'Oku/Yorum'

Oku/yorum: “Dil ve Var Olma”

Kübra Gümüşay’ın sosyal adalet, dil ve kamusal söylemleri masaya yatırdığı, kolektif ve yapısal çözümlerin gerekliliğini aktardığı, “Sprache und Sein” (Tr. “Dil ve Var Olma”) isimli kitabını, Elif Zeynep Erken Oku/yorum serisi için inceledi.

@Perspektif

Bir gün 94 yaşındaki babaannemi izlerken aklıma “institution” kelimesi geldi. Sonra ne zaman bir yaşlı kadın görsem hep aynı kelimeyi hatırladım. “‘Institution’ ne demek?” sorusuna vereceğim ilk cevap, sözlükte gördüğüm o kelime olamazdı: Kurum, kurumsallaşma. O anda taşlar yerine oturdu. Hakikaten de şu dünyada yaşlı bir kadın kadar kurumsallaşmış pek az şey vardır. Çocukları, torunları, fasulyeyi pişirme şekli, düğünde oynaması, ölüye ağlaması… Yaşlı bir kadın her şeyiyle öyle kurumsallaşmıştır ki, statükonun ete kemiğe bürünmüş hâli olarak karşımızda durur. 

Sonra diller ne sihirli şeyler diye düşündüm. Anlamını doğru dürüst ifade edemediğim bir kelimenin hissi, nasıl olmuşsa zihnime/kalbime yerleşmiş. Kelime benden habersiz benden içre var olmuş. Dil ve var olma. Sprache und Sein.

Gazeteci Kübra Gümüşay’ın 2020 yılında yayımlanan, Almanca orijinal ismi “Sprache und Sein” olan, Türkçeye “Dil ve Var Olma” olarak çevrilebilecek kitabı, ne ile ilgili derseniz, yukarıdaki hikâye ile özetleyebilirim. Hanser Berlin’den çıkan kitapta 208 sayfa boyunca sosyal adalet, dil ve kamusal söylemler masaya yatırılmış. Kolektif ve yapısal çözümlerin bulunması gerekliliği üzerine basa basa anlatılmış. On bölümden oluşan kitap, bize ilk altı bölümde mevcut durumun resmini çiziyor, sonraki iki bölümde (“Die Agenda der Rechten”, Tr. “Sağın Ajandası”, “Der Absolutheitsglaube”, Tr. “Mutlak İnanç) bizi düşmanla tanıştırıyor ve son iki bölümde (“Frei Sprechen”, Tr. “Özgür Konuşma”, “Ein neues Sprechen”, Tr. “Yeni Bir Konuşma”) kurtuluş reçeteleri ve temennilerini sıralıyor. Bunları yaparken tezlerini kendi kişisel yaşamından birçok anekdotla besliyor, okuyucuya sıkça ve bazen de retorik sorular soruyor. Kitap, zamanın ruhunu oldukça iyi yakalamış gibi görünüyor. 

Bütün Diller Eşit, Bazı Diller Daha Eşit

Yazar, dil çerçevesi içinde kadın hareketi, İslamofobi, toplumsal cinsiyet, ırkçılık, mültecilik gibi gündemdeki birçok konuya temas etmesine rağmen, kitabı bitirdiğimde onu nitelemek için seçeceğim kelimelerin başında “glutensiz” geldi. Neden olduğuna ileride değineceğim. 

Gurbetçi bir ailenin Almanya’da doğup büyüyen evladı Gümüşay, benzerleri gibi çok dilli bir ortamda büyümüş. Evde Türkçe ve Arapça ile tanışıklığından sonra okulda Almanca ile tanışmış. Yıllar sonra İngiltere’de yaşadığı zamanlarda da İngilizce ile hemhâl olmuş. Dilleri kullanmadaki becerisi arttıkça, onları karşılaştırmaya ve ister istemez kullanım alanlarına ya da kendisine verdiği hissiyata göre sınıflandırmaya başlamış. 

Kitapta “Zwischen den Sprachen” (Tr. “Diller Arasında”) bölümünde anlattıkları birçok yönden bana Edward Said’in otobiyografik eseri “Yersiz Yurtsuz”u hatırlattı. Said orada bir İngiliz okulunun öğrencisi olarak Arapçanın kendileri için bir sığınağa dönüştüğünden bahseder. “Öğretmenlerimiz, okul hiyerarşisinin ve kurallarının infaz memurları sıfatıyla, bize patronluk taslayan öğrenci başkanlarının ve İngilizleştirilmiş büyük çocukların dünyasından kaçarak sığındığımız, kanunsuzlaştırılmış bir söylem gibiydi…” Gümüşay da, okulda Türkçe bilmenin hiç de itibarlı bir şey olmadığını, hatta bir eksiklik sayıldığını görüyor. Bütün dillerin eşit, ancak bazı dillerin daha eşit olduğu acı gerçeği yüzüne çarpıyor. 

Müzede İki Grup: İsimlendirenler ve İsimlendirilenler

Dili bir müzeye benzeten Gümüşay, müzede isimlendirenler ve isimlendirilenler olmak üzere iki grup olduğunu varsayıyor. İsimlendirilenlerin isimlerine yakından baktığımızda bu isimlerin camdan birer kafes olduğunu görüyoruz. İsimlendirilenler kafeslerini kırdığında özgürlüklerine kavuşacaklarına, isimlendirenlerin yakın markajına girerek daha beter bir yargılanma sürecinin içinde buluyorlar kendilerini. Kafes metaforu, yazarın, kategoriler için de kullandığı bir metafor. Metaforun günlük hayattaki pratiği anlaşılmak istenirse, Batı medyasının Müslüman kadın meselesini algılayış ve algılatış biçimi kitapta oldukça güzel anlatılmış. 

Yine “Die intellektuelle Putzfrau” (Tr. “Entelektüel Temizlikçi Kadın”) bölümü de kafesini kıran bir “isimlendirilen”in başına gelenleri anlatması açısından dikkate değer. Bu bölümde Gümüşay, hayatının belli bir döneminde katıldığı televizyon programlarından ve orada nasıl konumlandırıldığından bahsediyor. Çeşitli ayak oyunlarıyla karşı durmak istediği sistemin bir parçası hâline getirildiğini anlayınca tartışma programlarına çıkmama kararı alıyor. Gümüşay’ın tecrübesi özelinde şunu anlıyoruz: Tartışma programları toplumdaki kutuplaşma değirmenine su taşımaktan ve belli stereotipler oluşturmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor

“İslam Almanya’nın bir parçası mı?”, “Bir siyahiden iyi komşu olur mu?” gibi konu başlıkları gözlerimizi kendi gerçekliğimize kör ediyor.  Örneğin bir akşam iş çıkışı metroya bindiğimde, karşı koltukta oturan başörtülü kadının Shakespeare okuduğunu görünce şaşırıyorum. Bu hikâyede başörtülü olmam ve Shakespeare okuyabilmem dışında bir gariplik yok. Bakınız, “başörtülü” kutusunun içinden Shakespeare çıkmıyor. Kendime bigâne kalıyorum. 

Almanya-İngiltere Karşılaştırmaları

“Irkçılık yerine yabancı düşmanlığı kelimesi kullanıldığında anlamda ve ardından pratikte neleri kaybediyoruz?”, “Politik doğruculuk uğruna nelerden feragat ediyoruz?”, 

“Avrupa’daki sağ partilerin ajandasında neler var?”, “Sosyal medya nefreti ve kutuplaştırmayı nasıl körüklüyor?”, “Özellikle Amerikan film endüstrisi dünyayı algılama biçimimizi klişeler üzerinden nasıl etkiliyor?” gibi soruların cevaplarını bulacağımız kitap, aynı zamanda bazı çevrelerce “varılacak muasır medeniyet seviyesi” sayılan Almanya’nın yabancılarla ilgili tutumuna dair sağlam ipuçları veriyor. Yazarın bu bağlamdaki Almanya – İngiltere karşılaştırmalarını okurken, ister istemez Ocak 2020’de Guardian’da çıkan Ai Wei Wei röportajını hatırladım. “Ai Weiwei on his new life in Britain: ‘People are at least polite. In Germany, they weren’t’” (Tr. “Britanya’daki Yeni Yaşamı Hakkında Ai Weiwei: En Azından İnsanlar Nazik, Almanya’da Değillerdi” başlığıyla yayınlanan röportajda Çinli sanatçının Almanya tecrübesinden dilinin nasıl yandığını okuyabilirsiniz.

Kategoriler Arası Kapılar ve Yolların İnşası ve Akıbetimiz

Gümüşay, tüm bunların yanı sıra, “Solun savunduğu bir argümanı savunduğumda solcu mu oluyorum?”, “Başörtüm yüzünden tüm bir dinin temsilcisi olmam ne kadar adil?” gibi sorularla da kimlik ve aidiyetlerin işlevini sorguluyor. Tam da burada “Der Absolutheitsglaube” (Tr. “Mutlak İnanç”) meselesiyle yüz yüze geliyoruz. Kitabın bana göre tartışmalı ve glutensiz kısmı burası. Tartışmalı çünkü, yazarın bu bağlamdaki yaklaşımı oldukça postmodern. Meselelere farklı perspektiflerden ve kimliğimizden soyunarak bakmanın, mutlak doğrularımızı bir kenara bırakmanın, kategoriler arasına kapılar ve yollar inşa etmenin öneminden bahsediyor. Postmodern yaklaşım bu anlamda bazen iyi niyetle yola çıksa da bizleri üzerinde durmanın oldukça zor olduğu kaygan bir zemine getiriyor. Her şey zıddı ile kaimdir. Bir argümanı desteklediğinizde karşı argümanın muhalifi olmak kaçınılmazdır. Dolayısıyla kategoriler arası kapılar, yollar inşa edeceğiz diye akıbetimiz evimizin başımıza yıkılması olabilir. 

Dil Müzesinin Küratörleri

Kırmızı çizgiler postmodernlerin hoşuna gitmese de vardır. İslam’ı, kimliğime içkin gören biri olarak LGBT+ savunuculuğu yapamam. Hareketteki pedofili unsurunu, anaokulu çağındaki çocukların cinsel yönelimlerini sözde özgürleştirme operasyonlarını, bu alanda yazılan çocuk kitaplarını hoş göremem. 1915 olaylarına, “soykırım” diyenlerin perspektifiyle bakamam. Beden olumlama adı altında, 200 kiloluk kadınların bedenimiseviyorum hashtagleri ile fotoğraflarını paylaşmasını anlamlandıramam. “Sen bedenini sevmek yerine yakalandığın obezitenin tedavisini aramalısın.” demektir sağlıklı olan. Harvey Weinstein davasını izlerken şunu sorabiliyor muyuz: “Davada adı geçen kadınlar için oyunculuk kariyerleri ne kadar önemliydi ki, özsaygılarını, onurlarını kendi kendilerine ayaklar altına aldılar?” Bunu yüksek sesle söylediğimde başıma gelecekleri tahmin edersiniz. Seküler anlamda tekfir edilirim. İsmim kadın düşmanına çıkar. Bu ve benzeri duruş sergilemek günümüzde kabul görmüyor. Homofobik, kadın düşmanı, milliyetçi ilan ediliyorsunuz. Bunların hepsi gluten. Kitap da bu anlamda glutensiz. Tersi olsaydı kitaba yine bunca teveccüh gösterilir miydi, emin değilim. Geldik mi, dil müzesinin küratörlerine? “Dil ve Var Olma” kitabı son olarak “azınlıkların problemlerini çözerken herkesin elini taşın altına koyması” ve “yapısal bir kültür devriminin gerekliliğinden” bahsediyor. Konuşmak yerine çalışalım, bilimde/sanatta eserler üretelim, umutlu olalım temennileriyle bitiyor. Herkese iyi okumalar…

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler