Irkçılık ve Ön Yargıda Yeni Bakışlar: Müslümanların Irklaştırılması
Günümüzde İslam karşıtlığı, kendisini bir ırklaştırma (İng. “racialization”) ile birlikte gösteriyor. Bu ırklaştırma ve ardından ortaya çıkan yeni nefrette, ırklara dayalı fiziki farklılıklara göre değil, inanca göre bir ötekileştirme ortaya çıkıyor. Artık Müslümanlar Batı tarafından “öteki” kabul edilen bir medeniyetin taşıyıcısı olarak görülerek kolektif bir ayrımcılığa uğruyorlar.
Irkçılık ve ırkçı ön yargılar, geçmişten farklı bir biçimde, fakat hayret ve endişe verici bir şiddetle ultra modern Batı toplumlarının derinliklerinde yeniden doğuyor. İslamofobi, yaygınlığı, karşıtlık derecesi ve özü itibarıyla yirminci yüzyılın başlarındaki tarihin en vahim Yahudi karşıtlığıyla yarışıyor gibi görünürken umulmadık şekillerde yeniden ortaya çıkıyor, yeni ve beklenmedik özellikler sergiliyor. İçinde, el değmemiş ırkçı dinamiklerin bulunduğu emperyal jeopolitik model, açıktan veya gizliden, Avrupa ve Birleşik Devletlere belirsiz bir ırkçı rol biçiyor. Batılı ülkelere yayılan bu ırkçı ön yargı dalgaları, bedensel özelliklere kazınmış farklılıklardan ziyade ötekiliğin kültürel ve dinî işaretleriyle ilgileniyor artık. Bazı uzmanların “din odaklı nefret ve düşmanlık”tan bahsetmesinin nedeni de tam olarak bu. Bu anlamda Avrupa’da, örneğin İtalya’da yaşayan Müslüman cemaatlere karşı var olan ön yargıları ve ortaya çıkan “diskur düzeni”ni incelemekte fayda var.
Yakın dönem literatüründe Müslümanlara karşı ön yargılar İslamofobi olarak adlandırılmaktadır. Bu kelime 1997 yılında, Runnymede Trust1 tarafından desteklenen İngiliz Müslümanlar ve İslamofobi Komisyonu (İng. “Commission on British Muslims and Islamophobia”) tarafından tanımlanmıştır. İslamofobi kategorisinin ve çeşitlerinin kullanımı hususunda haklı ve makul eleştiriler ya da anlaşmazlıklar olmuştur. Mesela Zafar Iqbal, İslamofobi’yi, tezahürleri yüzyıllara yayılmış tarihî savaşlarda, haçlı seferlerinde ve soykırımlarda görülebilen dinî hoşgörüsüzlüğün bir çeşidi, “eski bir korkunun yeni bir ifadesi” olarak tanımlamaktadır. Sebep olduğu ihtilaflara rağmen İslamofobi, Müslümanlara karşı var olan özel ön yargıyı tanımlayan en iyi kelime gibi görünüyor.
İslamofobi’nin ilk çeşidinde, kültürel ya da ayrımsal ırkçılığa çok yakın görünen bir İslamofobi gözlemliyoruz. Bu kültürel ırkçılığın hedefindeki kişilerde ırksal dış görünüşe dair farklılıklar (fenotipik özellikler) yoktur. Bu durum da bu kültürel ırkçılığı, Yahudi karşıtlığına çok yakın olan din odaklı ırkçılığa doğru yönlendirmektedir. Irk Ulus Sınıf (2013) kitabında Balibar’ın belirttiği üzere bütün çağdaş ayrımcı ırkçılıklar Yahudi karşıtlığı olarak genelleştirilen formel bakış açısından da anlaşılabilmektedir. Bu formel bakış açısından hareketle “terörist, fanatik, vahşi ve hoşgörüsüz Müslüman” ile “ürkütücü, komplocu ve zalim Yahudi” arasındaki potansiyel teorik yakınlığı anlamak mümkündür.
İkinci tip İslam karşıtı ırkçılık ise yeni bir şey. Bu tür ırkçılık, yalnızca, tek bir Müslüman’ı veya yerleşik tek bir cemaati, komşu dairede yaşayan tek bir köktenciyi, hoşgörülmeyen kültürel ve dinî semboller taşıyan (bayrak, mezar, tesettür) tek bir kişiyi değil; onu üretip şekillendiren bütün medeniyeti suçlar.
Bu genelleme, Romanlar, siyahiler, Yahudiler ya da Asyalıların ırk ayrımlarına göre sınıflandırmalarına benzer şekilde İslamofobi’yi de farklı bir ırkçılık formu olarak isimlendirmek noktasında belirleyici midir? İslamofobi’ye neden olan korkular, Yahudi fobisi ya da Roman fobisine götüren korkulardan farklı mıdır?
Theo Goldberg’in ortaya koyduğu üzere, “Avrupa’nın kafasındaki hâkim imaja göre İslam bir noksanlıklar koleksiyonunu temsil etmektedir: Özgürlük yokluğu, bilimsel araştırma eğilimi yokluğu, medenilik ve görgü yokluğu, yaşam sevgisi, insani değer, kadın ve eşcinsellere karşı eşit saygı yokluğu.” Burada “suçlu”, batılı demokratik toplumların toplumsal dokusunu parçalamak için geniş bir küresel ağla birbirine bağlanmış, anomik ve kimliği belirsiz vahşi adamlar üretip duran İslam medeniyetidir.
Bu anlayışa göre tek tek Müslümanlar değil, hatta Müslüman cemaatler bile değil, kolektif olarak bütün Müslümanlar, onların atalarının medeniyeti ve mirası ölüm tehlikesini temsil etmektedir. İslam bizim günümüzün canavarı, kolektif kabusumuz, Avrupa kültür ve bütünlüğünün bitiş paranoyası olmuştur. Bu görüşe göre İslam, gelenekselciliğin, modern öncesinin simgesi; modernliğin ve küreselleşen demokrasinin düşmanı; tiranlığın, despotizmin ve mutlakçılığın taşıyıcısı gibi görünmektedir.
Bu anlamda, İtalya örneğindeki diskur sıralaması da bu iki perspektifi yansıtmaktadır. Irkçı parti Kuzey Ligi, açıktan göçmen ve İslam karşıtı konumların ana taşıyıcısı olup bu iki diskurun hem kamusal söylem hem de ulusal ve yerel idari uygulamalarda tutunmasını sağlamaya çalışmaktadır. Kuzey Ligi’nin İslamofobisi, zamanla, göçmenlerin yoğunluklu olarak yaşadığı kuzey bölgelerdeki büyük şehirlerde camilerin yapılmasına karşı harekete geçen ırkçı biçimler kazandı. Bazı gözlemcilere göre Milan yakınlarındaki küçük bir kasabada, mabed olarak kullanmaları maksadıyla bir arazinin Müslüman cemaate verilmesi dönüm noktası oldu. Bu durum, İslamofobik kampanyanın kontrolden çıkarak ciddi şekilde aşırıya kaçmasına, o araziye Padanya domuzu üresinin dökülmesi çağrısında bulunulmasına kadar vardı.
Kuzey Ligi’nin camilere karşı harekete geçmesi, kuşkusuz, bir “iç düşman” yaratma ve toplumsal düşmanlık mantığı empoze etme paradigmasıdır. Yöre insanının kısmi fakat önemli desteği, “yabancılığa” yapılan bu vurgunun sonucudur.
New York’ta Kolombiya ve Floransa Üniversitesi’nde fahri profesör, İtalya’da günlük gazete olan Corriere della Sera’da köşe yazarı ve merkez solun aydınlarından siyaset bilimci Giovanni Sartori’nin endişesi de hâkim görüşü yansıtması açısından önemlidir. 2000 yılında yayımlanan “Çoğulculuk, Çokkültürlülük ve Yabancı” (İng. “Pluralism, Multiculturalism and Foreign”) isimli makalesi, “akademik İslamofobi”nin açık bir modeli olarak yapılandırılan bir düşünceyi ortaya koyar. Sartori bir yandan İslam dininin esas temsilinin dogmatik, hoşgörüsüz ve fanatiklikle mimlenmiş olduğunu ileri sürerken bir yandan da Müslüman göçmenlerin bizim “kültürel geleneğimiz”e vurgu yapmaktadır.
Oriana Fallaci’nin hakaretleri ve Satori’nin bilimsel düşünceleri, muhafazakâr İtalyan aydın ve siyasetçi sınıfına, iç düşman yaratmanın siyasi mantığını güçlendiren ciddi bir İslamofobik eğilim servis etmektedir. Bu retorikle ortaya çıkan daha geniş bir İslamofobik bakış, bütün İslam medeniyetini kuşatan ırkçı İtalyan bir zeminde kök salmaktadır. Mesela, seçimlerde Berlusconi’nin partisi Forza Italia’dan İtalyan Parlamentosu’na seçilmesiyle felsefi görecelilikten muhafazakârlığa geçen tanınmış aydın Marcello Pera örneği… Pera, Şubat 2006’da, medeniyetler çatışması paradigmasıyla tam uyum gösteren, terörizm ve İslami köktencilikle mücadeleye cevap veremeyen Batı’nın manevi ve ahlaki krizine vurgu yapan “Batı için, Medeniyetin Gücü” (İng. “For the West, Force of Civilization”) isimli bir manifesto yayımlamıştır. Bu manifestoda neo-muhafazakâr konumlanmalardan öne bir imaj çıkmaktadır; bu, küresel tehdidin, başka bir deyişle “ürkütücü İslam dünyası”nın gerçekleştirdiği “istila”nın imajıdır.
11 Eylül’den önce ve sonra bu farklı düşünceleri birleştiren şey, İslam’ı demokrasi ve özgürlük ilkeleriyle uyuşmayan yekpare bir bütünmüş gibi gören görüştür. Bu görüş Samuel Huntington’un ayrımcı medeniyetler çatışması tezine de çok yakındır.
Öte yandan asıl soru İtalyan ya da Avrupa kamuoyundaki bu temsilde bir görüş birliğinin olup olmadığı veya Müslüman göçmenlerin kamuoyunda bu kadar görünür olmalarının ardından İslam medeniyetine karşı daha az düşmanca görüşlerin geliştirilip geliştirilmediğidir.