusunda da doğrudan etkiler yaratır. Bu tarz bir sınıflandırmayla artık operasyonel eşiğin düştüğünü, bu sayede partiden V-Mann (gizli muhbir) temin edilebileceğini ya da Anayasayı Koruma Dairesi personelinin partiye sızmasının öncekinden daha kolay yapılabileceğini söyleyebiliriz.

“Köklü Bir Değişiklik İçin Sivil Toplum Sorumluluk Almalı”

Anayasayı Koruma Dairesi demişken: BfV’nin anayasanın korunması için gerekli olan rolü ile kendi problemli geçmişi arasındaki çelişkili durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum, BfV’nin görüşü ve faaliyetlerine ilişkin şüpheleri haklı çıkarabilir mi?

Gerçekten de şu an Federal Anayasayı Koruma Dairesine (BfV) Alman toplumunun geniş kesimlerinde böylesine fazla güven duyulması oldukça şaşırtıcı. Üstelik pek çok kişi, bu kurumun raporlarını henüz görmemiş olmasına rağmen, BfV’nin görüşlerine eleştirel olmayan bir şekilde sarılıyor.

Bir diğer şaşırtıcı nokta ise, Anayasayı Koruma Dairesi’nin siyasi olarak sürekli destek görmesi ve özellikle “İslamcı aşırılıkçılığın” ve AfD gibi aşırı sağcı örgüt ve partilerin daha sıkı izlenmesi kapsamında personel, finansman ve teknoloji açısından güçlendirilmesidir.

Peki bu neden bu kadar şaşırtıcı? Çünkü, demokratik denetimi zor olan bu Anayasayı Koruma Dairesi aslında Almanya’da skandallarla dolu bir iç istihbarat teşkilatıdır ve geçmişte özellikle aşırı sağcı ve Nazi kökenli yapıların ve cinayetlerin açığa çıkarılmasında dramatik biçimde başarısız olmuştur.

Örneğin, federal ve eyalet düzeyindeki Anayasayı Koruma birimleri, aslında izlemeleri gereken aşırı sağcı ağları, ortamları ve partileri, maaşlı V-Mann’lar (gizli muhbirler) ve muhbirleri aracılığıyla fiilen finanse etmiş, onları polis soruşturmalarına karşı koruyarak güçlendirmiştir. Almanya’da neredeyse denetimsiz olan V-Mann sistemi aracılığıyla kendilerini suç ve cinayet içeren işlere öylesine bulaştırmışlardır ki, bu durum bugün hâlâ NSU skandalının aydınlatılması çabalarına gölge düşürmektedir.

Benim tezime göre: Anayasayı Koruma Dairesi, tam da bu şekilde, âdeta Nazi sorununun bir parçası hâline gelmiştir. En azından uzun bir süre bu sorunun çözümüne kayda değer bir katkı sağlayamamıştır. Aşırı sağcılar arasında çok sayıda V-Mann bulunmasına rağmen, bu kurum “erken uyarı sistemi” olması gerektiği hâlde, yapısal ve ideolojik nedenlerden ötürü onlarca yıl boyunca büyük bir başarısızlık yaşamış; anayasa, hukuk devleti ve demokrasinin zarar görmesine sebep olmuştur.

Anayasayı Koruma Dairesi’nin skandal dolu geçmişini bir yana bırakırsak, BfV’nin AfD’yi net bir şekilde sınıflandırmasına rağmen, bunun sadece bir sembol politikası olarak kalması mümkün mü?

Bu sınıflandırmanın yarattığı tüm karmaşaya rağmen, bence asıl tehlike, bütün bu gelişmelerin yakında etkisini yitirmesi ve köklü bir değişiklik olmaması ihtimalidir. Ayrıca, AfD’nin bu kadar büyümesine yol açan daha derin toplumsal sorunlar demokratik çözümlere kavuşturulmak yerine örtbas edilebilir.

Böyle bir yanlış gidişatı önlemek için özellikle sivil toplumun sorumluluk alması gerek. Çünkü aşırı sağla mücadele edecek “güçlü bir devlet”, devlet otoriterliğine dayanan çözümler ya da AfD’ye yönelik bir parti yasağı tek başına yeterli olmayacak ve muhtemelen büyük ölçüde etkisiz kalacaktır.

Almanya’da 10 milyondan fazla AfD seçmeni var. Ne gizli servislerin ne de siyasetin bu seçmenle yoğun bir siyasi tartışmaya girmekten kaçışı yok. Hele ki sosyal adalet, sosyal güvenlik ve barış yönünde Almanya’da çok acil bir politik değişim yapmadan bu mümkün görünmüyor. Bu tür bir politik değişim, AfD ve benzerlerinin güç kaybetmesini ve aşırı sağın beslendiği zeminin kurumasını sağlayabilir. Çünkü toplumsal sorunların kapsamlı bir şekilde çözümü, toplumsal bölünmenin azaltılması ve iç barışın sağlanması için esas belirleyici olacaktır.

Ne yazık ki -yeni federal hükûmetin yapacağı gibi- bu gerçekleşmediği sürece sadece aşırı sağla mücadele etmek yeterli değildir, her ne kadar bu mücadele önemli olsa da. Almanya’da odak noktamız, özellikle “politik merkezin” sağa kayması, yani milliyetçi, popülist ve otoriter eğilimlerin geri dönüşü olmalı. AfD’nin etkisiyle göç politikasındaki sertleşmeye, devlet, siyaset ve toplumun hızla silahlandırılmasına ve militarizasyonuna karşı çıkmak; bütün bunların sosyal ve insani meselelerin, eğitim fırsatlarının ve entegrasyonun, akıllı kriz tedbirlerinin, şiddetsiz çatışma çözümünün, sosyal inovasyon ve adaletin zararına gerçekleştiğini bilmemiz gerekiyor.

Elif Kılıç

Ludwig-Maximilians Üniversitesinde sosyoloji alanında yüksek lisans yapmakta olan Elif Kılıç, çalışmalarında sosyolojik teoriye odaklanmakta ve Almanya’daki Müslüman bireylerin ötekileştirme deneyimleri ile kimlik müzakerelerine yönelik niteliksel araştırmalar yürütmektedir. Kılıç, aynı zamanda Perspektif’in yayın kurulu üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler