Dosya: "Savaş ve Barış"

“Müslümanlar, Bağımsız Bir Geleceği Hayal Etme Yeteneğini Geri Kazanmalı”

İngiltere’deki Leeds Üniversitesi'nde Dekolonyal Düşünce ve Sosyal Teori kürsüsünde görev yapan Prof. Salman Sayyid’in çalışmaları ondan fazla dile çevrildi. Sayyid ile yeni savaşlar, sömürgesizleştirme ve Müslümanların öznelliği hakkında konuştuk.

Prof. Dr. Salman Sayyid

“Yeni savaşlar” ve barış fikri oldukça güncel bir sorun. Günümüz dünyasında yeni tür çatışmaların ortaya çıktığı argümanına katılıyor musunuz? Bu çatışmaları, sömürgecilik tarihi ve sömürge sonrası mücadeleler ışığında nasıl düşünmeliyiz?

Soğuk Savaş’ın sonuna doğru birkaç dikkate değer eğilim ortaya çıktı. Bunlardan biri, dijitalleşmenin, Clausewitz’in “uyuşmazlık” olarak adlandırdığı savaşın belirsizliklerini ortadan kaldırabileceği inancıydı. Başka bir deyişle, tamamen şeffaf bir savaş alanı oluşturulabileceğine ve operasyonların karar alma ile eylem arasında sorunsuz bir şekilde gerçekleşebileceğine inanılıyordu. Savaş, giderek bir video oyunu gibi olacaktı. Yıkım hassasiyetle gerçekleştirilebilecek ve hiçbir risk olmayacaktı. Bu durum, teknolojik olarak üstün olan orduların istedikleri zaman kendi iradelerini dayatabilecekleri anlamına geliyordu. Ancak, Afganistan’ın başkenti olan Kabil’in düşüşü (Vietnam Savaşı’ndaki Saigon’un düşüşüne benzer şekilde) ve Irak ile Libya’daki kaos, bu savaş anlayışının sınırlarını gösteriyor.

Bir diğer eğilim, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle daha barışçıl bir dönemin başlayacağı ve savaşın daha az önemli hâle geleceği yönündeki iyimser varsayımdı. Hatta bazı ordular, bu inancı yansıtan ölümcül olmayan silahlarla deneyler yaptı.

Ancak bu dönem “Teröre Karşı Savaş” olarak adlandırılan süreci başlattı. Teröre Karşı Savaş, küresel şiddeti sadece yoğunlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda özellikle çoğu Müslüman olan bazı ülkelerde Küresel Güney’in yeniden sömürgeleştirilmesi sürecini başlattı. Bu durum, kısmen Soğuk Savaş sırasında var olan ve jeopolitik eylemler üzerinde belirli sınırlamalar getiren iki kutuplu sistemin yokluğundan kaynaklanmıştı. Tek kutuplu bu dönemde, Amerika Birleşik Devletleri, baskın bir jeopolitik güç olarak, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu çatışması sırasında düşünülemez olan uluslararası saldırılar gerçekleştirebilmiştir.

Soğuk Savaş sırasında inşa edilen bu siyasi sistemlerin birçoğu, esas olarak dış tehditlerden ziyade iç muhalefete karşı koymak üzere tasarlanmıştı. Bu nedenle, bu muhaberat rejimlerinin güvenlik aygıtları, Soğuk Savaş sonrası dönemi karakterize eden dış baskılar ve istilacı savaşlarla başa çıkmakta yetersiz kalmıştır. Gücünü halktan alarak savunma yapamayan bu muhaberat devletleri, rejim değişikliği ve işgal operasyonlarına karşı savunmasız hâle geldi. Şam’daki Baasçıların düşüşü, bu temel dinamiğin bir başka örneğidir: Halk desteği olmayan bir siyasi toplum, yırtıcı uluslararası bağlamda ancak kırılgan bir varlık sürdürebilir.

Gazze’deki soykırımın ilk günlerinden itibaren “sömürgesizleştirme” (Dekolonizasyon) fikri üzerine bir tartışma yeniden alevlendi. Bu nedenle, size önce şu soruyu sorarak başlamak istiyorum: Sömürgesizleştirme nedir ve bunun barışla ilişkisini nasıl düşünmeliyiz? Başka bir deyişle, sömürgesizleştirme kendi başına barışçıl olabilir mi?

Tarihsel olarak sömürgesizleştirme, Avrupa’nın sömürgeci-ırksal imparatorlukları tarafından kurulan imparatorluk yönetimlerinin, sömürgeci yöneticilerle değil, sömürgeleştirilen halklarla uyumlu egemen hükûmetlerle değiştirilmesi anlamına geliyordu. Sömürgesizleştirme, sömürgeci gücün siyasi, ekonomik ve kültürel olarak kurduğu kurumların ve ideolojilerin ortadan kaldırılması demekti. Sömürgesizleştirme süreci, daha az veya daha çok başarılı olabilir. İkna ve müzakereler yoluyla, silahlı mücadeleyle ya da büyük olasılıkla her ikisinin bir kombinasyonu ile gerçekleşebilir.

Sömürgesizleştirmenin barışçıl olup olamayacağını sormak, belki istemeden de olsa, sömürgeciliğin kendisinin barışçıl olduğu varsayımını içerir. Ancak sömürgeciliğın barışla bir alakası yoktur, tam tersine sömürgecilik sistematik ve yapısal bir şiddettir. Frantz Fanon’un da savunduğu gibi, sömürgesizleştirme, sömürgeciliğin şiddetine karşı koymak zorundadır.

Bir sömürge yönetiminden bahsettiğimizde barış, her zaman şiddetin yokluğu anlamına gelmez; çoğu zaman şiddetin gizlenmesi anlamına gelir. Şiddet sistematik ve sürekli hâle geldiğinde de doğallaşabilir. Sömürgesizleştirme, yalnızca barışı sağlamakla değil, barış kılığına bürünmüş şiddet sistemlerini bozmak ve ortadan kaldırmakla ilgilidir.

Yaşadığımız dünya, yeni savaşlarda dinin şiddetin kaynağı olduğu varsayımını taşıyor. Sizce İslam’ın ya da Müslümanların sömürgesizleştirme süreciyle nasıl bir ilişkisi var ya da olmalı?

Müslümanların sömürgesizleştirme süreciyle ne yapması gerektiği ya da ne yapabileceği sorusunu farklı bir şekilde çerçevelemek isterim. Sömürgesizleştirme, Müslümanların bazı durumlarda yüzyıllardır dâhil olduğu bir süreç. Müslümanlar üzerindeki sömürgeci-ırksal hâkimiyet, İslam’dan uzaklaştırma (de-İslamizasyon) süreçleriyle uygulandı. Buna, Batı yarımküreye kaçırılan ve köleleştirilen Afrikalıların yaşadığı İslam’dan uzaklaştırma süreçleri de dâhil. Belki de bu köleleştirilmiş insanların üçte birinden fazlasının Müslüman olduğunu ve yüzyıllar boyunca en sert saldırılar altında Müslümanlıklarını korumaya çalıştıklarını biliyoruz. Bazen bu İslam’dan uzaklaştırma süreçleri soykırımcı bir şekilde yürütülmüştür. Diğer zamanlarda ise Müslümanlığın marjinalleştirilmesi üzerinden gerçekleşmiştir.

Örneğin, 20. yüzyılın başlarındaki dünyaya baktığımızda, çoğu Müslüman topluluğun sömürge yönetimi, komünist rejimler ya da Kemalist sistemler altında olduğunu görürüz. Birçok durumda, Müslümanların siyasi egemenlikleri sistematik olarak silinmiştir. Bu nedenle, Müslümanlar için sömürgesizleştirme mücadelesi yalnızca siyasi bağımsızlıkla ilgili değil, aynı zamanda kendi tarihlerini anlatma ve boyunduruktan bağımsız bir gelecek hayal etme yeteneğini geri kazanma meselesidir.

Bu süreç, sömürgecilik, komünizm veya Kemalizm gibi farklı biçimlerde tezahür eden Avrupamerkezci mantıklara direnmeyi içerir. Bu sistemler farklı olsa da Müslümanların siyasi öznelliklerini ve bilgi sistemlerini marjinalleştirme konusunda önemli ortaklıklara sahiptir. Müslümanlar için sömürgesizleştirme, bu mantığı ve bu sistemleri destekleyen kurumları işlevsiz hâle getirme süreci olmalıdır.

Sömürgesizleştirme, Müslümanların ve Müslüman toplulukların özerkliklerini ve onurlarını teyit eden alternatifleri kolaylaştıracak bir karşı-güç inşa etmekle ilgilidir.

Bu “karşı güç inşa etme” iddiasının ise yeniden kriminalize edildiğini görüyoruz. İslam siyasi kimliği ve halifelik kavramı geleneksel olarak demokrasiye ve nihayetinde barışa bir tehdit olarak görülüyor. 11 Eylül’den sonra Teröre Karşı Savaş, Müslümanları hedef hâline getirirken Müslümanların dünyaya aksini kanıtlama yükümlülüğü var mı sizce? Müslümanlar, kendilerine atfedilen “aşırılık” ile onları “öteki” olarak görenlerin neden olduğu adaletsizlik arasında etik bir siyasi eylem nasıl geliştirebilir?

Bu soru, sıklıkla Müslümanlıkla ilgili olarak sorulan bir soru. Bu soruya cevap vermenin tek yolu, sorunun çerçevesini yeniden yönlendirmek olacaktır. Müslümanların sürekli olarak demokrasiyi ve barışı tehdit etmediklerini kanıtlamak zorunda olduğu fikri, onların aksi ispatlanana kadar doğuştan suçlu veya sorunlu olduğu varsayımını içerir. Bu, “Müslümanistan” içinde ve dışında işleyen İslamofobinin bir yansımasıdır.

Tartışmayı, Müslümanların sözde bir “orta yol” izleyip izlememesi gerektiğine odaklamaktan ziyade, aşırılık ve otoriterlik anlatılarının Müslüman siyasi kimliklerini gayrimeşru kılmak için nasıl kullanıldığını incelemek daha verimli olabilir. Mesele, Müslümanistan’da, yani Müslümanların yoğun olduğu ülkelerdeki otoriter eğilimleri başka yerlerdeki eğilimlerle karşılaştırmak değildir. Asıl mesele dış güçlerin ve küresel tahakküm yapılarının bu rejimleri nasıl sık sık desteklediğini anlamaktır.

Müslüman nüfusları ezen diktatörlükler ile bu diktatörlükleri mümkün kılan ve destekleyen dış güçler arasındaki bağ, çoğu insanın kabul ettiğinden daha güçlü. Bu rejimler, sıklıkla Müslümanlığı boyunduruk altına almayı ve adaletsizlikleri sürdürmeyi amaçlayan sistemlerle uyum içinde. Müslümanların etik siyasi bir eylem geliştirebilmesi için, odağın bu yapıları sorgulayan alternatiflerin ifade edilmesine kayması gerek. Yani hem içteki zulümlere hem de bu zulümleri ayakta tutan küresel düzene direnen alternatiflere odaklanılması gerek.

Gazze’de devam eden soykırım ve uluslararası liberal-demokratik düzenin kendi kendini tayin etmiş muhafızlarının bunu manipüle ettiği göz önüne alındığında, liberal demokrasilerin ırkçılık, sömürgecilik ve soykırımcı şiddetle iş birliği yaptığı açık. Artık Batı’nın demokrasi ve barış değerlerini temsil ettiği, Müslümanların ise bu değerleri temsil etmediği iddiasını aksiyomatik olarak kabul etmemeliyiz. Mesele suçsuzluğu kanıtlamak ya da suçluluğu reddetmek değil; özne olma yetisini geri kazanmak ve Müslümanlığın marjinalleştirilmediği veya boyunduruk altına alınmadığı, aksine adalet, onur ve özgürlük kaynağı olduğu gelecekler hayal etmektir. Etik siyasi eylem, Müslümanları bir sorun olarak çerçevelemenin, sorunun bir parçası olduğunu kabul etmekle başlar.

Halifelik kavramı, özellikle Batı Avrupa’daki Müslümanlar için konuşulması bile tabu olan bir konu. Siz “Recalling the Caliphate” (Halifeliği Hatırlamak) adlı eserinizde, halifelik kavramını bir metafor olarak kullanıyorsunuz. Dekolonizasyon bağlamında, bu metafor neden önemli sizce?

Halifeliğin yokluğu, Müslümanların siyasi geleceklerini sömürgeci modernite çerçevesinin dışında düşünmelerini zorlaştıran derin bir boşluk bıraktı. Örneğin 2024 yılı, halifeliğin kaldırılmasının yüzüncü yılıydı, ancak halifeliğin anlamını ele almak isteyen kurumlar bulmak şaşırtıcı derecede zordu. Sonunda Kingston Üniversitesi’nde halifelik üzerine küçük bir atölye düzenlemeyi başardık, ancak bu konudaki isteksizlik oldukça manidardı. Bu, halifelikle ilgili tartışmaların, onun sözde başarısızlıklarına odaklanan oryantalist bir söylemle hâlâ ne kadar yüklü olduğunu gösteriyor.

“Recalling the Caliphate” adlı eserimde, halifeliği bir metafor olarak kullanıyorum. Bu halifeliğin önemini küçümsemek için değil, Müslüman siyasi hayal gücünün yoğun bir sembolü olarak potansiyelini vurgulamak için. Halifelik, bir metafor olarak, birçok anlamı ve olasılığı kapsar. Dünyada aktif bir varlık olarak Müslümanlık fikrini temsil eder; sadece siyasi geleceklere maruz kalan değil, onları ifade edebilen ve şekillendirebilen bir kimliği işaret eder.

Halifelik, İslami bir büyük gücü, küresel meselelere müdahale edebilen ve şiddet ve baskıyı sürdüren hegemonik yapıları sorgulayabilen tarihî bir blok imkânını simgeler. Bugün böyle bir güç var olsaydı, Filistinliler, Keşmirliler, Uygurlar, Rohingyalar ve hayal dahi edilemez şiddete maruz kalan diğer birçok halkın durumunun daha az zor olabileceğini hayal etmek makul olurdu. En azından böyle bir gücün varlığı, baskıya direnenlere destek sağlama kapasitesini sunabilirdi.

Dolayısıyla, halifeliğin önemi, belirli bir tarihî kurumu yeniden yaratmakta değil, küresel düzen için alternatif bir vizyonu adlandırma potansiyelinde yatar. Bu vizyon, Müslümanların özne olma yetisinin yeniden kazanıldığı, adalet ve onur siyasetinin sömürge-ırksal modernite çerçevelerine bağımlı olmaktan çıkarıldığı bir vizyondur.

Gazze’deki soykırım nedeniyle İslam ümmeti derin bir travma yaşıyor. Sizce Müslümanlar bu imtihanı nasıl geçecek? Bölgesel zulmü azaltmak adına siyasi katılımlarını artıracaklar mı, yoksa bu travma radikalizmi mi körükleyecek? Bu soykırımın savaş ve barış bağlamında Müslümanlar için ifade ettiği şey nedir?

Gazze’de yaşananlar iki büyük tehlike barındırıyor. Birincisi, şiddetin boyutu ve yaygın çaresizlik duygusu, insanların politik ve toplumsal katılımdan uzaklaşıp sessizliğe çekilmesine neden olabilir. Bu moral bozukluğu ve kolektif bilincin zayıflaması, gelecekteki soykırımları daha olası hâle getirir. İnsanlar umutlarını kaybettiğinde veya güçsüz hissettiklerinde, baskıya direnme ve onurlarını savunma kapasiteleri azalır. Bu yüzden umudu korumak çok önemlidir.

İkincisi, bu travma, bu yıkıma neden olan yapıları sorgulayan mücadeleleri tetikleyebilir. Bu mücadeleler, Müslüman yönetimlerin, herhangi bir siyasi toplumun temel görevi olan üyelerini savunma ve koruma yükümlülüğünü yerine getirmedeki başarısızlıklarını gözler önüne seriyor. Bu başarısızlık yalnızca bir kapasite eksikliğini değil, aynı zamanda irade eksikliğini de yansıtıyor ve Müslüman dünyasındaki yönetişimin genel bir eleştirisini oluşturuyor.

Gazze’deki soykırım, ümmetin dağınıklığını ve parçalanmışlığını ortaya koyuyor. Müslüman toplulukların ne kadar savunmasız hâle getirildiğini ve Müslüman kimliğini taşıyanların hayatlarının ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, Müslümanların umutlarını ve beklentilerini rutin olarak görmezden gelen küresel düzen içinde nasıl boyun eğdirildiklerini vurguluyor.

Radikalizmin bu travmanın bir sonucu olup olmayacağı sorusu, çoğu zaman yanıltıcı bir dikkat dağıtıcı. Radikalizme odaklanmak, şiddetin kök nedenlerini, yani şiddeti doğuran sistematik baskı ve adaletin sağlanmasının reddedilmesini gözden kaçırmaya sebep olabilir. Asıl mesele, Müslümanların radikalizme yönelip yönelmeyeceği değil, baskıya direnecek ve daha adil ve onurlu gelecekler inşa edecek şekilde politik öznelliklerini yeniden inşa edip edemeyecekleridir.

Bu soykırım, tüm Müslümanları savaş ve barışın doğasını yeniden düşünmeye davet ediyor. Savaş ve barışı soyut idealler olarak değil; güç, egemenlik ve direnişin şekillendirdiği somut gerçeklikler olarak ele almaya davet ediyor. Buradaki umut ise çaresizliği dayanışmaya, travmayı eyleme ve parçalanmayı kolektif bir amaç duygusuna dönüştüren bir siyasi düşünce kapasitesinde yatıyor.

Suriye’deki son olaylar, savaş ve barışın sürekli değişen doğasının tarihsel dönüşüm olanaklarını nasıl etkilediğini gösteriyor. Bu yüzden, Baas rejiminin çöküşü, 14 günde gerçekleşen ani bir olay olarak değil, 14 yıllık bir mücadelenin doruk noktası olarak görülmeli. Başarılı devrimler genellikle hem devleti hem de toplumu güçlendirir. Bir devrim, çürümüş ve çöken bir toplumsal ve siyasi düzenin yerine daha iyisini koyma umuduyla yönlendirilen bir yeniden doğuştur. Halk desteğine dayalı bir siyasi düzen, yabancı himayeye dayanan ve halkından korkan bir tiranlıktan çok daha fazla egemenlik sağlayabilir.

Baasçı baskı aygıtının yok edilmesiyle birlikte, Şam’ın toprak bütünlüğünün şiddetle parçalanması ve sürekli bir iç savaşa yol açması gibi bir Libya senaryosuna düşmesi olasılığı devam ediyor. Alternatif olarak da Şam, bazı Taliban fraksiyonlarının İslam öncesi ve İslam karşıtı gelenekleri İslami olarak yeniden çerçevelemeye çalıştığı Afganistan’ın yolunu izleyebilir.

Eğer Suriye, halkını merkeze alan dikkatli ve cesur bir devlet yönetimiyle bu tuzaklardan kaçınabilirse, Akdeniz’den Pasifik’e uzanan İslami ve hesap verebilir “orta kuşak” rejimler oluşabilir. Bu kuşakta, Afganistan gibi bazı istisnalar ve Pakistan’daki haki-kleptokratik (askerî yolsuzlukluk) rejimler dışında, hükûmetler genel olarak kamuoyuna hesap verebilir niteliktedir. Bu orta kuşak, karmaşık ve çeşitlidir ancak Müslüman kimliği ile tiranlık arasındaki aksiyomatik ilişkiyi kırar.

Suriye’nin bu orta kuşağa entegrasyonu, dayanışma ve hesap verebilirliği teşvik edebilir. Şunu unutmamak önemlidir ki, ses çıkarabilen bir halk her yerde Filistin mücadelesini ve dolayısıyla Doğu Türkistan, Burma veya Sudan’daki boyunduruk ve baskıya karşı verilen geniş çaplı mücadeleyi destekleyecektir.

Baas rejiminin devrilmesi, Filistin’deki devam eden soykırım ve küresel çapta Müslüman kimliğinin bastırılması, Müslümanların savaş ve barış konusundaki anlayışlarını keskinleştirmesi ve bunun Avrupamerkezci çerçevelerden koparak kendilerini ve dünyayı bu soykırımı destekleyen halk karşıtı savaştan savunmaları gerektiğini göstermektedir.

Esma Güney Aksoy

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamlayan Güney Aksoy, Çukurova Üniversitesi Arkeoloji bölümünde ikinci lisans eğitimine devam etmektedir. Ağırlıklı olarak duygulanım sosyolojisi, medya ve hukuk antropolojisi alanları ile ilgilenen yazar, aynı zamanda Fidiro Kahvesi ve Talking Anthropology podcastlerinin yapımcı ve sunucularından biridir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler