İptal Kültürünün El Kitabı: IGMG’ye Yönelik Linç Girişimlerini Yeniden Düşünmek
İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG), şimdiye kadar birçok linç hamlesinin muhatabı oldu. Ya IGMG camilerindeki idarecileriyle üst düzey yöneticileri linçlendi ya da kamuoyundaki bazı aktörler “IGMG’ye yakın olmak” iddiasıyla “iptal” edildi. IGMG’nin konu edildiği linçlerden birisi de Almanya’da 2014 yılında yaşanan “Cemile Giousouf” vakasıydı. O dönem yaşananlardan hareketle linç girişimlerinin Müslüman cemaat üzerindeki etkisini ele almakta fayda var.
2014 yılında Almanya’nın Hagen şehrinde çekilen fotoğraftaki 9 kişinin tam ortasında duran Cemile Giousouf, bu fotoğrafın daha sonra kendi siyasi kariyerini sarsacak kadar büyük bir etkiye sahip olacağından habersiz bir şekilde gülümsüyordu. İslam Toplumu Millî Görüş’ün (IGMG) iki haftada bir yayımlanan Camia bülteninde yer alan bu fotoğraf bir habere aitti. Haberde IGMG Ruhr-A Bölge Başkanı Özcan Kuri ve beraberindeki heyetin Türk-Yunan kökenli, Hristiyan Demokrat Parti (CDU) Milletvekili Giousouf’u ziyaret ettiği belirtiliyordu. “Sıcak ve samimi bir ortamda” geçtiği ifade edilen görüşme, bahçede çekilen toplu fotoğrafla son bulmuştu.
Bir Linç Örneği Olarak Giousouf Vakası
Bu fotoğrafın ardından Cemile Giousouf, önce CDU sıralarından, sonra da Almanya’daki geniş toplum kesimlerinden garip bir linçle karşı karşıya kaldı. Altenhagen’da CDU’nun yönetim kurulunda yer alan Martin Reinhardt bu nedenle partisinden ayrıldı. Açıklamasında, “CDU, antisemitik ve antidemokratik olduğu düşünülen örgütlerle bir arada olmamalı.” dedi. Bu esnada Reinhardt’ın istifasının, babasının CDU’daki liste başı adaylığını Giousouf’a kaptırmasıyla alakalı olduğu öne sürüldü.
O dönemin popüler sosyal medya platformu Facebook’ta kurulan başka bir sayfa, “Cemile Giousouf’un Federal Meclis vekilliğinden istifa etmesini talep ediyoruz” başlığını taşıyordu. Yorumlarda, fotoğraftaki kadın ve erkeklerin ayrı yerlerde durmasına atıfla “katı bir cinsiyet ayrımını savunan” IGMG’nin “anayasa düşmanı” olduğu, bu nedenle Giousouf’un istifa etmesi gerektiği dile getiriliyordu. Bu istifa taleplerinin satır aralarına, Giousouf’un aslında 2013 yılında CDU’dan aday olması esnasında da “tartışmalar ve itirazlar yaşandığı” bilgisi serpiştiriliyordu. Tam da burada, parti içi güç kavgalarının linç pratiğine olağanüstü bir zemin sağladığını, daha doğrusu sözde ideolojik saiklerle gerçekleşen lincin, “kaynakların dağılımı” konusundaki sınıfsal gerilimi başarıyla örttüğünü belirtmekte fayda var.
Lincin Kendine Yeni Kurbanlar Arayışı
Bütün bu linç pratiği esnasında bir anda IGMG’yle sözde teması üzerinden “İslamcılık, antisemitizm, cinsiyet eşitsizliği ve antidemokratiklik” gibi türlü türlü ithamlarla hedef alınan Giousouf, Wesfalenpost’a verdiği bir söyleşide “İnsanları bir parça fazla zorladım” itirafında bulunuyordu. IGMG idarecileriyle görüşmesinin insanları “rahatsız etmesini anlayışla karşıladığını söyleyen” Giousouf, IGMG’nin Bielefeld’teki camisinin saldırıya uğramasının ardından kurumun idarecilerini kabul etmenin kendisi açısından bir mecburiyet olduğunu ima ediyordu.
Bu durum, Almanya’daki linç kültürüne dair ilginç bir semptomu da ortaya koyuyor: Alman kamuoyunda (o ya da bu şekilde) “meşum zanlılar” olarak etiketlenen Müslüman cemaat ya da bireylerle iletişime geçtikten sonra lince maruz kalan aktörler, bu linç pratiğini bir yanıyla devam ettiren söylemlere sığınabiliyorlar. Çoğu zaman linç edilen kişiler, bu pratiğin Müslüman kurumlar üzerinden daimî bir şekilde işletilmesine değil de kendi tekil “linç tecrübeleri”ne odaklanıyorlar.
Bu odak kendisini Giousouf örneğinde, “IGMG’yi sadece camileri saldırıya uğradığı için kabul ettim.” argümanıyla göstermişti. Bu argümanla lince uğrayan kişi, aslında IGMG’nin linç pratiğini başlatabilecek kadar “olumsuz” bir kurum olduğunu kabul ederek, bu kurumla görüşmek için kendisine “meşru ve ahlaki” bir zemin inşa etmiş oluyordu. Bu zeminde belki kendi tekil ziyaretini gerekçelendirip lince göğüs germeye çalışırken, diğer tarafta o fotoğraftaki 8 Müslüman öznenin radikal bir bağlama sıkıştırılıp silikleştirilmesi (ya da tam tersine bu stigmayla parlatılmasına) karşı bir söz sarf etmemiş oluyordu.
Bu durumu Almanya’daki Müslüman bireyin tedirgin özneleşme süreci olarak da okuyabiliriz: Elbette çoğunluk toplumunun linç pratiklerine azınlık üyelerinin göğüs germesi, tazyikli suyun fışkırdığı bir deliği yaprakla kapamaya çalışmaya benziyor. Elbette çoğu zaman kamuoyunda yer edinmiş aktörler için bu linçle mücadele etmek hiç de kolay değil. Ve elbette CDU içerisinde Müslüman özne olarak “tutunmaya” çalışan ve bu tutunmayı bir yandan seçmen tabanı, bir yandan kendi idealleri, bir yandan da partinin hassasiyetleriyle uyumlu hâlde kurgulamaya çalışan bir insanın linç edilmesi esas sorun. Fakat buradaki temel problem, lincin tekil bir biçimde çözülemeyecek olmasında yatıyor. Nitekim Müslüman kurumlara yönelik Alman kamuoyundaki iptal ve linç pratikleri, söz konusu tekil linç dalgalarının çözülmesiyle sona ermiyor; tam tersine bu dalgaların retorik biçimde savuşturulmasıyla daha da büyüyüp kendisine yeni kurbanlar arıyor.
Sınır Çizen ve Sınırları Çizilenler
Giousouf’un verdiği söyleşideki ikinci argümanı ise, “Berlin’de IGMG’ye yakın olan Mevlana Camisini (dönemin) Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel ziyaret ettiğinde kimse ona antisemitizm ya da gizli bir ajanda ithamında bulunmuyordu.” şeklinde. Bir yönüyle lincin, Müslüman özneye yöneltilmesine dair farkındalık taşıyan bu argüman, diğer yanıyla Müslüman cemaatin kurumlarının ancak büyük bir saldırı ve şiddet eylemi karşısında ziyaret edilmeye “değer” olduğuna dair kabulü de yeniden ortaya sürüyor.
“Siyasi temsilciler, Alman toplumunun bir parçası olan Müslüman cemaati ancak çok büyük bir şiddet eylemine maruz kaldıklarında, istisnai bir lütuf olarak ziyaret edebilirler” şeklindeki bu yaklaşımın, cami saldırılarını mümkün kılan İslam karşıtı ırkçılığı bir yönüyle beslediği de ortada. Yani Müslüman cemaatin içinde “meşum zanlılar” olarak görülen kişilerin toplumsal ve siyasi aktörlerle kurması gereken tabii iletişim, bu mantığa göre ancak olağanüstü şiddet durumlarında mümkün ve meşru.
Tüm bunlara rağmen Cemile Giousouf’e yönelik linci, sadece “IGMG ile iletişim kurmak” üzerinden okumak oldukça kısır bir yaklaşım olur. Hristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) Federal Meclisteki “ilk Müslüman milletvekili” olan Giousouf, aynı zamanda Almanya’nın merkez sağında Müslüman bir siyasetçinin neyi ne kadar yapabileceği, kiminle ne kadar görüşebileceği ve hangi sınırlar içerisinde hareket edebileceği ile ilgili bir model de sunuyordu. Bu yönüyle linç girişimini, salt IGMG’nin kamuoyundaki algılanışı üzerinden değil, CDU’nun kendi sıralarında Müslüman bir milletvekiline biçmek istediği konum üzerinden de okumak gerekir. Nitekim 8 Aralık 2014 tarihli Welt gazetesinde, “İslamcılara ne kadar yakınlığa izin verilir?” başlıklı haber, bu zihniyetteki “izin/sınır” değişkenine, dolayısıyla da “sınırları çizen ve sınırları çizilen” arasındaki hiyerarşik ilişkiye işaret ediyordu.
Siyasi düzlemde Müslüman özneye çizilen sınırla ilgili başka bir örneğe daha bakalım: IGMG idarecileriyle görüşmesinden kısa bir süre önce Cemile Giousouf, “Almanya’da misafir işçi göçünün 50 yılı” başlıklı bir karikatürün yayınlanmasına da itiraz etmişti. Bu karikatürde “Erdoğan” isimli bir köpek, kulübenin önünde bağlı bir şekilde duruyordu. Karikatür aslında 2011 yılında Frankfurter Allgemeine’de yayınlanmıştı. Ama 2014 yılında bir okul kitabında da kullanılmış, bunun üzerine iki ülke arasında, o dönem durmadan pusuda bekleyen krizlerden bir diğeri patlak vermişti.
Giousouf bu karikatürün yayınlanmasını “kabul edilemez” bulduğu için bir anda Alman kamuoyunda “Erdoğan destekçisi” olarak yaftalanmıştı. Özetle karşımızda, bir şekilde hizalanması gereken Müslüman siyasi öznenin, bir dönem Erdoğan’a yönelik hakarete karşı çıkması üzerinden sopalanması, daha sonrasında ise IGMG ile linçlenmesi gibi bir durum vardı. Bu durumda aslında Müslüman öznenin ne gerekçe ile iptal edildiği çok da önemli değildi. Burada asıl ilgi çeken şey, bu iptal pratiği ile ülkede siyasi alanda özneleşme potansiyeli bulunan “öteki”lere hangi mesajın verilmeye çalışıldığıydı.
“Öteki ve Tehlikeli” Stigması
Giousouf’a yönelik linç, seneler sonra da devam etti. IGMG idarecileriyle görüşmesinden 2 sene sonra, 30 Ağustos 2016 tarihinde Giousouf, Sol Parti milletvekillerinin “Erdoğan’ın Almanya’daki IGMG gibi organizasyonlarla oluşturduğu muhtemel etki” başlıklı soru önergesinde de ele alınacak, bu önergede IGMG’nin Mısır’daki Müslüman kardeşler, Hamas, Erdoğan, Saadet Partisi, Nakşibendi tarikatı, “İslamcı aşırıcılar”, Türkiye’deki 2015 seçiminde aday olan siyasiler gibi çok farklı bir yelpazede birçok farklı aktörle sözde ilişkisi sorgulanacaktı.
“Bütün tuşlara aynı anda basmak” olarak nitelendirebileceğimiz bu devasa “iltisak şüphesi”, IGMG’nin Alman toplumu nezdinde “öteki ve tehlikeli” olarak kurgulanan her türlü aktörle bir biçimde ilişkili olduğuna, dolayısıyla da “öteki ve tehlikeli” stigmasının mükemmel bir taşıyıcısı olduğuna dair oldukça sorunlu bir bakışı da ortaya koyuyor.
Yine görüşmenin ardından seneler geçtikten sonra bile, Giousouf’un Federal Siyasi Eğitim Merkezi’ndeki (BpB) görevi, aşırı sağcı platformlarda “bir zamanlar IGMG delegasyonu ile görüşmüş olmak” gibi bir “suçla” diskredite edilebiliyor.
O dönem başta IGMG’nin söz konusu idarecileri açısından oldukça travmatize edici olan bu olay hakkında aradan geçen 10 senenin ardından konuşmak bugün artık daha kolay. Fakat o dönem
“İslamcılara ne kadar yakın olabiliriz?” gibi bir başlıkla, sanki bulaşıcı hastalık taşıyan insan grupları ya da saldırma tehlikesi olan vahşi hayvanlardan bahsedermiş izlenimi veren linç zihniyeti, bugün de Almanya’da hâlâ yürürlükte.
Müslüman Cemaatin Kriminalize Edilişi
Tüm bunlara rağmen bugün Almanya’daki toplumsal gerçekliğin, o dönemki siyasi iptal iştahının çok daha ilerisinde bulunduğunu tespit edebiliriz. İptal kültürü, Almanya’daki IGMG camilerini, oraları ziyaret eden ve bu camilerde aktif olan Müslüman özneleri yok saymak, özne konumundan çıkartmak ve toplumsal söylemden dışlamak istiyor. Bu lincin başarısız olacağını iddia etmek, bir öngörüden çok daha fazlası.
Bir camiyi ziyaret eden siyasetçi, camideki iftar yemeğine katılan belediye başkanı, Müslüman idarecilerle fotoğraf çektiren milletvekili… Son zamanlarda Müslümanlarla teması nedeniyle iptal edilen kişilerin örneklerini çoğaltmak mümkün. Toplumsal aktörler, Müslüman cemaat ile kurdukları ilişki üzerinden acı verici linç pratiklerine maruz kalırken, bu pratiklerin Müslüman cemaat üzerindeki köklü etkileri nedense hiç gündeme gelmiyor. Bu linç pratiği sadece siyasetin toplumdaki tüm çeşitliliği kucaklayabileceği özgürlük alanını daraltmakla kalmıyor, aynı zamanda gençler başta olmak üzere Müslüman cemaatin bütününü de kriminalize ediyor.
“Aynı karede gözükmemizin karşımdakine sorun oluşturabileceği bir kişi olarak algılanmak” hissi, Müslüman cemaat için oldukça tatsız bir his. Siyaset açısından bu hisse neden olmak ise tutarsız bir durum. Zira Almanya’da bir yönüyle Müslüman cemaate daha fazla katılım ve şeffaflık çağrısında bulunan (hatta Müslümanları bu katılımı gerçekleştirmemekle suçlayan) bir siyasi kesim varken, aynı kesimin Müslümanları siyasi aktörlerle iletişim kurulamayacak bir köşeye itmeye çalıştığı da açık.
Son olarak, fotoğraftaki kişilerden biri olan Özcan Kuri, Giousouf’a yönelik linç pratiğini aradan geçen 10 sene içerisinde hâlâ tatsız bir süreç olarak hatırlıyor: “Bu olay tartışılırken kamuoyu Cemile Hanım’a odaklandı ve onu dinledi. Fotoğraftaki diğer 8 kişinin fikri ise hiç sorulmadı. Bu tartışmanın bizim hayatımıza nasıl etki ettiği merak bile edilmedi. Biz kendimizi ve esasında kim olduğumuzu çok iyi biliyoruz. Bir anda toplumda öcü olarak gösterildiğimizde, burada cereyan eden tartışmaya dair güvenimiz zayıflasa da bu tartışmadan kaçmayacak ve görünür olmaya devam edeceğiz.”
Umut edelim ki Almanya’da Müslüman bireyin özneleşme süreci, linç pratiklerinden ayırt edilebilsin ve Müslümanların görünür olma süreci başka cadı avlarını tetiklemesin.