“Türkiye İle İlişkilerin Zenginleştirici Olduğu Kabul Edilmeli.”
Göç ve Türkiye araştırmacısı Dr. Yaşar Aydın’la Almanya’da DİTİB’e yönelik iddiaları ve Türkiye kökenlilerin Türkiye ile sorunlu görülen ilişkilerini konuştuk.
Türkiye’den yurt dışındaki diplomatik personele gönderilen ve “FETÖ” mensubu kurumların bildirilmesini isteyen mektup Almanya, Avusturya, Hollanda ve Belçika’da kriz doğurdu. Diyanet’in yurt dışı personelinden bu tarz bir talepte bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada bir muğlaklık söz konusu. Eğer bu mektup Türkiye’den yurt dışındaki diplomatik personele, örneğin ataşelere gönderildiyse bu anlaşılır bir şey belki. Çünkü diplomatik personelin bilgi toplamak gibi bir görevi de var. Fakat bu mektup Diyanet imamlarına gönderildiyse bu yanlış. Meseleyi doğru değerlendirebilmek için Diyanet’in kimden rapor istediğini bilmek önemli. Bununla birlikte Diyanet’in Almanya’daki atmosferi gözeterek bu tarz bir bilgi talebinde bulunmaması gerekirdi. Almanya’da Diyanet’e yönelik ciddi bir olumsuz atmosfer var ve bu yeni değil. Ajanlık iddiaları buna tuz biber ekti. Bence bu öngörüsüzlüğün olmaması ve daha dikkatli olunması gerekirdi.
Öte yandan “Türkiye hükûmeti bir oluşumu takibata aldıysa, bu kurum hakkında bilgi toplanması aslında çok da şaşılacak bir şey değil” derken başka bir şeye de dikkat çekmemiz gerek. Türkiye, “FETÖ bir terör örgütüdür.” dediğinde Almanya açısından bir sorun doğuyor. Almanya’da bir kuruluşu terör örgütü olarak sınıflandırmak için daha farklı veriler lazım. Terör örgütü denildiğinde PKK, DEV SOL gibi oluşumlar zihinlerde canlanıyor. FETÖ ile ilgili var olan mevcut resim ise Almanya’daki kamuoyunu ikna etmiyor. Alman kamuoyu, bu oluşumun darbeye katılmış olabileceğini kabul ediyor, fakat Türkiye “terörist organizasyon” deyince Almanya’da zihinlerde var olan algı tamamen değişmiyor. Almanya’da birçok farklı gelişmeden dolayı Türk hükûmeti ve DİTİB hakkında ciddi bir tepki oluşmuş durumda. Türk diplomasisinin bu tepkiyi önceden ölçebilmesi gerekirdi.
Almanya’da tepkisel bir kamuoyu var. Fakat Türk-Alman ilişkileri söz konusu olduğunda benzer bir tepkisellik Türkiye’de de söz konusu…
Evet, doğru. Türkiye’de bir darbe süreci yaşandı. 250 civarında insan bir gecede hayatını kaybetti. Bu büyük bir travma ve Avrupa bu travmayı anlayamıyor. Oysa anlaması gerek. Fransa’da terör saldırılarında 100’e yakın insanın hayatını kaybetmesi nasıl travma yarattıysa, darbe girişimi de Türkiye’de ciddi bir travma yarattı. Avrupa kamuoyu bu sürecin ardından bazı söylemlerin duygusal olduğunu anlayamadı. Oysa Türklerin yaşadığı travmaya biraz daha empatiyle bakılabilirdi diye düşünüyorum.
DİTİB’e dönecek olursak: DİTİB ajanlık yaptığı iddia edilen imamlara dair, “Onlar DİTİB’in değil, Diyanet’in imamları. Meselenin bizimle alakası yok.” gibi bir yaklaşım sergiledi. Buna ne diyorsunuz?
Aslında bu çok da yanlış bir yaklaşım değil. Ama bu yaklaşımın başından beri sergilenmesi gerekiyordu. DİTİB öyle yapmadı. Önce tepki verilmedi, sonra özür dilendi, “Gereken önlemler alınacak, bu meselenin üzerine gidilecek.” denildi. Şimdi de kalkıp, “Meselenin bizimle ilgisi yok.” demek biraz garip duruyor. Oysa en başta, “Biz buradaki camileri yönetiyoruz, ama hocaları gönderen Diyanet İşleri Başkanlığı.” denseydi belki anlamlı olabilirdi. Bu açıklamanın uzun kararsızlıklar sonrası gelmesi talihsizlik ve inandırıcı da değil. Bu durum da DİTİB’in mevcut bir stratejisi olmadığını da gösteriyor.
Bu durumda DİTİB temsilcilerinin sanki Türkiye ile hiç alakası olmayan bir dernekmiş izlenimi sunması tartışmayı nasıl etkiliyor?
Ben Türkiye’yle var olan ilişkilerin yadsınmasını sorunlu buluyorum. Türkiye’yle neden ilişkimiz olmasın ki? Bir İspanyol İspanya’yla bağlarını nasıl koparmıyorsa elbette bizim de köken ülke Türkiye’yle ilişkimiz var. Fakat burada bu ilişkinin belli bir ölçüde tutulması önemli. Örneğin ben, Türkiye’den geliyorum, Türkiye’yle bağlarım var ve bu bağları koparmaya da niyetim yok; fakat ben Türkiye’nin bir elçisi değilim.
DİTİB, “Biz Türkiye’deki atmosferi buraya taşımak istemiyoruz. Biz buranın sorunlarıyla ilgileniyoruz.” diyebilir, hatta demeli. Ama “Bizim Türkiye’yle ilişkimiz yok” demek, köken ülkeyle kurulan ilişkinin entegrasyonu zorlaştırdığı gibi bir yaklaşımı da benimsemek anlamına geliyor. Oysa bu mantığın dışına çıkmak lazım. Türkiye ile ilişkilerin iyi bir şey olduğunu, bu bağın Almanya’yı zenginleştirdiğini, sadece buradaki Türkiye kökenliler için değil, aynı zamanda Türkiye insanı için de farklı bir deneyim olduğunu daha etkili bir şekilde söylemek gerekiyor. Mesele Türkiye ile bağ kurup kurmamak değil, bu bağın nasıl kurulduğu.
Öte yandan DİTİB Türkiye’yle bağlantısı olmadığını söylediğinde elbette bir beklenti yaratıyor. Her şeyden önce DİTİB camilerindeki imamlar Türkiye Cumhuriyeti memurları ve bu imamların maaşları Türkiye’den ödeniyor. Bu durumda “Türkiye’yle bağlantımız yok” demek pek de mümkün değil.
Almanya’daki yasal düzenlemenin de etkisiyle Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak yurt dışında kurum açamadığı için DİTİB burada dernek şeklinde organize olmuş durumda. Ortada organik bir bağ da var. “Bizim Türkiye’yle hiç alakamız yok.” demek yerine daha özerk bir yapı kurulabilirdi. Bu saatten sonra yapının bu şekilde sürdürülmesi bana zor geliyor. Bu yapı gereksiz gerilimlere yol açıyor. Bu tarz bir adım hem tepkiyi dindirme açısından hem de farklı bir yapılanmaya gitme açısından mümkün.
Bu tartışmada Almanların dikkat etmesi gereken noktalar da var. DİTİB dağıtılırsa ya da kriminalize edilirse bu çok yanlış olur. Bu meselenin radikallikle mücadele boyutu da var. Selefilikle ilgili araştırmalar bir camiye giden, belirli bir cemaatin içinde olan, dinin yaşandığı ailelerin çocuklarının aşırı gruplara rağbet göstermediğini ortaya koyuyor. Hepsinin yanında DİTİB buradaki insanlara dinî hizmet sunuyor. Dindar olmasanız bile cami cemiyetlerine ihtiyaç duyuyorsunuz, hiçbir şey olmasa bile cenazeniz oluyor. Tüm bu hizmetlerin zarar görmemesi lazım.
Öte yandan bu bir gerilim de doğuruyor. DİTİB’in kriminalize edilmesi Türk-Alman ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansıyor. Dahası bu bakış sadece bir kurumla da sınırlı kalmayıp İslam düşmanlığını arttıracak bir yöne dönüşebiliyor.
Hâkim atmosferde DİTİB “Türkiye’yle ilişkiler sorunsallaştırılmamalı” diyebilir mi sizce?
Onu tam kestiremiyorum. Açıkçası DİTİB’in bu yönde bir stratejisi var mı onu da bilemiyorum. Bence DİTİB’in yapması gereken içinde bulunduğu Alman toplumunun yapısına benzer şekilde çoğulcu bir yapı kazanmak. Bunu derken bir “Alman İslam’ı” oluşturmaktan bahsetmiyorum. Bence sipariş verir gibi bir tane Almanya’ya özgü İslam, bir tane Fransa’ya özgü İslam oluşturamazsınız. İslam’ın da her dinde olduğu gibi kendine has bir teolojisi, alt yapısı var. Ama şunu diyebiliriz: Müslümanların Almanya’da yaşadıklarının farkında olarak ve burada kalıcı olduklarını içselleştirerek dinlerini yaşamaları lazım. Bunu derken neyi kastediyorum? Örneğin bazı DİTİB camilerinin sosyal medya hesaplarında Noel kutlamaları ile ilgili garip paylaşımların yapıldığı basına yansıdı. Almanya’da yaşayan bir insanın, Noel Baba’ya yumruk atılan bir karikatürü sosyal medyada paylaşması açık bir şekilde aymazlıktır. Noel’i zaten Türklerden kimse kutlamıyor, Noel buradaki Müslümanların komşularının dinî bayramı… Bir karikatür düşünün bir Alman geliyor, kurban kesmek isteyen Türk’e yumruk atıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Yine bazı camilerin girişlerine “Buraya FETÖ’cü giremez” ilanlarının asıldığı sosyal medyaya yansıdı. Bu, caminin aşırı politize olması anlamına geliyor. Oysa cami Allah’ın evidir. Orada siyasi görüş sorulamayacağı gibi, oraya gelen kişi bir katil de olsa onu camiden kovamazsınız. Dolayısıyla DİTİB’in çoğulculuğun önünü açması şart. Buradan hareketle de çokkültürlülüğün, Türkiye’yle bağların köprü mahiyetinde olduğunun, bu bağların bizleri zenginleştirdiğinin vurgulanması lazım. Buna ek olarak buradan oraya kurumsal transferin gerçekleşmesi lazım.
Bugün neredeyse herkesin ulusaşırı bir yönü var. Hiçbirimizin sosyal ilişkileri belli bir mekânla sınırlı değil artık. Eskiden insanların sosyal mekânları köylerin, şehirlerin, ülkelerin sınırlarıyla belirlenirdi. Bugün sosyal medya ve küreselleşme sayesinde sosyal hayatımız sınırsız hâlde. İnsanların birden fazla ülkeye dağılmış akrabaları, farklı köken ülkeleri ve bu ülkelerle yakın ilişkileri var. Ulusaşırılık böyle bir şey. Aslında bu Almanlar için de zenginlik. Sınır ötesi ilişkiler kişileri toplumun dışına itmez. İnsanların Türkiye ile kurduğu yakın siyasi ya da bilimsel ilişkiler onların buradaki topluma uyumlarına halel getirmez. Bunları daha belirgin bir şekilde söyleyebilmek gerek.
Fakat sizin bu söylediğinizden farklı olarak Almanya’daki birçok Müslüman cemaatin, “Biz Alman’ız, Alman Müslümanlarız” vurgusuyla kendilerini yeniden ulusal sınırlara hapsettiği ve köken ülke ilişkilerini reddederek “buralı” olduğunu ispat etme çabasına girdikleri de görülüyor…
Ben bunu şöyle formüle ediyorum: Ben Alman vatandaşıyım. Almanya benim devletim, benim güvenliğimi sağlayan ve sadık olduğum ülke. Ama bu, Türk kimliğimden tamamıyla vazgeçmem gerektiği anlamına da gelmiyor. Türkiye ile canlı bağları olan insanların –belli konjönktürel kaygılarla – “Ben Alman’ım, Türkiye’yle hiç alakam yok” demesi anlaşılır belki, ama çözüm değil.
Yeniden DİTİB tartışmasına dönelim: Türkiye yurt dışında kurum açamadığı için burada sivil bir yapının oluştuğundan bahsettiniz. Burada devlet refleksiyle hareket eden, ama aynı zamanda sivil toplum görünümünde bir yapı var. Bu hibritlik nasıl bir gerilim doğuruyor?
Almanya bunu anlamakta zorluk çekiyor. Batı Avrupa ülkelerinin kendi laiklik tartışmalarından ve benimsedikleri modelden yola çıkarak Türkiye’de bir kurum olarak Diyanet’i anlamaları mümkün değil. Alman kamuoyu laik bir devlette neden Diyanet gibi bir kurumun olduğunu biraz da haklı olarak anlamakta güçlük çekiyor. Gerektiğinde vergi toplayan ve tek başına dinî otorite olan kilise modelinden farklı olarak Türkiye’de dinî yaşamı örgütleyen bir kurumun olmadığını, bunun tarihsel bağlam içerisinde tartışılması gerektiğini anlatmak lazım.
Türkiye’de Diyanet’in kuruluş amaçlarından biri de dini kontrol etmekti. Türkçe ezan uygulamasını hatırlayın, devlet o zaman din adamlarının görüşünü almadan ve halkın rızasını örgütlemeden ezanı Türkçeye çevirdi. Ortada böyle bir yapı var ve bu yapı bu şekliyle Almanya’ya uymuyor. Bu durumda DİTİB’in Almanya’nın koşullarını göz önüne alarak sivil ve özerk bir yapıya bürünmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken Türkiye’yle bağların koparılması gibi bir ajanda gerçekçi değil, sadece kurumun aşama aşama otonamlaşması gerek.
“Otonamlaşma” gibi ifadeler de Türkiye kökenli cemaati korkutuyor sanki…
Bununla kastettiğim Türkiye’den “kopma” değil, özerkleşme. Türkiye’den kopma yanlış olur. Bu bağın günümüz şartlarına uygun hâle getirilmesi, DİTİB’in daha sivil, dinî bir yapılanma yoluna gitmesi gerek. Yoksa bence “Türkiye’den kopmak” yanlış. Türkler Türkiye’den kopunca daha mı iyi entegre olacaklar? Yapılması gereken, ilişkinin yeniden düzenlenmesi.
“Almanya FETÖ’yü terör örgütü olarak görmüyor.” dediniz. Türkiye ile Almanya arasındaki bu yaklaşım farkı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Burada Almanları anlamamız gerek. Daha 4-5 yıl öncesine kadar Gülen hareketiyle Türkiye’deki mevcut iktidar bir aradaydı. O zamanlar başka ülkelere bu hareketin desteklenmesi adına Türkiye’den mektuplar gönderiliyordu. Almanya’da Gülencilerin yaptığı etkinliklere Türkiye’deki iktidar partisinden de Almanya’dan da milletvekilleri katılıyordu. Burada bir ilişkiler ağı oluştu. Örneğin Almanya’da Gülen hareketinin temsilcilerinden biri olan Ercan Karakoyun, SPD içerisinde uzun seneler bulunmuş, Friedrich-Ebert Vakfı’ndan burs almış, sosyal demokrat olduğunu söyleyen birisi. Şimdi bu tarz ilişkiler oluşmuşken, sadece siz “terörist” olarak isimlendirdiğiniz için buradaki insanların Alman kamuoyunda terörist olarak görülmesini bekleyemezsiniz. Bu hayalcilik olur. Türkiye “terör örgütü” dediği için burada bağ kurmuş olan Alman siyasetçiler ilişkilerini bir anda bıçak gibi kesmezler. Türkiye’deki karar alıcılar biraz empati yapmalı bu konuda. Bir de Türkiye hükûmetinin Almanya’da imajının hayli kötü olması nedeniyle bu konuda Türkiye’ye güven de duyulmuyor.
İkinci olarak bir hareket nasıl “terör örgütü” olur, bunun Almanya’da belli kriterleri var ve Almanya bu konuda ikna edilemiyor. Gülen hareketi Almanya’da çok katmanlı bir hareket, eğitim alanında aktif. Evet, bir de bu hareketin uzun süredir göz ardı edilen, illegal bir boyutunun olduğunu gördük, ama bu örgüt Almanya’ya bir zarar vermiyor. Almanya, kendi siyasal sistemi ve anayasası için bu oluşumu zarar olarak görmüyor, buna dair bir kanıt da yok. Şiddet uygulasalar ya da açık şiddet çağrısı yapsalar belki bu algı değişebilir. Bu insanların bir çoğu Almanya’daki cami örgütlenmelerinde bile yoklar, daha çok diyalog ve eğitim çalışmalarında aktifler. Ne yapabilirler ki Almanya’da; Gülenciler Alman ordusunu mu ele geçirecek? Burada Almanları biraz anlamak lazım.
Bu terör örgütü ve tehdit algısındaki yaklaşım farklılığı PKK bağlamında da kendisini gösteriyor. Almanya PKK için de, “Terör örgütü olarak tanıyorum, ama bana yönelik bir tehlikesi olmadığı için çok da umurumda değil.” şeklinde düşünüyor…
Elini taşın altına sokmak istemiyor Almanya. PKK’yı terör örgütü olarak görüyor. Bazen illegal uzantılarının üstüne gidiyor, ama bütün yapıları sonuna kadar da kurutmuyor. “Niye durduk yere şimşekleri üzerime çekeyim?” gibi bir yaklaşım var. Biraz idare etme politikası uygulanıyor. Bir de Almanya’daki sol kamuoyu içerisinde romantize edilmiş bir PKK tablosu var. Ben Türkiye’nin Öcalan’la görüşme yapmasının bu örgüte meşruiyet sağlayacağını söylemiştim. Birçok toplantıda bana, “Artık Almanya’da PKK yasağını kaldırma zamanı gelmedi mi?” diye soruyorlardı. Ben de onlara bu yasağın Türkiye’ye iyilik olsun diye konulmadığını, bu örgütün bir terör örgütü olduğu için konulduğunu söylüyordum. “Eğer terör boyutunun ortadan kalktığını, PKK’nın şiddet içeren yapılarını feshettiğini düşünüyorsanız, ortaya belgeleri koyun. Yok, eğer bu böyle değilse sizin müttefikiniz olan bir ülkede terör eylemleri yapan bir örgüte yasağı nasıl kaldırabilirsiniz? Yasağı kaldırmak, PKK’ya ‘Aferin, iyi yapıyorsun.’ demektir.” diyordum. Ama son zamanlarda bu itirazları dile getirmek daha da zorlaştı. İnsanlar, “Türkiye PKK’yla müzakere yapıyor, biz yasaklıyoruz.” demeye başladılar. Türkiye’deki müzakere sürecinin bir riski de bence buydu.
İkinci bir husus da PKK’nın Kuzey Irak’ta Ezidilere koridor açması, IŞİD’le savaşması, Almanya’da “Batının en sadık müttefiki Kürtler” gibi bir hava yarattı. Üstelik bu Kürtler sekülerdi de… Bir moda dergisi, kapağında iki Kürt gerilla kadının resmiyle çıktı, düşünebiliyor musunuz? Bunun yarattığı bir meşruiyet, olumlu bir rüzgar var. Alman medyasının bir bölümü PKK’yi Kürtlerin hakları için mücadele eden bir örgüt olarak görüyor. Almanya’da siyasi olarak aktif olan ve çoğu zaman da akıllıca çalışan Kürt siyasi aktörler de bu havayı etkiliyor. PKK çevresi lobicilik işini iyi yapıyor ve on yıllar boyu sürdürdükleri bir diyalog var. Bu, Almanya’da PKK’yı eleştirmeyi zorlaştırıyor.
Geçenlerde bir etkinlikte katılımcılardan biri, “PKK şiddet uyguluyor, ama niye uyguluyor onu da anlatın.” dedi. Ben de orada, “Hiçbir sorun terörü meşru hâle getiremez.” dedim. Biz nasıl ki IŞİD’in sivil insanları öldürmesine karşı çıkıyorsak PKK’nın da cinayetlerine karşı çıkmamız lazım. Ama böyle bir hava var. Buradaki Türkler de PKK’nın şiddet yüzünü ve bölge devletleriyle kurduğu karanlık ilişkileri anlatamıyor; üstüne bir de ırkçılık yapınca Alman kamuoyunda PKK’ya yönelik eleştiriler ciddiye alınmıyor.
Teröre bakış konusunda bu denli ayrışan Türkiye ile Almanya, bugün hâlâ müttefik olarak görülebilirler mi peki?
Bu müttefiklik çok ciddi yara aldı. Burada iki tarafın da hataları var. Türkiye’nin hatası Suriye’de tek başına işlere kalkmasıydı. Batı’nın hatası ise çok erken bir safhada Esad’ı devirme siyasetini devreye sokması, Türkiye’yi de bu işin içine itmesi, sonrasında müdahaleden kaçınması, daha sonra ise birden bire hedef değiştirmesi ve Esad’ı devirmekten vazgeçmesi, kırmızı çizgilerine sahip çıkmaması oldu. PYD ile Esad’ın ilişkileri görmezden gelindi, onların ikircikli yanları görülmek istenmedi ve bir süre sonra PYD güzellemesi yapılmaya başlandı. “Bunlar sosyal demokratlar.” gibi bir hava esti. Bölgeden gelen raporlarda, PYD’nin insan haklarını ihlal ettiği, çocuk asker topladığı, Arap ve Türkleri evlerinden çıkarttığı belirtilmesine rağmen bu meseleler Alman medyasında göz ardı edildi.
Yani bu müttefikliğin zedelenmesinin tek nedeni Orta Doğu’daki ilgilerin farklılaşması mı?
Sadece bu değil. Almanya’da Türkiye’yi gerçekten de çok iyi takip eden demokratik bir kamuoyu var. Almanya Türkiye’de demokraside gerilemeler görüyor. Cidden de bakıldığında Türkiye’de demokratikleşme adına 2013’ten beri hiçbir adım atılmadı. Hukukun üstünlüğünde gerilemeler var, kurumlarda bozulma var. Gazetecilere ve basına yönelik müdahaleler var. Almanya’ya göre Türkiye de biraz rayından çıktı tabiri caizse. Siz bir gazetenin teröre maddi destek sağladığını düşünüyorsanız bu gazeteyi finansal açıdan incelersiniz. Ama kayyum atayıp bu gazetenin bütün yayınını değiştirdiğinizde işin rengi de değişiyor.
Sizin bu eleştirilerinize, “Almanya’nın asıl derdi basın özgürlüğü ya da insan hakları değil,” şeklinde karşı çıkan çok güçlü bir kesim de var. Neticede Türkiye’deki kamuoyu da Batı’dan gelen bu eleştirileri, Orta Doğu’daki hak ihlallerine hiç ses çıkartılmadığı gerekçesiyle pek de tutarlı görmüyor…
Bu yaklaşım yanlış değil. Elbette insan hakları, bir müdahale ya da bir baskı aracı olarak kullanılıyor ve bu hiç de masum değil. Fakat Türkiye’deki demokrasi ihlallerinden ciddi şekilde kaygılanan geniş bir kesimin olduğunu da görmemiz gerek. Türkiye’de iş adamı olan bir firmanın hukukun üstünlüğünü istemesini tabii karşılamamız lazım. Bu eleştiriler tamamıyla çıkar politikasıyla alakalı değil. Zaten her ne kadar insan hakları bir baskı ve müdahale aracı olarak kullanılsa da son kertede bu haklara sahip çıkmak kötü bir şey değil.
Ben Batı’nın çok idealize edildiğini ve bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Merkel’den sanki Türkiye’nin muhalefet partisi lideriymiş gibi gidip Türkiye’deki sorunları eleştirmesi bekleniyor. Bu çok romantik bir yaklaşım. Ama öbür yanda “İnsan hakları bütünüyle bir kurgudur” söylemi de tehlikeli. Burada dengeyi yakalamak lazım.
Türkiye-Almanya ilişkilerinin kötüleşmesiyle birlikte çok farklı sorunlar ortaya çıkıyor, çıkacak da. Çifte vatandaşlık tartışması bunlardan sadece biri. Sizin çözüm öneriniz nedir?
İlk etapta Türkiye’deki sistemin taşlarının tekrar yerine oturması gerek. Biz Fransa’ya atıfta bulunup orada da olağanüstü hâlin olduğunu söylüyoruz, fakat Fransa’da sıkıyönetim içerisinde hükûmet yapısını değiştirmek amacıyla bir referandum düzenlenmiyor. İnsan hakları standartlarının yükselmesi, kurumlara güvenin yeniden sağlanması lazım. Sürekli savunma pozisyonuna geçmek bizi ileriye taşımıyor. “Tamam, şu konuda Türkiye’de işler iyi gitmiyor.” deme cesaretini gösterebilmemiz lazım. Türkiye’deki mevcut durum her eleştirildiğinde bunu Türkiye düşmanlığı olarak görürsek inandırıcılığımızı yitirir ve gerçekten Türkiye karşıtlığı olduğunda bizi ciddiye alan kimseyi bulamaz oluruz.
Mevcut durumda Türkiye ile Almanya arasında bir ittifaktan bahsetmek çok zor, bu konuda Türkiye yetkililerini de anlıyorum. Ama bu tür durumlar bazen müttefikler arasında da olabiliyor. İki ülkenin müttefik olması ortada hiç uyuşmazlık olmayacağı anlamına gelmiyor. Daha önce Amerika’yla da sorunlarımız olmuştu. Bu sanki ilk defa başımıza geliyormuş gibi bir hava yaratmaya gerek yok. Avrupa’nın da Türkiye’nin müttefikliği konusunda açık olması lazım. Türkiye Avrupa’nın güvenliğine yıllardır katkıda bulundu ve hâlâ da bulunuyor. Irak’taki bir iki grubu Türkiye’ye tercih etmemeli.
Federal Seçimler öncesi ve sonrasında Almanya’daki Müslümanları ve Türkiye kökenlileri neler bekliyor sizce?
İşin doğrusu çok zor günler bekliyor. Geçmişte İslamofobi konusunda çok hassas olan kesimler bile “din eleştirisi” kisvesi altında farklı bir yönelim içine girdiler. Ama bu atmosferi kendimize çekidüzen vererek şansa çevirebiliriz. Tepkisel ve duygusal bir yaklaşım içine girmemek gerek. Siyasi partilerden uzaklaşmak ya da seçime tepki gösterip katılmamak yanlış olur. Seçimlere aktif katılmalı ve soğukkanlı olup diyalog kanallarını açık tutmalıyız. İletişimi kesersek işler daha da kötüye gidecek.
Elif Zehra Kandemir sordu.