İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar?
Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında.
Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının ya da kullanılmamasının her zaman toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir. “İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50 yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz. Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından “molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”, “İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında “İslami terörün tehlikeleri“, “İslami terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir.
İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez. Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçimleri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır. Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya başlar.
Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan “cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat” kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart 1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız. Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz size düşman gibi davranmak istemiyoruz; sizi misafirlerimiz olarak görüyor ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz. Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize ve âdetlerinize uygun bir kamp kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin hükümlerine uygun yaşayabilmeniz için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler dininizin şartlarına uygundur. Şu anda yüksek minaresinden peygamberinize itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır. Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam başlamaktadır!”
Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi. Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst tarafında da “Cennet, kılıcın gölgesi altındadır.” anlamına gelen bir Arapça atasözüne yer verilmiştir. Gazetedeki bu metin aynı zamanda “dost” ya da “düşman” şemalarının aktörlerin birbirleriyle ilişkileri etrafında yeniden nasıl tanımlandığını da göstermektedir. Dahası aynı metin, “cami” ve “minare” gibi kelimelerin o tarihteki ve günümüzdeki kullanımları arasındaki farkı da göstermektedir: Bugün bilhassa İsviçre’deki cami inşaatı veya minare yasağı ile ilgili tartışmaları göz önüne getirdiğimizde bu farkı daha iyi anlayabiliyoruz.
Hitler rejimi zamanındaki aktörler de İslam’a dair günümüzden farklı bir konuma sahiplerdi. O dönem Müslümanlar olası müttefikler olarak görülüyordu. Uzun, yoğun ve giderek şiddetlenen savaş nedeniyle “her imkânı Alman kanından tasarruf edilmesi için kullanmaya” yönelik çabalar Korgeneral Ralph von Heygendorff tarafından desteklenmiş ve “bizim yanımızda bizimle beraber savaşacak her savaşçının kabul edileceği” tasdik edilmiştir. Bu bakış açısına göre o zaman İslam, Alman savaş hedefleri ile bir çelişki içerisinde bulunmuyordu. Ayrıca dinin yaşanması için herhangi bir insan ve materyal kaynağına ihtiyaç duyulmuyor, dolayısıyla Müslümanların dinlerini yaşamaları teşvik ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru İslam’ın, Alman savaş stratejisinin bir propaganda silahına dönüştürüldüğü görülür. Stalin tarafından kapatılan veya tahrip edilen camiler 1942 yılında tekrar hizmete açılmıştır. Müslüman lejyonerlere bayramlarda ve Cuma günleri öğleden sonra izin alma ve mümkün olan her zaman oruç tutma imkânı sunulmuştur. Asker mezarları Mekke yönüne çevrilmiş, Kur’an nüshaları basılıp askerlere dağıtılmış ve Göttingen Üniversitesi ile beraber ünlü Şarkiyatçı Bertold Spuler idaresinde imamlar için ileri eğitim kurumları tesis edilmiştir. Bu girişimlerden savaş hedeflerine ulaşılması için din özgürlüğünün bir araç hâline getirildiği anlaşılmaktadır. O zamanki aktörlerin İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterdiği özel ilgi de “İslam” ve “Müslümanlar” gibi ifadelerin kullanımını etkilemiştir. Siyasi aktörlerin siyasi tutumları “eski Muselman”ları “Muselgerman”lara dönüştürmüş, Müslümanlar hakkındaki tablo da zamanın tartışmalarında siyasi çıkarlara uygun olarak olumlu bir şekilde yeniden düzenlenmiştir.
Öte yandan sadece aktörler arasındaki ilişki dil kullanımını etkilemez; daha ziyade aktörlerin bir olaya yönelik konumları da bu bağlamda kullanılan ifade araçlarını büyük ölçüde etkiler. 1979 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı başlayan Afganistan Savaşı sırasında Türkçesi “mücahit” olan “Mudschahed” (çoğulu Mudschaheddin) kavramı Alman kamuoyunda sıkça kullanılmıştır.
“Mudschaheddin” kavramı ile o tarihte Afganistan ve İslam ülkelerinden gelen Müslüman direniş gruplarına işaret edilmekteydi. ABD ve Batı o zamanda Sovyet işgaline karşı bir konum almaktaydı. Aktörlerin Sovyet işgaline karşı bu siyasi konumları “Mudschaheddin” kavramının kullanımını da etkiledi. O tarihte Almanya Federal İstihbarat Servisinin çalışanları “Afgan Mudschaheddin ile iş birliği hâlinde cephedeki riskli görevler hakkında” raporlar hazırlıyorlardı. Takip edilen strateji ise, “ABD gizli servisinin de beklentisine göre karşı tarafı, yani Mudschaheddin birliklerini, silah, donatım ve eğitim ile destekleyerek Sovyetler Birliği’ne bir ‘Vietnam deneyimi’ dersi vermek.”[1] şeklindeydi.
O tarihte yazılan metinlerden örnekler “Mudschaheddin” kavramının bilhassa Sovyet saldırısının ilk aşamasında tarafsız, kimi zaman da olumlu yansıtıldığını kanıtlar. Bu bağlamda “Mudschaheddin” birliklerine karşı gösterilen büyük toplumsal desteğe, onların kötü eğitim ve organizasyonlarına rağmen dayanıklı olduklarına yer verilmekteydi:
“Halkın neredeyse yüzde doksanı direnişçilere destek veriyor. Bu yüzden kötü organize olan ve yetersiz donanıma sahip Mudschaheddin birlikleri dayanabilmiş ve hatta yavaş yavaş operasyonlarının vurucu gücünü artırabilmişlerdir.”[2]
“Farklı grupların birbirlerine rakip olmaları askerî bir dezavantaj değildir; Mudschaheddin birlikleri birleşmiş güçleri ile Sovyet saldırılarına karşı koyabildiklerini kanıtlamışlardır.”[3]
“Kızıl Ordu üç gün boyunca taarruzda bulundu, fakat piyade birlikleri kayda değer bir görev üstlenemediler. Dört veya beş kişilik küçük gruplarda hareket eden Mudschaheddin birlikleri direnebildiler. Nihayetinde Sovyetler Birliği eli boş geri dönmek zorunda kalan taraf oldu.”[4]
“Mudschaheddin” kavramının bu yöndeki kullanımı devamlılık gösterememiş ve sadece 1979 yılındaki Afganistan savaşının ilk aşaması için geçerli olmuştur. Günümüzde “Mudschaheddin” kavramından değil de daha ziyade “cihatçı” veya “din savaşçısı”ndan bahsedilmektedir. Fakat “Mudschaheddin” kavramının tam tersine bu kavramlar küçük düşürücü çağrışımlara sahiptir. Oysa hem “Mudschaheddin” hem de “cihatçılar” kavramları “cihat” kelimesinden türemekte ve anlamsal olarak aynı içeriğe sahip olup “cihat yapanlar” anlamına gelmektedir. Buna rağmen “Mudschaheddin” ve “cihatçılar” kamuoyunda farklı siyasi veya ideolojik yönelimlere bağlı olarak farklı yorumlamalar kazanmaktadır.
Bahsi geçen örnekler ile İslami kavramların kamuoyunda nasıl kullanıldığını görmek mümkündür. Bilhassa Alman kamuoyunda bu kavramlar ağırlıklı olarak siyasi toplumsal çelişkiler ve yurt dışında ve yurt içindeki çatışma durumları ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır. Bu durum da bu kavramların kamuoyunda siyasallaşmalarına yol açmaktadır. Böylece İslami kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir. Bu da onları “siyasi dil kullanımında isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği, aslında anlamsız, içi boş kılıflar” mesabesine indirmektedir.
[1] Die Welt 06.10.13
[2,3,4] Die Zeit, 31.12.1982