'Srebrenitsa Soykırımı'

Hasan Hasanović: “Yaşananları Ne Affetmek İstiyorum, Ne de Unutabilirim”

Hasan Hasanović Srebrenitsa’nın Likari köyünde dünyaya geldi. Bosna Savaşı patlak verdiğinde henüz 19 yaşındaydı. Savaşta babasını ve iki kardeşini kaybetti; açlık, zulüm ve işkencelere şahit oldu. Hasanović ile savaş ve Srebrenitsa soykırımı esnasında yaşadıklarını anlattığı “Srebrenitsa. Unutmak Yok. Affetmek Yok” adlı otobiyografik kitabını ve yaşadıklarını konuştuk.

Hasan Hasanović

Srebrenitsa’da yaşananların bir ilk olmadığını söylüyorsunuz. Savaştan önce de Bosnalılar ve Sırplar arasında bir gerilim var mıydı?

İkinci Dünya Savaşı sırasında da Boşnaklara yönelik işlenen tecavüz ve cinayetler gibi vahşetlere şahit olundu. Bunlara dair tarihî kayıtlar var. Ama savaştan önce 90’lı yıllarda bizimle Sırplar arasında hiçbir bir düşmanlık yoktu. Aksine; bir sürü Sırp arkadaşım vardı. Benim için onlar kendilerine Sırp diyen Ortodoks Boşnaklardı. Etnik ayrımcılığın farkına ilk olarak Yugoslav Halk Ordusu‘nda vardım. General Veljko Kadijević, saldırıya uğrayan Sırp halkını savunmamız gerektiğini söylüyordu. Ama bu doğru değildi, çünkü Hırvatistan’a saldıran Yugoslav Halk Ordusu’nun kendisiydi. Böylece aslında ne yapmayı planladıklarını anladım. Bir arada yaşarken onların bu şekilde savaşa hazırlandıklarının farkında bile değildik.

Savaş öncesi sıradan bir vatandaş olarak görev yaptığınız Yugoslav Halk Ordusu’nda tanık olduğunuz zulümlerin ardından ordudan firar ettiniz. Bu nasıl gerçekleşti?

Savaş öncesi Yugoslav Halk ordusunda görev alan Müslüman askerler için özel şartlar yoktu. Askerliğimizi tüm diğer milletler ve azınlıklar gibi yapıyorduk. Ancak Banja Luka’dan üstüm olan Dragoslav, Bosna’da savaş çıkınca Müslümanları katledeceğini yüzüme karşı söyledi. Bu benim için artık orada hiçbir işim olmadığını gösteren açık bir işaretti. Birliğimi terk eden son Müslümandım. Kelimenin tam anlamıyla son anda firar ettiğimi ise ancak eve döndüğümde anladım. Çünkü ordu içindeki infazım kesinleşmişti. Ailem’e Belgrad’tan asker olarak öldüğümü belirten bir telgraf yollamışlar.

Köyünüze saldıran Sırplardan birinin şöyle dediğini aktarıyorsunuz: “Buraların hepsi Sırbistan olacak. Uzun zamandır bu fırsatı bekliyorduk.” Benzer şekilde, savaş suçlusu Ratko Mladic de kameralar önünde “Türklerden” intikam alma zamanının geldiğini ilan etmişti. O dönem Boşnaklara karşı hakim olan bu “intikam” retoriğini neye bağlıyorsunuz?

Evet, “Sırp olmayı reddederseniz ve bizimle bir olmazsanız var olamazsınız.” diyorlardı. Çünkü onlara göre biz Bosnalı Müslümanlar, Osmanlı ordusunu ve Osmanlı İmparatorluğunu desteklemiştik ve bu nedenle de suçluyduk. Bizim Türk olduğumuzu ve Bosnalı Müslümanları öldürerek Türklerden intikam aldıklarını düşünüyorlardı.

“Sırplar Soykırımı Kabul Etmedikçe Uzlaşmanın Yolu Yok”

Düne kadar komşunuz olan ve dost sandığınız insanların eliyle işlenen bir soykırıma uğradığınızın altını kitabınızda defaatle çiziyorsunuz. Hâl böyleyken, bugün Boşnakların Sırp komşularıyla samimi ve gerçek bir ilişki kurabilmeleri nasıl mümkün olabilir?

Evet, Sırp komşularımızın evimizi yağmaladığına ve koca bir köyü ahırdaki hayvanlarla birlikte diri diri yaktığına şahit olduk. Köyümüzü kuşatan ve tüm sakinleri esir alan 300 Çetnik arasında okul öğretmenime rastladım, Çetnik birliğinin komutanıydı. Beni ve tüm köylüleri “Kanınızı içeceğim” sözleriyle tehdit etti. Köyü ve bütün evleri yakıp yıktılar. Küçükbaş hayvanları yanlarına aldılar; büyükbaş hayvanları ise ahırlarla birlikte yaktılar. Dolayısıyla Sırplar soykırımı kabul etmedikçe uzlaşmanın bir yolu olduğunu düşünmüyorum. Ellerinde kan olan birçoğu hâlâ serbest ve bunlar arasında Srebrenitsa soykırımını gerçekleştirenler de var.

 width=

Medya ve televizyon kanallarının savaş esnasında gerçekleri çarpıtarak veya üzerini örterek verdiğinden bahsediyorsunuz. Peki genel olarak ülkedeki gelişmeler ve Bosna’nın diğer kasaba ve köylerindeki durum hakkında nasıl bilgi alıyordunuz?

Ne yazık ki, o dönemki medya çok sayıdaki Boşnak’ın katledilme haberini başarıyla örtbas etti, Sırp televizyonları ise propaganda yayınları yapmakla meşguldü. Srebrenitsa’nın ise dünyanın geri kalanıyla tüm bağı ve iletişimi kesilmişti. Elektrik ve suyumuz zaten yoktu. Dolayısıyla medyayı da takip edemiyorduk. Edinebildiğimiz haberler ise amatör radyolar üzerinden ulaşabildiğimiz kadarıyla sınırlıydı. Bunun dışında neler olup bittiğinden tamamen habersizdik.

Birleşmiş Milletlerin de Müslüman Boşnakların soykırımına bilerek izin verdiğini söylüyorsunuz…

Elbette. BM, Sırpların Srebrenitsa’yı ele geçirmesine izin verdi. Hiçbir şey yapmadılar, parmaklarını bile kıpırdatmadılar. Az sayıdaki silahlarımızı, ki bunlar çok ilkel silahlardı, elimizden aldılar. Ancak Sırpların silahlarını almadılar. Oysa ki BM kararı, Sırpların tüm ağır topçu silahlarını Srebrenitsa’dan 35 km uzakta tutmasını şart koşuyordu.

“Beni Hayatta Tutan Yegane Şey Allah’a Olan İnancım”

Çocuklarınıza yaşananları gerçeğe bağlı kalarak anlattığınızı yazıyorsunuz. Peki çocuklarınıza yaşanan zulümleri anlatırken, aynı zamanda içlerinde hiçbir kin ve öfkenin oluşmaması için gereken dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Çocuklarıma sadece gerçeği anlatıyorum; onları nefretle büyütmüyorum. İhanete uğrayarak öldürülenlerin anısına gerçeği bilmeleri gerekiyor. Komşularının kim olduğunu ve kiminle yaşadıklarını da. Yaşadıklarımı onlara aktarmadaki amacım, benim başıma gelenlerin bir gün onların da başına gelmesine izin vermemeleri. Yaşananları ne affetmek istiyorum, ne de unutabilirim. Bağışlayamam da. Çünkü eğer ailemin öldürülmesini bağışlayacak olursam, Allah’ın lanetinin bu yüzden beni bulacağına inanıyorum.

Peki yakınlarını kaybetmiş ve birçok vahşete tanık olmuş biri olarak, tüm bu kayıp ve acıyla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Yazgıma ve yakınlarımın katledilmesine dayanabilmemi sağlayan yegane şey, tek Allah’a olan inancım. Beni hayatta tutan ve akıl sağlığımı koruyan tek şey bu inanç. Tüm hayatım boyunca ağlasam ve kaderimi suçlasam da, ölenleri geri getiremem.

Savaş patlak verdiğinde, Srebrenitsa’nın bir köyünde, Likari’de yaşıyordunuz. Şu anda köyünüz ne durumda?

Evet, savaştan önce Srebrenitsa’ya bağlı Likari köyünde yaşıyordum. Bugün Tuzla yakınlarında oturuyorum. Likari ise bugün tanınmaz bir hâlde, çünkü hiç kimsenin bir zamanlar orada yaşamış olabileceğini düşünemeyeceğiniz derecede yanmış bir köy.

“8372 Sadece Bir Sayı Değil …”

Sırp hükûmeti soykırımı inkar etmeye devam ediyor. Ülkenizdeki mevcut siyasi durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bir politikacı değilim ve siyasi olayları çok fazla takip etmiyorum ve bir politikacı olmak da istemem. Ancak Sırp devleti soykırımı sadece reddetmekle kalmıyor; Srebrenitsa ve çevresinde Sırp kurbanlar icat ederek mağdurla failleri eşitlemeye çalışıyor. Biz Potočari’deki anıta ölülerimizi gömdük. Onlarsa öldürülen Sırplar varmış gibi anıtlar dikiyorlar, ancak öldürülen Sırpların mezarları yok. Üstelik bu anıtların üzerine, örneğin falanca köyde 3 bin 500 Sırp’ın öldürüldüğünü yazıyorlar, ancak söz konusu köyde 1991’in son nüfus sayımına göre 300 ila 500 kişinin yaşadığı biliniyor.

Kitabınızın sonunda şu satırları okuyoruz: “Farklı olduğumuz için öldürüldük, adımız ve soyadımız yüzünden.” İnsanların tüm bu farklılıklara rağmen bir arada barış içinde yaşaması sizce nasıl mümkün olabilir?

Müslüman isimlerine sahip olduğumuz için öldürüldüğümüz doğru. Ama bence birlikte yaşayabiliriz çünkü çeşitlilik zenginliktir. Biz Boşnaklar, Müslümanlar, yüzyıllardır diğer milletlerle dinî inanç ayrımı gözetmeksizin ve birbirimize zarar vermeden çeşitlilik içinde yaşadık. Uzlaşmanın tek ve en makul yolu, zaten gerçekleştiği mahkemelerce kanıtlanmış soykırımı inkar etmeyi bırakmak, içtenlikle pişmanlık duymak, ve Srebrenitsa’daki soykırımın kurbanlarına saygı göstermekten geçiyor. Zira 8372 sadece bir sayı değil, canavarca öldürülen insanların adları ve soyadlarıdır.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler