'Dosya: "Etnopluralizm Yeni Sağın Entelektüel Kılıfı"'

Etnik Çoğulculuktan Yerliciliğe: Radikal Sağı Anlamak

Prof. Hans-Georg Betz, popülizm ve radikal sağ konularında öncü uzmanlardan biri. Zürih Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Betz ile Avrupa kapsamında radikal sağ, etnik çoğulculuk, yerlicilik ve popülizmi konuştuk.

@ Shutterstock.com değişiklikler: Perspektif

Avrupa’daki siyasi arenaya bakıldığında, popülizmin ve aşırı sağcı fikirlerin bazı partilerde uzun yıllardır yer aldığını görüyoruz. Bu partilerin bir kısmının aynı zamanda etnik çoğulculuk fikrine de sahip olduğunu söylemek mümkün mü?

Etnik çoğulculuğun (İng. “ethnopluralism”)  düşünsel yapısının merkezinde, büyük etnik toplulukların yüzyıllar boyunca kendi kültürlerini koruyup geliştirdikleri ve bu şekilde kendi kimliklerini belirledikleri düşüncesi yer alır. Son yıllarda gördüğümüz şey, (ulusal) kimlik sorununun yeniden ortaya çıkmasıdır. Örneğin bunu en belirgin şekilde Hindistan’da BJP (Bharatiya Janata Party) tarafından desteklenen Hindu milliyetçiliğinin yükselişi ile görüyoruz. Yine ‘İslami fundamentalizmin’ yükselişi de aynı şekilde yorumlanabilir. Her ikisi de Batı’nın değerlerinin (demokrasi ve insan hakları anlayışı) evrensel olarak geçerli değerleri temsil ettiği iddiasına yönelik tepkileri temsil ediyor. Mesela BJP, sandıklardaki ilk başarısını büyük oranda Nehru’nun “sahte sekülerizmine” yaptığı saldırılara borçlu. Nitekim onlara göre bu durum yalnızca Hindular için geçerli, şeri kanunu uygulayabilen Müslüman azınlıklar için değil.

Başlangıçta Almanya’daki Hennig Eichberg ve özellikle Fransa’daki Alain de Benoist gibi Batı Avrupa’daki etnik çoğulculuk fikrinin destekçileri, kültürel kimliğin “özüne” dönmeyi savunuyorlardı. Bu nedenle de Benoist, paganizme dönme çağrısında bulundu. Ona göre Hristiyanlık Avrupa’ya yabancı olduğu hâlde, Avrupa’yı kültürel olarak “kolonize” etmişti. De Benoist’in fikirleri Ulusal Cephe (Front National) içindeki bazı akımlar üzerinde kısıtlı da olsa etkili oldu. Bu da partinin ideolojisi hâline gelmeden, bir tür “yeni paganizm” akımının oluşmasına neden oldu.

Etnik çoğulculuk kavramı zaman içinde nasıl bir değişim geçirdi ve Avrupa örneğinde nasıl bir ortamda ortaya çıktı?

 Etnik çoğulculuk büyük ölçüde kimlik meselesiyle ilgilidir. Avrupa’daki Müslüman azınlıkların varlığı ve özellikle de görünürlüğünün artması konusunda artan endişelerle birlikte, kültürel kimlik sorunu merkezî siyasi bir mesele hâline geldi. Son yıllarda Batı Avrupa’da yapılan pek çok araştırma, çoğunluk kesimin, temelde kültürel bir tehdit olarak gördükleri İslam’a dair büyük ölçüde olumsuz fikirlere sahip olduğunu gösterdi. İslam’ın temel Batı değerleriyle, özellikle toplumsal cinsiyet ve cinsel eşitlikle bağdaşmadığına dair hâkim bir görüş mevcut. Bu da radikal popülist sağa, kendilerini Batı’nın aydınlanma değerleri mirasından ödün vermeyen, bu değerlerin yılmaz savunucuları olarak göstermeleri için olanak sağladı.

İronik bir biçimde bu süreçte radikal popülist sağ, Batı Avrupa’nın “Yahudi-Hristiyan” mirasını kendini tanımlayan kimlik olarak benimsemiş; fakat bunu dinî çerçevede değil Batı Avrupa’nın kati laikliği çerçevesinde gerçekleştirmiştir.

Sizce yeni sağın etnik çoğulculuk fikri liberal çokkültürlülük fikrine bir alternatif olarak hizmet ederek çokkültürlülük kavramını zayıflatabilir mi?

İlginçtir ki çokkültürlülük, etnik çoğulculukla aynı ön kabule dayanıyor: Bireyler etnik kökenleri ve kültürel geçmişleriyle tanımlanır. Çokkültürlülük, kültürel farklılıkların tanınması ve bu farklılara saygı duyulması fikirlerini barındırırken, etnik çoğulculuk ise kültürel farklılıkların toplumsal değil, küresel seviyede tanınmasını savunur. İki kavram arasındaki en önemli fark ise şudur: Etnik çoğulculuk farklı kültürlerin birbirinden ayrılması gerektiğini savunur; “Almanya Almanlarındır” “Türkiye Türklerindir” gibi. Diğer taraftan çokkültürlülük ise karşılıklı saygı anlayışına ve “kültürel çeşitliliğin korunmasına” bağlı olarak belirli bir toplumdaki farklı kültürlerin bir arada yaşamasını önceler.

Etnik çoğulculuk taraftarlarına göre, göç her zaman kültürel etkileşimi, nihai olarak da asimilasyonu getirir. Yani kültürel farklılıkların yok olacağı, kültürel benzeşmenin gerçekleşeceği, kimlik erozyonuna neden olacak bir kültürel emperyalizme neden olur. Tıpkı Amerika’ya atfedilen “eritme potası” düşüncesinde gördüğümüz gibi. Buna karşılık olarak çokkültürlülük, göç hareketlerini toplumun tamamı için yararlı olacak bir kültürel zenginleşme fırsatı olarak görmektedir.

Sizce etnik çoğulculuk fikri ve kültürel farkçılık (İng. “cultural differentialism”) fikri, Avrupa değerlerini korumanın bir yolu olarak mı görülüyor?

Popülist sağın temel kaygılarından biri Avrupa’nın kültürel mirasını ve kimliğini muhafaza etme düşüncesidir. Buradan hareketle kültürel miras çoğu zaman Yahudi-Hristiyan kültürünü yansıtan bir miras olarak tanımlanmıştır. Belki en provokatif şekilde Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) “Hristiyanlığın elindeki Batı” (Alm. “Abendland in Christenhand”) sloganında gördüğümüz gibi.

Bununla birlikte, bu kavramın görmezden geldiği şey ise değerlerimiz açısından bugün geldiğimiz noktaya uzun zaman süren acı mücadelelerle, çoğu zaman şiddetle ve dökülen kanlarla sonuçlanan bir süreçten sonra gelmiş olduğumuz gerçeğidir. Bunun örnekleri çok fazla; özellikle de cinsiyet eşitliği hususunda.

“Kültürel farkçılık” etnik grupların ve kültürel alanların çeşitliliğinin kabulü olduğu gibi aynı zamanda bu anlayışın, dışlayıcı bir politika olduğunu söyleyebiliriz?

Bu kesinlikle ihtimal dâhilindedir; özellikle de Müslüman azınlıklar hususunda. Ancak, “dışlamanın” ne olduğunu kesin olarak ifade etmek gerekiyor. Bu dışlama toplumsal mı, siyasi mi yahut kültürel bir dışlama mı? Kültürel gerekçelere dayalı ayrımcılık örnekleri muhakkak mevcut.

Birkaç yıl önce halkoyuyla kabul edilen İsviçre minare karşıtı girişimi, kesinlikle bir ayrımcılık örneğidir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki dinî gerekçelerle yapılan ayrımcılığın tarihi epey uzun. Özellikle de Katoliklere karşı yapılan ayrımcılıklar. Örneğin Kalvinizm’in ortaya çıktığı Cenevre’deki Katolik topluluklar, kendilerine katedral inşaat izninin verilmesi için uzun bir süre beklemek zorunda kaldı. İzin çıktığında ise katedralin ancak şehrin o zamanki sınırlarının dışında inşa edilmesine izin verildi (şimdiki ana tren istasyonunun karşısı). Ayrıca katedrale çan kulesi eklenmesine izin verilmemişti. Aynı durum Lozan’da da gerçekleşmişti. Sonunda katedrallerine çan asmalarına izin verildiğinde ise çanların çalınması izni verilmemişti.

Etnik çoğulculuk fikri, modern bir ırkçılık biçimi olarak görülebilir mi?

Günümüzde ırkçılık kavramının geçmişteki anlamından farklı bir çağrışımı bulunuyor. Geçmişte ırkçılık görünüşe dayalı olarak üstünlük/aşağılık terimleriyle tanımlanıyordu. Örneğin Amerika’daki ırkçılık yalnızca Afro-Amerikalılara değil, Avrupalılara da yönelikti. İrlandalılar 1840’larda ve 1850’lerde kitleler hâlinde Amerika’ya göç ettiklerinde hem Katolik oldukları hem de egemen beyaz Anglo-Sakson Protestan çoğunluk tarafından aşağı görüldükleri için büyük bir İrlandalı karşıtı hareket başlamıştı. Dahası 1890’lara kadar İrlandalılar karikatürlerde maymunlara benzetiliyordu. 

 Son zamanlarda ırkçılık kavramı kültürel farklılıkları da içerecek şekilde genişletildi. Radikal sağ popülizminin büyük kazanımlarıyla kültür sorunu, belirli azınlıkların ‘ırksallaştırılmasının’ analiz edilmesinde önemli bir nokta hâline geldi. Bu anlamda, etnik çoğulculuk farklılıkların ırksallaştırılmasının bir biçimidir.

Bugün Avrupa’da etnik çoğulculuk uygulamalarını görüyor muyuz?

Bugün Avrupa’da gördüğümüz şey etnik çoğulculuk değil, yerliciliktir (İng. “nativism”). Aşırı sağ popülist partilerin başarısı —son zamanlarda Almanya’da olduğu gibi— büyük ölçüde popülizmi ve yerliciliği birleştiren bir söylem geliştirme becerilerinin sonucudur. Bu, sıradan insanların “siyasi zümrelere”, entelektüellere ve basına duydukları kinle birlikte göçmenlere yönelik öfke ve endişelerin harekete geçirilmesi için mükemmel bir terkiptir. 

Yerliciliğin temel düşüncesine göre özellikle istihdam ve sosyal yardımlarda “kendi halkının” öncelikli olması gerektiğidir. Bunu, Lega’nın “Önce İtalyanlar” (İt. “prima gli italiani” ya da Marine le Pen’in “Ulusal Öncelik” (Fr. “priorité nationale”) sloganlarında da görüyoruz. Bu sloganlar göçmenlerle ve özellikle sığınmacılarla karşılaştırıldıklarında “doğma büyüme vatandaşlarla” yeterince ilgilenilmedikleri düşünceleriyle örtüşüyor. Zannımca bu, son birkaç yıldır Batı Avrupa’daki geleneksel sol partilerin ciddi kayıplarını açıklayan unsurlardan biri.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler