''VATAN NEDİR?''

Kökler ve Yollar: Aidiyeti Yeniden Tanımlamak

Hareket hâlinde olmak ve farklı coğrafyalarda yaşamak kimliği nasıl zenginleştiriyor? Aidiyet duygusu yalnızca bir yere bağlılık mı, yoksa insanın içsel yolculuğunun bir yansıması mı? Mücahide Güngördü, “Vatan Nedir?” serisi için bu sorulara yanıt arıyor ve birden fazla yere ait olmanın mümkün olduğunu, her adımda kimliğinin nasıl yeniden şekillendiğini aktarıyor.

Fotoğraf: @shutterstock.com, Roman Samborskyi

Antoine de Saint-Exupéry’nin ünlü eserinde, Küçük Prens çölü baştan başa yürür ve bu uzun yolculuğu sırasında bir çiçekle karşılaşır. Çiçek ile arasında geçen kısa diyalogda Küçük Prens, insanların nerede olduğunu sorar; çiçek ise şöyle cevap verir:

“İnsanlar mı? Sanırım yalnızca altı ya da yedi kişiydi. Onları yıllar önce görmüştüm. Ama şimdi nerede olduklarını bilmiyorum. Çünkü rüzgârla oradan oraya savrulur onlar. Kökleri olmadığı için ne çok acı çekiyorlar.”

Bir yerde sabit kalmayan insanlara dair çiçeğin bu hüzünlü ifadesi beni derin düşüncelere sevk ediyor. Gerçekten de çiçeğin ima ettiği gibi, bir yere bağlı kalmamak, insana acı mı veriyor?

Dünya Vatandaşı Olmak

Kendimi sayısız ülkeye ait hissediyorum. Hani derler ya, “dünya vatandaşı” diye. Bana göre dünya vatandaşı olmak, yalnızca coğrafi sınırları aşmak değil; farklı yerlerde derin bir aidiyet duygusu bulabilmek. Vatan hissi, bir yere kök salmanın ötesinde, nerede olursak olalım içimizde taşıdığımız bir kimlik anlamı taşıyor.

Aidiyetimin farkına varma hikâyem ise şöyle:

2008 yılı, ömrümün en belirgin dönüm noktalarından biriydi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden kabul mektubum geldiğinde, hayatımda ilk kez mutluluktan ağlamanın ne demek olduğunu anladım. Kim tahmin edebilirdi? Oysa, aylar öncesinde lisedeki arkadaşlarımla gurbet ve vatan üzerine konuşurken, “Almanya benim evim, Türkiye’de yaşayamam” demiştim.

Kalpleri evirip çeviren Allah’tır. Annemin ikna etmesiyle, içimde giderek büyüyen İstanbul’da okuma arzum, doğup büyüdüğüm ve o zamana kadar ayrılmayı hiç düşünmediğim Berlin’e veda etme zamanının geldiğini hissettiriyordu.

Dinimi ve Kimliğimi Savunmak Zorunda Olmadığım Yer

Türkiye’de geçirdiğim yıllar boyunca beni en çok etkileyen tecrübelerden biri, burada dinimi ve kimliğimi savunmak zorunda olmayışımdı. Almanya’da büyümüş bir Müslüman olarak, sürekli bir teyakkuz hâliyle yaşamaya alışmıştım. Bu durum, içinde büyüyen biri olarak farkında bile olunmayan bir hâldi; çünkü bu, insanın normali olur. Ancak Türkiye’de bunun tersi bir tecrübeyi yaşamak, bana hafiflik hissi verdi.

Yeni tecrübelerimle birlikte Almanya’ya her gidişimde, orayı artık daha cansız, renksiz ve agresif bulmaya başladım. Bu farkındalık, içimde Almanya’ya karşı bir reddedişin doğmasına sebep oldu.

İstanbul’da İlahiyat eğitimi almanın en önemli katkılarından biri, İslam dünyası, sanat ve mimarisine olan sevgimi derinleştirmesiydi. Bu süreç, beni İslam dünyasının kapılarını aralamak için seyahat etmeye teşvik etti. İlk ziyaretlerimi kutsal beldelere, -Mekke ve Medine’ye- ardından da Endülüs ve Filistin’e gerçekleştirdim. Seyahat etmenin insanın ufkunu genişlettiğini bizzat deneyimledim.

Ziyaretlerimde çok geçmeden fark ettim ki, Müslümanların medeniyet götürdüğü her yer bana tanışmışlık hissi veriyor. Mescid-i Aksa’nın avlusunda, Saraybosna’nın Başçarşısı’nda, Marakeş’in Bin Yusuf Medresesi’nde ve daha birçok yerde kendimi evimde hissettim. Doğu, her ziyaretimde bana sıcaklığı, kalbimin derinliklerinde bir tanışıklığı çağrıştırıyor; adeta kadim bir bağ gibi hissettiriyor.

Her gurbetçi çocuğuna olduğu gibi, bana da çocukluğumda “Türkiye’yi mi daha çok seviyorsun, Almanya’yı mı?” diye sorulurdu. Bu soru zamanla bir değişim geçirdi ve artık “Almanya’yı mı daha çok seviyorsun, İngiltere’yi mi?” şeklinde yöneltilmeye başlandı.

İngiltere’deki Deneyimler

Yaklaşık on yıldır ailemle birlikte İngiltere’de yaşıyorum. Hiçbir bağımız olmamasına rağmen bu ülkeye yerleşmeye karar vermemizi, takdir-i ilahi olarak açıklamakla yetiniyorum.

İngiltere’ye ilk geldiğimde, Batı’nın Müslümanlara karşı hoşgörülü olabileceğini tecrübe etme fırsatım oldu. Billboardlardaki başörtülü kadınlardan, sakallı otobüs şoförlerine kadar her alanda Müslüman ve farklı din mensuplarını görmek, hem şaşkınlık hem de heyecan uyandırıyordu. Zamanla bu görüntüler, vazgeçilmez bir kabul edişe dönüştü.

Son bir yıldır, psikoterapi eğitimim vesilesiyle aidiyet kavramı üzerinde derinlemesine düşünme fırsatı buldum. Müfredatın kimlik ve aidiyet konularına vurgu yapması, beni vatan nedir sorusuyla yüzleşmeye yönlendirdi.

Eğitimde sıkça karşılaştığımız bir soru var: “How do you identify yourself?” (Tr. “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?”). Görünüşlerinden İngiliz oldukları belli olan ya da olmayan hemen herkesin “British” (Tr. “Britanyalı”)  yanıtını vermesi beni başta şaşkınlığa uğrattı. Ben ise kendimi Müslüman-Türk olarak tanımlıyorum; bu da onları şaşırtıyor. Onların anlayışına göre, Almanya’da doğup büyüdüğüm için kendimi Alman olarak tanımlamam gerekirdi.

Bu farklı bakış açısını anlamaya çalıştığımda, kimlik algısının tarihsel, sosyal ve kültürel bağlamlara göre şekillendiğini fark ettim. İngiltere’deki insanların kendilerini “British” olarak tanımlamaları, ülkenin köklü sömürge geçmişi ve yabancıların burada uzun yıllardır yaşayıp toplumla kaynaşmalarıyla ilişkili olabilir. İngiltere’de etnik kökenin önüne geçen bir ulusal kimlik vurgusu var; bu, insanların farklı kültürel köklerini sürdürmelerine rağmen bir “British” kimliği altında birleşmelerine olanak tanıyor. Görüştüğüm pek çok kişi, Almanya’daki yabancıların karşılaştığı ırkçı tutumları İngiltere’de deneyimlemediklerini belirtiyor. Tüm bu sebepler, benim ve sınıf arkadaşlarımın kimlik ve aidiyet meselelerine farklı açılardan yaklaştığımızı gösteriyor.

Ailemden aldığım eğitim sayesinde Türkiye’nin, benim kimliğimin, kültürümün, dilimin ve inancımın kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Ancak Almanya’da geçen çocukluk ve gençlik yıllarım, iyisiyle kötüsüyle edindiğim tüm tecrübelerim, kimliğimin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Bu deneyimler kimliğimin bir parçası ve onları da kabul ediyorum. İngiltere’ye de kendimi ait hissediyorum; buradaki hayat tecrübelerim, zamanla bu topraklarla güçlü bir bağ kurmamı sağladı.

“Attığım Her Adım Kimliğimi Yeniden Şekillendiriyor”

Aidiyet duygumun bir diğer parçası ise İslam dünyası. Gittiğim ve hatta gitmediğim o coğrafyalara karşı içimde mütemadiyen bir özlem taşıyorum. Bu ülkelerle aramdaki bağ derin bir manevi boyuta sahip.

Bu durum, bana aidiyetin tek bir ülkeye ya da tek bir mekâna sıkışmadığını; insanın birden fazla yere ve daha geniş bir kültürel ve manevi dünyaya bağlı olabileceğini gösteriyor. Dünyanın neresinde olursam olayım, içimde taşıdığım bu aidiyet duygusu bana güven veriyor.

Küçük Prens’teki çiçeğin ifadesine geri dönecek olursam, ona itiraz etmeliyim: Acı çekmiyorum. Bilakis, hareket hâlinde olmak ve farklı coğrafyalarda yaşama ile öğrenme tecrübesi, kimliğimi zenginleştiriyor. Aidiyet, yalnızca bir yere değil; insanın kendi ruhuna, yaşamına ve zamanla gelişen kimliğine duyduğu bağlılıkla oluşuyor. Bu farkındalıkla, birden fazla yere ait olmanın mümkün olduğunu ve her adımda kimliğimin yeniden şekillendiğini görüyorum.

Mücahide Güngördü

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2012 yılında mezun olmuş ve Almanya’da Goethe Üniversitesi’nde Din Bilimleri alanında yüksek lisans yapmıştır. Şu anda Londra’da Sistemik Psikoterapi alanında eğitimine devam etmektedir ve din öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler