Dosya: "Savaş ve Barış"

Ortadoğu’da Savaş ve Barış: Aktörler, Dinamikler ve Ufuktaki İhtimaller

Orta Doğu, savaşın ve acının hiç dinmediği bir yer gibi görünüyor. Peki Orta Doğu’daki savaşın ve barışın aktörleri kimler?

Fotoğraf: Rokas Tenys/shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

Orta Doğu, tarihten günümüze küresel siyasetin en karmaşık ve en kırılgan bölgelerinden biri olmuştur. Hem yeraltı zenginlikleri hem de stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca büyük güçlerin ilgisini çeken bu bölge, aynı zamanda sürekli bir çatışma ve kriz alanı olarak varlığını sürdürmektedir. Tarihsel, dinî, etnik ve ekonomik unsurların kesişim noktası olan Orta Doğu, yalnızca bölgesel aktörlerin değil, küresel güçlerin de çıkar çatışmalarının merkezi hâline gelmiştir. Bölgenin karmaşıklığını anlamak, bu bölgenin hem tarihsel mirasını hem de güncel jeopolitik dengeleri anlamayı gerektirir.

Orta Doğu Neden Önemli?

Orta Doğu’nun bugünkü siyasi ve toplumsal yapısının kökleri, büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Batılı güçlerin bölgede oluşturduğu yeni düzen ile şekillenmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan suni sınırlar, bölgede derin toplumsal ve siyasal fay hatlarının oluşmasına yol açmıştır. Etnik, dinî ve mezhepsel farklılıklar görmezden gelinerek çizilen bu sınırlar, çatışmaların temelini atmıştır.

Filistin’den Lübnan’a, Suriye’den Yemen’e kadar birçok ülkenin karşı karşıya olduğu iç savaşlar ve bölgesel çatışmalar, bu tarihsel mirasın doğrudan sonuçlarıdır. Bölgenin sahip olduğu petrol ve doğal gaz kaynakları ise, Orta Doğu’yu ekonomik anlamda küresel sistemin ayrılmaz bir parçası hâline getirmiş, ancak bu zenginlik barış yerine sürekli bir kriz döngüsünü beslemiştir.

Orta Doğu’nun jeopolitik önemi, yalnızca enerji kaynaklarıyla sınırlı değildir. Bölge, aynı zamanda üç büyük semavi dinin doğduğu ve birçok medeniyetin şekillendiği bir coğrafyadır. Bu durum, tarihsel ve kültürel mirasın bölgesel çatışmalarda araçsallaştırılmasına neden olmuştur. Özellikle din temelli ideolojik hareketlerin yükselişi, Orta Doğu’daki mevcut gerilimlerin daha da derinleşmesine yol açmıştır. Ekonomik çıkarların yanı sıra Sünni-Şii ayrımı ve Filistin-İsrail meselesi, bölgedeki çatışmaların başlıca motivasyon kaynakları olarak dikkat çeker. Fakat aynı zamanda bu dinamikler, bölge dışı aktörlerin de müdahale araçları olarak kullanılmaktadır.

Savaşları Mümkün Kılan Aktörler ve Faktörler

Savaşların karmaşık yapısı, yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin bir araya geldiği çok katmanlı bir sistem içerisinde şekillenir. Her bir seviyedeki aktör, farklı motivasyonlara ve stratejik hedeflere sahiptir. Mary Kaldor’un “New and Old Wars”[1] eserinde belirttiği gibi, modern savaşların dinamikleri, geleneksel devletler arası çatışmaların ötesine geçerek yerel gruplar, milis güçleri ve ulusötesi çıkar aktörlerini içermektedir.

Savaşın Yerel Aktörleri

Yerel aktörler, savaşların temel yapı taşlarından birini oluşturur. Bu aktörler genellikle çatışmaların sahadaki doğrudan tarafları olup, çeşitli motivasyonlarla hareket ederler. Etnik gruplar, mezhepsel milisler, silahlı direniş hareketleri veya belirli ideolojik amaçlar güden gruplar, yerel aktörlerin tipik örnekleridir. Bu tür aktörler, genellikle uluslararası güçler veya bölgesel oyuncular tarafından desteklenerek çatışmanın sürekliliğine katkı sağlar.

Yerel aktörlerin savaşın dinamiklerindeki rolü, yalnızca silahlı mücadele ile sınırlı kalmaz. Bu aktörler, aynı zamanda, çatışma bölgelerindeki yerel ekonomik ve sosyal yapılar üzerinde de etkili olur. Örneğin, silahlı gruplar tarafından kontrol edilen bölgelerde, savaş ekonomileri inşa edilerek, yerel halkın kaynakları çatışmayı finanse etmek için kullanılır. Bu da çatışmanın yalnızca askerî değil, aynı zamanda ekonomik bir temele dayanmasına neden olur. Yerel aktörler, genellikle dış müdahalelerle daha da karmaşık hâle gelen güç dengeleri içinde, savaşın başlatıcısı, sürdürücüsü veya dönüştürücüsü olarak işlev görür.

Savaşı Mümkün Kılan Bölgesel Güçler

Bölgesel güçler, coğrafi olarak yakın oldukları bölgelerdeki çatışmalara doğrudan veya dolaylı olarak müdahale eder. Bu müdahaleler, genellikle kendi stratejik çıkarlarını koruma veya rakip bölgesel güçlerle rekabet etme amacı taşır. Orta Doğu’daki İran ve Suudi Arabistan arasındaki rekabet, bölgesel güçlerin çatışmaları nasıl şekillendirdiğine dair somut bir örnektir. Her iki ülke de Yemen, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde vekil aktörler aracılığıyla nüfuz elde etmeye çalışmaktadır. Bu süreçte mezhep ve kimlik siyasetinin savaşların sürekliliğini sağlamada kritik bir rol oynadığı da görülmektedir.

Özellikle Orta Doğu’da, tarihsel olarak yerleşik mezhepsel ayrımlar ve kimlik çatışmaları, çatışmaların şiddetlenmesine zemin hazırlamaktadır. Mezhep çatışmaları, genellikle siyasi hedeflerin dinsel bir kılıfa bürünmesiyle yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda, Toby Dodge[2] gibi akademisyenler, Irak’taki mezhepçi politikaların ABD’nin 2003 işgalinden sonra derinleştiğini ve çatışmaları körüklediğini vurgulamaktadır.

Bölgesel güçler sadece kendi çıkarlarını takip etmez; aynı zamanda küresel güçlerin bölgedeki çıkarlarıyla örtüşen politikalar geliştirme eğilimindedirler.[3] İran ve Suudi Arabistan örneğinde, mezhepsel kimliklerin siyasallaştırılması, yalnızca yerel çatışmaları değil, aynı zamanda bölgesel düzeyde bir kutuplaşmayı da körüklemiştir. Örneğin, İran, Şii nüfuzunu genişletmek için Yemen’deki Husilere destek sağlarken, Suudi Arabistan, Sünni hâkimiyetini koruma amacıyla bu gruba karşı savaşan koalisyona liderlik etmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın İran destekli bir Şii milis gücü olarak konumu, bu dinamiklerin başka bir örneğidir. Bu durum, bölgesel güçlerin çatışmalara nasıl dolaylı veya doğrudan müdahale ettiğini ve bu müdahalelerin yerel dinamikleri nasıl daha karmaşık hâle getirdiğini göstermektedir. Böylece bölgesel güçler arasında vekâlet savaşlarının sürmesine yol açılır.

Küresel Güçler ve Silah Ticaretine Dayalı Ekonomik Çıkarlar

Küresel güçler, çatışmaların uluslararası boyut kazanmasında en etkili aktörlerdir. Özellikle jeopolitik rekabet büyük güçler ve bölgesel aktörler arasında, savaşların sürekliliğini sağlayan önemli bir faktördür. ABD, Rusya ve Çin gibi ülkeler, yerel ve bölgesel çatışmalara genellikle stratejik çıkarları doğrultusunda müdahil olur. Bu müdahaleler, diplomatik, ekonomik ve askerî araçlarla gerçekleştirilir.

Küresel güçlerin bölgesel çatışmalardaki varlığı, sadece güvenlik veya jeopolitik kaygılara değil, aynı zamanda ekonomik çıkarlara da dayanır. Silah ticareti, bu ekonomik çıkarların en önemli unsurlarından biridir. Mesela Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI)[4] verilerine göre, küresel silah ticareti, dünya çapında milyarlarca dolarlık bir endüstri oluşturmakta ve bu ticaretin büyük bir kısmı çatışma bölgelerine yönelmektedir. ABD ve Rusya gibi ülkeler, silah ihracatı yoluyla çatışmaların sürdürülmesinde dolaylı bir rol oynar. Örneğin, Suriye’de hem Esed güçleri hem de muhalif gruplar, küresel güçlerin sağladığı silahlarla çatışmaya devam etmiştir.

Bu tür ekonomik çıkarlar, savaşın sürekliliğini sağlayan en önemli unsurlar arasında yer alır. Silah ticaretinin savaş üzerindeki etkisi, yalnızca çatışmanın fiziksel boyutuyla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, bu ticaret, küresel güçlerin bölgesel nüfuzlarını artırmalarına ve çatışma bölgelerinde uzun vadeli stratejik hedeflerine ulaşmalarına da olanak tanır. Bu durum, savaşların ekonomik bir boyut kazandığını ve çatışmanın sadece ideolojik veya jeopolitik nedenlere dayanmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Küresel güçler için savaş, aynı zamanda ekonomik bir kazanç ve jeopolitik bir araçtır.

Savaşın Sürekliliğini Sağlayan Diğer Dinamikler: Devlet Kapasitelerinin Zayıflığı

Devlet kapasitesinin zayıflığı, savaşların sürekliliğini sağlayan diğer önemli bir faktördür. Devletlerin, özellikle zayıf yönetişim yapıları ve sınırlı kurumsal kapasiteleri nedeniyle, güvenliği sağlama ve sosyal hizmetleri sunma konusundaki başarısızlıkları, çatışmaların derinleşmesine yol açmaktadır. Francis Fukuyama, “State-Building: Governance and World Order in the 21st Century”[5] kitabında, devlet kapasitesinin zayıflığının çatışma bölgelerinde nasıl bir güvenlik açığı yarattığını tartışmaktadır.

Somali, Yemen ve Suriye gibi devletlerde merkezî yönetimlerin çökmüş olması, devlet dışı aktörlerin – milisler, terör örgütleri ve suç şebekeleri – etkinliğini artırmıştır. Örneğin, Yemen’de Husiler, zayıf devlet yapısından faydalanarak geniş bir alan üzerinde kontrol sağlamış ve çatışmayı uzun süreli bir hâle getirmiştir. Bir diğer örnek olarak, Libya’da Kaddafi rejiminin 2011’deki düşüşünden sonra merkezî otoritenin yıkılması, farklı gruplar arasında süregelen bir güç mücadelesine yol açmıştır. Bu tür durumlar, özellikle “çökmüş devletler” (İng. “failed states”) teorisi çerçevesinde açıklanabilir. Literatürde “çökmüş” bir devlet; egemenlik, güvenlik ve temel kamu hizmetlerini sağlamada başarısız olan devlet anlamına gelir. Bu tür devletler, iç savaşlara, siyasi istikrarsızlığa ve bölgesel çatışmalara zemin hazırlar.

Uluslararası Hukukun İhlali

Uluslararası hukukun ihlali de savaşların devamını sağlamada etkili bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Devletler ve devlet dışı aktörler, uluslararası normları hiçe sayarak çatışmaların şiddetlenmesine yol açmaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi kuruluşların, bu tür ihlalleri önlemede etkisiz kalması, hukuk dışı eylemlerin meşruiyet kazanmasına yol açmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısal sorunları, uluslararası hukukun uygulanmasını engelleyen bir başka önemli faktördür. Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinin veto yetkisi, birçok çatışmada uluslararası müdahaleyi imkânsız hâle getirmektedir.

Örneğin, Suriye’deki çatışmalar sırasında, Rusya’nın Esad rejimini korumak için kullandığı veto yetkisi, BM’nin etkili bir barış süreci yürütmesini engellemiştir. Benzer şekilde, ABD’nin İsrail’e yönelik karar tasarılarını veto etmesi, Filistin’deki hukuksuzlukların uluslararası düzeyde sorgulanmasını neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Bu durum bariz bir şekilde uluslararası toplumu temsil eden mekanizmaların zayıflığını ve caydırıcılık konusundaki başarısızlığını gözler önüne sermektedir.

Barış Ufukta Görünüyor mu? Gazze: Bir Mikrokozmos

Orta Doğu’daki savaş dinamiklerini anlamaya çalışırken, Gazze, bu dinamiklerin yoğunlaştığı ve karmaşıklaştığı bir mikrokozmos olarak öne çıkar. Bölgedeki jeopolitik rekabet, ekonomik çıkarlar ve uluslararası hukukun ihlali gibi unsurların hepsi Gazze’de somut bir şekilde bir araya gelir. İsrail’in uzun yıllardır süren ablukası, Hamas’ın politikaları ve uluslararası toplumun sınırlı müdahaleleri, Gazze’yi insani trajedinin merkezine dönüştürmüştür.

7 Ekim 2023’te Hamas’ın düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu ve İsrail’in buna karşılık başlattığı Demir Kılıç Operasyonu, bölgedeki jeopolitik ve enerji çıkarlarının çatışmaların temelinde yer aldığını bir kez daha göstermiştir. İsrail’in Gazze üzerindeki ablukası ve sürekli saldırıları, uluslararası hukukun ihlallerine rağmen devam etmektedir. Gazze’nin denizindeki doğalgaz rezervleri, bu çatışmanın yalnızca insani değil, ekonomik bir boyutunun da olduğunu ortaya koymaktadır.

Özellikle British Gas’ın 1998 yılında Gazze açıklarında tespit ettiği doğalgaz rezervleri,[6] İsrail’in ablukasının sadece bölgede “tarihsel ve kutsal bir hakkı” olduğunu savunan ideolojisine binaen değil, ekonomik nedenlerle de şekillendiğini göstermektedir. Gazze’nin stratejik coğrafi konumu, İsrail’in enerji ihtiyacını karşılamak için stratejik bir öneme sahiptir. İsrail’in uluslararası piyasada daha güçlü bir oyuncu olmaya çabalaması ve bu kaynakları kontrol etmek istemesi, bölgedeki çatışmaları körüklemektedir.

Suriye örneğinde ise rejimin düşmesi, yalnızca halkın birlikteliği ve direnişi sayesinde değil, aynı zamanda bölgesel aktörlerin – örneğin Türkiye gibi – müdahalesiyle mümkün olmuştur. Türkiye’nin, İran ve Rusya’yı çekilmeye ikna etmesi, Suriye rejiminin zayıflamasında ve nihayetinde düşmesinde kritik bir rol oynamıştır. Bu, Gazze’de gerçekleşmesi gereken dönüşüm için uluslararası ve bölgesel desteğin önemini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak Gazze’de bu tür bir destek, bölgesel ve uluslararası çıkarların çatışması nedeniyle mümkün olamamaktadır.

Gazze’deki çıkarların çoğu, bölgedeki enerji kaynakları ve stratejik üstünlükle ilişkilidir. İsrail, Gazze’nin doğalgaz rezervlerini kendi enerji stratejisine entegre etmeyi hedeflerken, diğer aktörler de Gazze üzerinden kendi jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Uluslararası aktörlerin Gazze’ye yönelik müdahaleleri de genellikle stratejik hesaplar üzerine kurulu olduğu için, insani boyut geri planda kalmaktadır. Özellikle ABD ve AB’nin, İsrail ile olan ilişkilerini ekonomik ve politik çıkarlar doğrultusunda şekillendirmesi, uluslararası hukukun ihlallerine karşı sessiz kalmalarına neden olmaktadır.

Bu bağlamda, Gazze’nin geleceği için kalıcı bir çözüm bulunması, yalnızca yerel halkın değil, aynı zamanda uluslararası toplumun ve bölgesel güçlerin adil bir yaklaşımla harekete geçmesiyle mümkün olabilir. Ancak mevcut dinamikler göz önüne alındığında, barış ufkunun hâlâ uzak olduğu görülmektedir.

 

Dipnotlar

[1] Kaldor, M. (2012). New and Old Wars: Organized Violence in a Global Era (3rd ed.). Stanford University Press.

[2] Dodge, T. (2013). Iraq: From war to a new authoritarianism. Routledge. https://doi.org/10.4324/9780203389727

[3] Chomsky, N. (2003). Hegemony or survival: America’s quest for global dominance. Metropolitan Books.
Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI). “Trends in International Arms Transfers.” SIPRI Yearbook 2023. Erişim: https://www.sipri.org/

[4] Fukuyama, F. (2004). State-building: Governance and world order in the 21st century. Cornell University Press.

[5] Ateşoğlu Güney, N. (2023, Ekim 14). Gazze Savaşı’nın çok tartışılmayan cephesi: Gazze Marine, Tamar ve Doğu Akdeniz gaz sahaları.

[6] Star. https://www.star.com.tr/acik-gorus/gazze-savasinin-cok-tartisilmayan-cephesi-gazze-marine-tamar-ve-dogu-akdeniz-gaz-sahalari-haber-1823585/

Büşra Öztürk

Londra Üniversitesi Hukuk bölümünden mezun olan Büşra Öztürk, Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. İkinci yüksek lisansını aynı üniversitede İletişim alanında tamamlayan Öztürk, Birleşmiş Milletler Viyana Merkezi Orta Doğu Masası’nda ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda araştırmacı olarak çalıştı.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler