Orta Doğu Sorunu ve Avrupa’da İslam’a Linç
İsrail’in yaklaşık iki bine yakın Filistinlinin hayatına mal olan saldırıları, sadece Orta Doğu’yu değil, Avrupa’daki Müslümanları da yakından etkiledi. İsrail’in insan hayatını hiçe sayan eylemlerini kınamak için yapılan gösteriler, Almanya’da antisemitizm tartışmasını alevlendirdi. Bir süre sonra medyada İsrail’in hukuku ayaklar altına alan siyaseti değil, Müslümanların ne kadar antisemitik olduğu tartışılmaya başlandı.
İnanılır gibi değil: 90’lı yıllarda görülen ve 2009’da Sarrazin’le doruk noktasına ulaşan İslam’a ve Müslümanlara yönelik küçük düşürücü söylemler, 2014’te de tekrarlanıyor. Almanya’da Nicolaus Fest’in Bild Pazar gazetesinde 27 Temmuz tarihinde yayımlanan “Uyuma Engel Olan İslam” (Alm. “Islam als Integrationshindernis”) isimli Müslüman karşıtı polemiği öfkeye neden oldu. Açıkçası 90’lı yıllarda bu noktaya henüz varmamıştık.
İslamofobi etrafındaki tartışmaları özellikle Thilo Sarrazin’e (ve İsviçre’deki minare yasağına) borçluyuz. Medya, Sarrazin’in ırkçılığa kadar uzanan ifadelerini ve Müslüman karşıtı polemiği iyi bir şeymiş gibi sundu; Marwa el-Sherbiny’in Dresden’de İslam düşmanı motiflerle öldürülmesi bile bu durumu değiştiremedi. Cicero dergisinin Ağustos 2014’teki kapağı da Müslüman karşıtı ırkçılığın ana akım medyada perçinlenmesi gibi ölümcül bir tehlikeyi gözler önüne seriyor.
Cicero’da “İslam kötü mü?” (Alm. “Ist der Islam böse?”) sorusu ciddi ciddi ele alınmış. Burada insan başka soruları düşünmeden edemiyor: Filistin topraklarındaki İsrail politikası nedeniyle “Yahudilik kötü mü?” ya da Nato’nun “kaynakların güvence altına alınması” argümanıyla desteklenen yayılmacı politikası nedeniyle “Kapitalizm kötü mü?”
Eski Düşman Figürü, Modern Propoganda
Son günlerdeki tartışmalarda yeni birşey yok, fakat tartışmalar daha sivrilmiş vaziyette. 1979 İran Devrimi’nden beri el altından yürütülen ya da ince metin ve fotoğraf montajlarıyla hariçten telkin edilmeye çalışılan şey, 11 Eylül 2001’den beri İslam’a ve Müslümanlara karşı çok açık bir şekilde sürdürülüyor. Kanıtların yokluğuna rağmen 11 Eylül, İslami bir komplo olarak değerlendiriliyor.
Medyamız, Müslüman karşıtı tahriklerde daima sorumluydu. Fakat 90’lı yıllarda medyada, sözde ya da hakiki İslam arasındaki farka dair bir mutabakat söz konusuyken – Reinhard Schulze ya da Irmgard Pinn gibi bilim adamlarının pozisyonları gibi istisnalar sayılmazsa-, bugün sol tendanslı bazı medya organları kendilerini İslam düşmanlığına karşı kararlı bir şekilde konumlandırmışlardır. Özellikle sol çevrelerde dinî sorunlara karşı daha az
sempati söz konusu olduğu için bu durum şaşırtıcı olsa da, aslında İslamofobi, din ile çok ilintili değildir. Aksine İslamofobi, dışlayıcı bir ırkçılık, yani bir kültür ırkçılığıdır; farklı konuların etnikleştirici bir dindarlaşma aracılığıyla bir grupa mahsus kılınmasıdır.
Fakat bu herkesin farkında olduğu bir durum değildir ve bu nedenle çok sık bir şekilde dinî konular, komplo teorilerine dair açıklamalarla karıştırılmaktadır. Bunun için en etkileyici ve ne yazık ki geçerliliğini hâlâ koruyan örnek antisemitizmdir.
Kendisine suç atfedilen grup değil, bu gruba hınç taşıyanlar, yani medyadaki, düşmanlığı körükleyici figürleri nereden geldiğine, yayımlanmasına kimin karar verdiğine bakmaksızın içselleştirip bir dünya görüşü hâline getiren kişiler bu nefrete karşı savaşmak durumundadırlar.
Medyada bazı konu ve resimlerin seçilmesi sürecindeki kısır döngüye önce medya çalışanları yakalanmışlardır. Bunlar, çalışma şekilleri sebebiyle –ajans havuzları, medya arşivleri- kalıplaşmış yargıların foyasını ortaya çıkarmak yerine onları yeniden ve yeniden üretirler.
Medyada sunulan figürler ile gerçek arasında (arada gerçeklerden ufak seçmelere dayanan anlatımlar olsa da) genelde dağlar kadar fark vardır. Fakat yine de medyada sunulan figürler, gerçeği ikame ederler. Örneğin Müslümanların teröre karşı çıkmadıklarına dair düşünce, Müslüman organizasyonların medyada yer bulmayan basın bildileri ya da fikirleriyle değil, medyamızın yayımlama pratiğiyle alakalıdır.
Karikatür krizinin ele alınış biçimi de, Danimarka’da karikatürlerin basılmasından altı ay sonra bunları Mısır gazetelerinde bastıran belli aktörlerin kasıtlı tahrikleri olarak değil, Müslümanların çabuk hırçınlaşmasına kanıt olarak kullanılmaktadır. Bu tepkiler bütün dünyada “Müslüman öfkesi” (İng. “Muslim Rage”) olarak adlandırılmıştır. Bernard Lewis, 1990 yılında aynı isimde bir makale yayımlamıştır. Bu makale, İslam’ın düşman figürü olarak adlandırılmasının açılış töreni olarak değerlendirilmektedir ve aynı zamanda Samuel Huntington’un kitabına da esin kaynağı olmuştur.
Focus’un 1995 yılında “Allah’ın Savaşçılarından Korkmak” (Alm. “Zittern vor Allahs Kriegern”) başlıklı kapağı ya da Peter Scholl-Latour’un 90’lı yıllardaki kitap ve yayınları incelendiğinde, İslam algısının 11 Eylül öncesinde ve sonrasında kalite açısından bir farklılık göstermediği görülmektedir. Müslümanlar geri kalmış, şiddet yanlısı ve kadın düşmanı olarak görülmekteydi ve bu bugün de hâla böyle. Son on senede sadece ele alınan “İslam konuları”nın sayısı arttı. Bu konular aslında “İslam konuları” da değillerdi üstelik, dünya genelinde İslam’a has olmamasına rağmen şiddet, terörizm, cinsiyetçilik ya da antisemitizm gibi konuların, yani kötü eylemlerin sanki Müslümanların karakter özellikleriymiş gibi sunulmasıydı.
“Yabancı”lardan “Müslüman” Yaratmak
Öte yandan bu algının merkezinde olan gruba dair bir değişiklik olmuştur. “İslam”, 90’lı yıllarda dış politika ile alakalı bir kategori iken, Hollandalı film yönetmeni Theo van Gogh’un Fas kökenli bir Hollandalı tarafından 2004 yılında öldürülmesi ve buna dair verilen haberlerle birlikte bir iç politika sorunu olarak algılanmaya başlamıştır. Bugün Avrupa’daki Müslümanlarımız mercek altına alınmıştır. Bu algıda eskinin “yabancıları”, öncesinde “Türkleri”, “Müslüman” olmuşlardır. Hâlbuki onlar 80’li yıllarda da bugün olduğu gibi Müslümanlardır, fakat bu kategoride hiç muamele görmemişlerdir.
Belli bakış açılarının vurgulanmasındaki bu değişim, sabit bir algıyı ortaya koymaktadır: Reddetmek. Alman İslam Konferansı da medyadaki büyük yan etkileriyle bu anlamda olumsuz bir halkla ilişkiler etkisi sağlamıştır. Düşmanca yorumların yapıldığı bloglarda İslam ve Müslümanlara karşı, diğer medya organlarında da bulunan sivri söylemler dillendirilmiştir. İslam Konferansı örneğinde şöyle şeyler dile getirilmiştir mesela: “Neden Müslümanlar böyle bir konferansa ihtiyaç duyuyorlar? Budistler ya da diğerlerinde böyle birşey yokken hep daha fazlasını isteyen Müslümanlara özel muamele yapılıyor.”
Konferansın Müslümanların bir icadı olmadığı yansıtılmamıştır. Bunun yerine ana akım medya bile, konferanstaki eksiklikleri, yaftalanan Müslüman gruba aitmiş gibi göstermiştir.
Orta Doğu Sorunu
İsrailliler ve Filistinliler arasındaki toprak sebepli kadim çatışma, birçok medya kullanıcısının algısında artık dinî bir çatışma hâlini almış durumda. Hristiyan Filistinliler göz ardı edilerek kestirmeden “Yahudi veya Müslüman” şeklinde birbirine karşı iki figür meydana getirildi. İslamofobik blog yazarları, ırkçı veya aşırı sağcı oldukları ortaya çıkmasın diye “Yahudi yanlısı” ya da “İsrail yanlısı” tavırlar takınarak bu çatallanmayı daha da belirginleştiriyorlar. Örneğin barış yanlısı eylemlerde İsrail bayraklarıyla salınan veya bunları İslam karşıtı gösterilerde yanlarında bulunduranların (ki bu, Müslümanların İslam karşıtı propagandaların arkasında Yahudilerin olduğuna inanmasına yol açmaktadır) arasında bu çevreden aktörlerin sayısı hiç de az değildir.
Medyamız, bilgilendirme yapmaktan ziyade Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki kutuplaşmayı şiddetlendirmeye hizmet etmektedir; tıpkı Almanya ve Avrupa’da yaşayan Ukraynalılar ve Ruslar arasında yaptığı gibi. Orta Doğu’daki insan hakları ve devletlerarası hukuk ihlallerine karşı tepkilerini gösteren göstericiler, İsrail veya Yahudi düşmanı olarak sunulmakta; kızgın Arap gençleri, “İşte Müslümanlar!” şeklinde medyanın odak noktası hâline getirilmekteler. Bu kişilerin toplanan kalabalığı temsil edici özellikte olup olmadıklarının önemi yoktur; gösterilerden yapılan yakın çekimlerle “Yahudi düşmanı Müslümanlar” sahnesi kolayca gerçekleştirilir. Bu mekanizma hiçbir zaman tersine işlemez. Yahudiler Müslümanlara karşı polemiğe girseler, medya tarafından bu Müslüman karşıtı Yahudi propagandasının delilleri araştırılmaz; aksine, kısmen oldukça genelleyici nitelikteki bu suçlamalar haklı olarak kabul edilip sunulur. Bu tek taraflılığın nefreti körüklediği açıktır.
Tabii ki Müslümanların arasında Yahudi düşmanı olanlar da vardır. Yahudi karşıtı komplo teorileri dünya genelinde yaygın bir fenomendir ve Müslümanlar da bundan nasibini almışlardır. Tabii bu durum, bu komplo teorilerinin “Müslümanlara ait bir fenomen” olduğu anlamına gelmez. Medyamızın büyük bir kısmı, bu kendini aklayıcı sağcı muhafazakâr diskuru memnuniyetle benimsemiş ve antisemitizmi “bizim” değil de “başkalarının” problemi olarak göstermeye oldukça hevesli görünmektedir. Problemin başkasının sırtına yüklenerek bu şekilde soyutlanmasının yanında, antisemitizmin artık çığırından çıkmış İsrail-Filistin gerginliği bağlamında teşhir edilmesi, burada devletlerarası hukukun çiğnendiği gerçeğini örter niteliktedir. Bu sebeple, (Müslümanlar arasında) artış gösteren antisemitizm hakkında uyarılarda bulunmak hem İslamofobi’yi körüklemekte hem de aynı zamanda İsrail hükûmetinin devletlerarası hukuk ihlallerini örtmektedir. Zira devletlerarası hukuka göre işgal edilmiş bir bölgenin zulüm gören halkı, bütün imkânlar tükendikten sonra şiddet kullanarak direnme hakkına dahi sahiptir. Yani -her türlü roket saldırısını kınamakla birlikte- etrafı mütemadiyen çepeçevre kuşatılmış olan Gazze’ye kendini savunma hakkı bahşedilmelidir.
Eğer İsrail hükûmetinin halkla ilişkiler departmanı, İsrail’in hak ihlallerinin değil, “Yahudiliğin” eleştirilere maruz kaldığını iddia ediyorsa ve bizim medyamız da bu iddiaları hiçbir eleştiriye tabi tutmadan olduğu gibi kabul ediyorsa, o zaman mahir bir dikkat dağıtma stratejisinin suç ortağı olunmuş demektir. Bunun bir de -Nicolaus Fest’in açık bir şekilde gösterdiği gibi-İslamofobiye dönüşmesi, ikincil hasarlar oluşturmaktadır. Bu durum tartışmalarda işaret edilen grup için ise retoriğe kapılıp tuzağa düşme ve elle tutulur kanıtlar yerine aynı şekilde ırkçı argümanlar kullanma tehlikesini beraberinde getirmektedir. Böylece kendini gerçekleştiren kehanetin bir sonucu olarak medyanın ilgisinde bir nesne ya da insanlık dışı söylemlerin üreticisi olmaya devam ederiz.
Medya Diskurundaki Canavarlaştırmanın Sonuçları
Müslümanların canavarlaştırılması, onlara yönelik hukuk ihlallerinin, hukuk ihlali olarak bile algılanmamasına zemin hazırlamaktadır. Bunun için Almanya’daki birisinin İsrail’e atıfta bulunmasına gerek yoktur. Bunu biz kendimiz yaratıyoruz. Yapıcı rol oynayan Müslümanların Alman istihbaratı tarafından gözlenmesi, medyada damgalayıcı haber yapımına katkı sağlamaktadır. Jena Üniversitesi’nde “Sahnelenmiş Terörizm” (Alm. “Inszenierter Terrorismus”) isimli araştırmanın gösterdiği gibi medyada oluşturulan Müslüman figürü, istihbarat çalışanlarının Müslümanlara yönelik hukuk ihlallerinin meşru olduğu hissine kapılmasını sağlamaktadır.
Nicolaus Fest’in yorumu da bu mekanizmayı beslemektedir. Öte yandan gazeteci Andra Dernbach, başka türlü bir şeyin mümkün olduğunu da göstermektedir. Dernbach, 28 Temmuz tarihli Tagesspiegel gazetesinde, Fest’in Müslüman düşmanlığına karşı verdiği cevabında, Müslümanların iltica hakkının kısıtlanması önerisinin temel hukuk anlayışıyla bağdaşmadığını söylemektedir. Belki de bir hukukçu ve köşe yazarı olan Fest, benzerini Müslümanlar için iddia ettiği insan haklarının ayaklar altına alınmasına karşı hassasiyeti önce kendisi edinmelidir.