'Forensic Architecture'

Prof. Eyal Weizman: “İsrail’in İşgal Mimarisi, Başlı Başına Adli Bir Delil”

Adli mimari alanının kurucularından Prof. Eyal Weizman, mekânı delile dönüştüren araştırmalarıyla tanınıyor. Forensic Architecture Kurucu Direktörü Weizman’la İsrail’in Gazze’deki işgalini, uluslararası hukukun sınırlarını ve Namibya’dan Filistin’e uzanan sömürgeci şiddet mirasını konuştuk.

Forensic Architecture direktörü Eyal Weizman adli mimari çalışmaları ile biliniyor. | Fotoğraf: Forensic Architecture

Hoş geldiniz, Prof. Eyal Weizman. Siz, “adli mimarlık” isimli, çok da bilinmeyen bir alanın öncü ismisiniz. Nedir “adli mimarlık” ve sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

İsrail-Filistin’de Yahudi bir aileye doğdum ve orada büyüdüm. Ülkeyi Birleşik Krallık’ta mimarlık okumak için terk ettim. Mimarlık okudum. Bu süre zarfında zihnimde İsrail işgalinin Batı Şeria’da, Gazze’de ve Filistin’in birçok başka yerindeki mimarisi vardı.

Bir mimar olarak, sömürgeci çatışmanın tarihinin mimari olarak da kaydedildiğini görüyordum. Sömürgeci çatışma, mekâna yerleştirilmişti. Bunu mekânın düzenlenme biçimi veya Filistin köylerinin sürülmesi ile oluşan işgal manzarasında hâlâ görebilirsiniz. İşgal altındaki Filistin topraklarında dağ tepelerinde inşa edilmiş koloniler vardır. Yolların ve bazen ormanların bile düzenlenme şekli bu politikanın birer parçasıdır. Bu düşüncelerle ben mimarlığa bir görme ve öğrenme biçimi olarak yaklaştım. Mimari benim için gözlerimi Filistin’deki sömürgeci işgalin gerçekliğine açma biçimiydi. Ardından mimarlığı, sömürgeci işgali araştırmak ve bu suçları kamuoyuna duyurmak için kullanmaya karar verdim.

Daha önce “forensic architecture” (adli mimari) diye bir disiplin yoktu. Bunun yalnızca görmek ve bunun hakkında kitaplar yazmakla sınırlı kalamayacağını düşündüm. Mimarlık, tıbbın, hukukun, insan haklarının, tarihin veya ekonominin kavrayamayacağı şekilde kanıt sağlayabilirdi. Bu açıdan mimarlığın çok benzersiz bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Filistin’in işgali o kadar yoğun bir mimari sürecin sonucu ki; İsrail yerleşimlerinin, yolların veya manzaraların haritalarla modelleri aslında çok önemli adli delillere de dönüşebilir.

2004 yılında Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanına (UAD) “Ayrım Duvarı” davası hakkında kanıt sundum. Batı Şeria’da, Filistin toprağı üzerinde inşa edilen duvarın yasadışı yerleşimlere nasıl kolaylık sağladığını göstermemiz gerekiyordu. Tüm bu şeylerin yargıçlara açık bir şekilde açıklanması gerekiyordu. Adli mimarlık da tam olarak böyle bir alandan doğdu.

“Hukuk, Farklı Görüş ve Güç İlişkilerinin Çatıştığı Bir Savaş Alanıdır”

Uluslararası Adalet Divanı’ndaki kanıtlarınızdan bahsettiniz. UAD gibi uluslararası hukuk kurumlarının etkinliği de bir tartışma konusu. Sizin yürüttüğünüz adli mimarlık (forensic architecture) çalışmaları bu kurumlar tarafından nasıl karşılanıyor? Ürettiğiniz kanıtlar hukuki süreçlerde gerçekten dikkate alınıyor mu?

Burada iki husus var. Birincisi, “Uluslararası hukuk ne kadar önemlidir?” sorusu. İnsan hakları düzenlemeleri, uluslararası hukuk ve uluslararası mahkemeler Filistinliler söz konusu olduğunda başarısız oldular. Bu kurumlar soykırımı durdurmadı, hatta soykırımı hafifletemediler bile.

Öte yandan, hem İsrail’in hem de örneğin ABD’nin uluslararası hukuk konusunda çok endişeli olduğunu görüyoruz. Bu yüzden, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’i yaptırıma tabi tutuyorlar. Bu yüzden Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcılarını yaptırıma tabi tutuyorlar. Bu yüzden kanıt toplayan Filistinli insan hakları örgütlerini yaptırıma tabi tutuyorlar. Uluslararası hukuk mekanizmalarının hiç etkisi olmasaydı, zahmet edip bunları da yapmazlardı.

Diğer husus ise şu: Uluslararası hukukun çok fazla etkisi olsa da ona karşı büyük bir direnç var. Bu bir savaş alanı ve hukuk, mevcut savaş alanlarından biri. Hukuku tek bir şey olarak, iyi ya da kötü olarak düşünemeyiz. O bir savaş alanıdır. Kamuoyu, jeopolitik, uluslararası ilişkiler ve normatif standartların çarpıştığı bir yerdir. Uluslararası hukuktan işgali sona erdirmesini beklemek belki sonuçsuz bir beklenti olurdu.

Öte yandan “Forensic Architecture” olarak uluslararası hukuk forumlarında sunum yaparken bunu şu bilinçle yapıyoruz: Mahkemede olan her şey, belirli iddialara meşruiyet ve güç kazandırır.

Bu nedenle şimdi, Lahey’de Güney Afrika’nın İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdinde açtığı soykırım davasında, Güney Afrika hukuk ekibi için çalışıyoruz. Topladığımız delillerin yer aldığı 827 sayfalık bir rapor oluşturduk. Bu rapor, 9 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’deki İsrail işgalinin soykırıma vardığına dair kanıtlarla dolu. 9 Ekim diyorum çünkü dava fiilen o zaman başlıyor, 7 Ekim’den iki gün sonra yapılan soykırım niyeti beyanıyla.

“GHF Merkezleri, Filistinliler için Bir Ölüm Tuzağı”

Forensic Architecture olarak Gazze’de insani yardıma erişim üzerine yürüttüğünüz araştırmada iki modelden söz ediyorsunuz: Gazze İnsani Yardım Vakfı (GHF) modeli ve Birleşmiş Milletler modeli. Bulgularınız bu iki yaklaşım arasında nasıl bir fark gösteriyor?

Öncelikle Gazze halkının hayatlarını sürdürebilmek için insani yardıma güvenmek zorunda kalmaması gerek. Gazze’de yeterince tarım alanı vardı. Özellikle Gazze’nin doğu kısmı geleneksel olarak çok zengin bir tarım bölgesiydi. Tarımın kasıtlı olarak yok edilmesi, Filistin’in gıda egemenliğini doğudan tarlalarla, batıdan ise balıkçılıkla yok etti. Dolayısıyla Gazze halkı insani yardıma bağımlı hâle getirildi. Bu İsrail stratejisinin bir parçası.

Bu durumla birlikte İsrail açısından şu soru ortaya çıktı: İnsani yardımı, insanları kontrol etmek için nasıl kullanmalı? Abluka boyunca, hatta abluka öncesinde bile Gazze’de sivil toplum kuruluşlarının, BM gruplarını,  insani yardım gruplarının, aynı zamanda bazı Filistinli kuruluşların, inanç temelli kuruluşların, topluluk mutfaklarının ve diğerlerinin dâhil olduğu çok yerleşik bir ağ vardı. Bu ağlar, Gazze’ye merkezi olarak gelen gıda yardımını adil biçimde ve ücretsiz olarak dağıtmakta son derece etkiliydi. Bu sivil bir modeldi.

Eğer bir toplumu kırmak istiyorsanız, onu bir arada tutan ağı kırmak istersiniz. Zira eğitim, okullar, camiler, insani yardım kuruluşları, devlet kurumları arasındaki bu ilişki toplumun bütünlüğünü sağlayan matristir. Eğer toplumu yok etmek istiyorsanız, bunu kırmanız gerekir. İsrail’in yaptığı şey de tam olarak bu oldu. Bu modeli kırmak ve onun yerine Gazze İnsani Yardım Vakfı (GHF) gibi kulağa çok garip gelen, militarize bir gıda dağıtım modeli koyuldu. Bu yapı, ne insaniydi ne de vakıf modeline sahipti. GHF modeli, aslında Filistinliler için bir tür ölüm tuzağıydı.

Bir adli mimari çalışması olan “Oyuk Topraklar” kitabınızda evlerin içinden geçerek mahalleyi kuşatma (swarming) gibi IDF taktiklerinden ve hatta post-yapısalcı teoriyi bile askeri eğitimde işgalin gerçekleştirilmesi için kullandıklarından söz ediyorsunuz. Sizin tarif ettiğiniz IDF taktikleri belki kamuoyunda çok bilinmiyor. IDF’in bu işleyişlerini anlamamız neden önemli?

Şunu söylemek gerek: Gücü anlamak istiyorsanız, güçle yüzleşmek istiyorsanız, onun nasıl işlediğini anlamanız gerekir. Teknolojik olarak neyin onu yürüttüğünü anlamalısınız. Entelektüel olarak neyin onu devam ettirdiğini anlamalısınız ve örgütsel olarak neyin onu hareket ettirdiğini anlamalısınız. Güce karşı iş yapan biriyseniz, gereken budur. İsrail ordusunun her türlü çağdaş felsefeyi okuyor olması bize şunu gösteriyor: Sahip oldukları teknolojinin ötesinde Filistinlileri işgal etme ve onlara nüfuz etme fikirleri arıyorlar. Burada garip olan, özgürleştirme tekniklerini, anti-kolonyal teknikleri ve “devrimci” diyebileceğimiz teknikleri alıp baskıcı bir rejimin hizmetine koymaları.

“Namibya’daki Soykırım Birçok Yönden Gazze’deki Soykırıma Benziyor”

Gazze Şeridi’ne ek olarak, siz aynı zamanda 1884’e kadar uzanan bir tarihle Alman sömürgeleştirmesi bağlamında Namibya’daki soykırımı da araştırıyorsunuz. Bir soykırım nasıl bu kadar uzun sürebilir? Bunu tanımlamak için hangi örüntülere dikkat ediyorsunuz?

Bizi Nama ve Herero halkının geleneksel liderleri, Namibya’daki soykırımı araştırmamız için görevlendirdi. Soykırıma uğrayan bu halklar tazminat haklarını arıyorlar. Soykırım günümüz Namibya toplumunun temellerini atmış bir olay. Oradaki soykırım bir toprak gaspı süreciydi; yani yerli halktan toprak alıp sömürgecilerin hizmetine verme süreciydi. Bu toprak bölünmesi bugün Namibya’da hâlâ mevcut. Tarımsal arazinin mutlak çoğunluğu, soykırım sırasında beyaz yerleşimciler tarafından ele geçirildi ve hâlâ onların elinde.

Almanya’nın bir tür seçici hafıza siyaseti var. Doğrusu ben de Almanya’nın Holokost (Yahudi soykırımı) için tövbe etmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim ailem Holokost’tan sağ kurtulmuştu ve Almanya’nın bunun için tövbe etmesi gerektiği fikrini doğru buluyorum. Ama bu tür şeyleri rekabete sokamazsınız ya da bir hiyerarşiye koyamazsınız. Bence Almanya, ailemin ve diğer insanların öldürülmesini anmak ve bu suçtan pişmanlık duymak için kurduğu muazzam aygıtı aynı zamanda işlenen diğer suçları da tanımak için kullanmalı.

Almanya’nın hafıza siyaseti, son yıllarda soykırım konusunda çok etkili oldu. Almanya, geçmişte yaptıkları nedeniyle İsrail’i desteklemesi gerektiğini düşündü. İsrail soykırım uyguluyor olsa bile Almanya’nın tavrı böyle oldu. Bu yüzden Namibya’ya bakmak ve oradaki soykırımı anlamak için anahtar bir olay. Çünkü Namibya’daki soykırım birçok yönden Gazze’deki soykırıma benziyor. Bu bir kolonyal soykırım. Kolonyal soykırımlar çok uzun süre devam ederler. Sömürgeciler tarafından gerçekleştirilen soykırımlarda şehrin peyzajı dönüştürülür; insanlar yavaşça öldürülür. Elbette, o zamanlar Güneybatı Afrika olarak adlandırılan bugünkü Namibya’da doğrudan infazlar da gerçekleşti. İnsanlar asıldı, vuruldu ve aynı zamanda topraklarından uzaklaştırılarak verimsiz arazilere sürüldüler. Çöllere ve yaşayamayacakları yerlere itildiler; tıpkı Gazze’deki insanların yaşanılmayacak kum tepelerine itildiği gibi. Bu yüzden Gazze ile Namibya soykırımları arasında önemli benzerlikler var.

Forensic Architecture olarak devletlere karşı güçlü deliller üretiyorsunuz. Bu çalışmalar nedeniyle uluslararası çevrelerden baskıyla karşılaşıyor musunuz?

Her zaman! Çalıştığımız her yerde, devletlere karşı çalıştığımız her anda -zira Forensic Architecture her zaman devletleri araştırır-  devletler tarafından bize ön yargılı olduğumuz suçlaması yöneltildi. Bu Türkiye’de de böyleydi: Diyarbakır’da, bir insan hakları avukatının polis tarafından öldürülmesiyle ilgili çalıştık. Suriye’de de böyleydi: Beşşar Esed bizi Katar ajanı olmakla suçladı. ABD makamlarıyla da bunu yaşadık, Alman makamlarıyla da. Sunum yaptığımız her yerde ön yargılı olmakla suçlanıyoruz. İsrail’e karşı delil toplarken de benzer ithamlarla karşılaşıyoruz.

Bize taraflı olduğumuz, İsrail’e karşı takıntılı olduğumuz ve benzeri iddialar yöneltiliyor. Elbette böyle söyleyecekler, başka ne söylemelerini bekleyebiliriz ki? Tüm bunlara rağmen kanıtlar herkesin görebileceği şekilde apaçık ortada.

Forensic Architecture (FA), Almanya’daki NSU cinayetlerini ve bazı seri cinayetleri de inceledi. O dönemde Almanya’da NSU cinayetleri “devletin iflası” olarak tanımlanmıştı. Özellikle dokuzuncu kurban, Türk göçmen Halit Yozgat’ın cinayetiyle ilgili olarak olayın yeniden canlandırmasını yaparak Alman devletinin NSU’ya dair resmî anlatısını sorguladınız. NSU soruşturmalarında olduğu gibi devletin hesap verebilirliğinin çöktüğü anlarda, sizin gibi sivil toplum inisiyatifleri şeffaflık ve adaleti sürdürmek için hayati hâle mi geldi? 

Biz küçük bir grubuz, ama bu alanda örnekler ortaya koyabiliyoruz. Yurttaşların, sivillerin ve devlet şiddetine maruz kalan insanların aslında kendilerini araştırabileceklerini, yani devlete bağımlı olmadığımızı gösterebiliyoruz. Ama elbette, biz polisin yerini alamayız.

Özellikle Avrupa’da, polis güçleri korumaları gereken topluluklara karşı yönelmiş durumdayken. Almanya’da Hanau’daki ırkçı cinayeti ve NSU cinayetini araştırdık. Ve tüm bu vakalarda biliyorsunuz, devlet polisi ya da Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz) halkı koruması gerekirken onlara karşı cephe aldı. Bu nedenle bireylerin, “Biz bu suçları kendimiz de araştırabiliriz” diyebilme kapasitesinde olmasını önemli buluyorum.

Almanya kendisini güçlü bir Batı demokrasisi olarak tanımlıyor. Devlete karşı adli araştırma yürütmek ve kanıtlar sunmak, bu bağlamda diğer ülkelerdeki deneyimlerinizden nasıl farklılaşıyor?

Araştırma yaptığımız her yerde sivil toplum gruplarıyla dirsek temasındayız. Almanya’da da çok sağlam bir sivil toplum var. Irkçılık karşıtı bir sivil toplum, göçmen topluluklar, göçmen temelli kuruluşlar; devleti hesap vermeye zorlamak isteyen, dayanışma dolu ve zeki insanlarla dolu yapılar mevcutç

Bazı yerlerde bu işi yapmak daha tehlikeli. Bazı durumlarda, bu işi yaparsanız yaptıklarınızın bedelini hayatınızla ödeyebilirsiniz. Demokrasi bir devlette ırkçılığın olmamasının garantisi değil. Demokrasi, devleti daha güvenli bir biçimde sorgulayabilmenizi sağlayan bir koşuldur, o kadar.

Esma Güney Aksoy

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamlayan Güney Aksoy, Çukurova Üniversitesi Arkeoloji bölümünde ikinci lisans eğitimine devam etmektedir. Ağırlıklı olarak duygulanım sosyolojisi, medya ve hukuk antropolojisi alanları ile ilgilenen yazar, aynı zamanda Peküler Palas, Fidiro Kahvesi ve Talking Anthropology podcastlerinin yapımcı ve sunucularından biridir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler