Elveda, Angela!
Bugün Angela Merkel’in görevi resmen sona erdi. Merkel arkasında köklü değişikliklerin yaşandığı bir Almanya bırakıyor. Uzun süre akıllarda kalacak şansölyenin bugüne yolculuğunu ve döneminde oluşan politik ortamı Ünal Koyuncu kaleme aldı.
Bir ülkede yapılan parlamento seçimleri kendi bağlamında ‘tarihî’ olarak tanımlanır. Bir değişimin veya sürekliliğin habercisidir. Ya iktidardaki parti veya partilerle devam edilir ya da yeni bir kadro yönetime gelir. Almanya’da 26 Eylül’de yapılan genel seçimler de bu anlamda, iktidar değişikliğine neden olan bir seçim oldu. Sadece bununla kalmadı. Angela Merkel dönemi son bulduğu için seçimle birlikte bir bakıma bir çağ kapanıp yeni bir çağ açıldı.
Angela Merkel 2000 yılında Hristiyan Demokrat Parti genel başkanlığı ve 2005 yılında şansölyelik koltuğuna oturduğunda hiç kimse bu kadar uzun süre parti başkanlığı ve başbakanlık yapacağını tahmin etmiyordu. Doğu Almanyalı ve Eski Başbakan Helmut Kohl’ün talebesi sayılan Merkel tüm tahminlerin aksine, çaylaklıktan ustalığa doğru yaklaşık 20 yıllık bir dönemi geride bıraktı. Almanya’da Kohl’den sonra en uzun süre başbakanlık yapan kişi unvanına kavuştu. Hakkında pek çok kitap kaleme alındı.
Merkel’in hayat hikâyesi, aynı zamanda hayatın akışı içerisinde zirveye tırmanışının da hikâyesi. 1954 yılında ailenin ilk çocuğu olarak Hamburg’da doğdu. Protestan rahip olan babasının işi nedeniyle aile Doğu Almanya’ya taşındı. Dedesinin Polonyalı olduğunu sonradan öğrendi. Çocukluğu ve gençliğinde Doğu Almanya’da sıradan bir hayat yaşadı. Fizik bölümünde üniversite eğitimini tamamladıktan sonra doktorasını da yaparak üniversitede akademik iş hayatına başladı.
89 Çalkantılarıyla Başlayan Siyaset Yolculuğu
Doğu Almanya’nın çöküşüne kadar siyasete ilgisiz duran Merkel’in bu kulvardaki yolculuğu 1989 yılındaki çalkantılarla başladı. Demokratik Açılım (Alm. Demokratischer Aufbruch) hareketinde yer alarak iki Almanya’nın birleşmesini sağlayan siyasi süreçte kilit noktalarda yer aldı. Birleşimin ardından 1990 yılında Helmut Kohl’ün daveti üzerine Hristiyan Demokrat Partisi’ne katıldı. Bu partide Gençlik, Çevre Bakanlığı ile Parti Genel Sekreterliği görevlerini yürüttü. 2000 yılında partinin genel başkanı oldu. 2005 genel seçimlerinde Sosyal Demokrat Başbakan Gerhard Schröder’e karşı seçimleri kazanarak başbakan oldu. Onunla birlikte Almanya için yeni bir dönem başladı.
Hristiyan Demokrat Parti’nin genel başkanı olduktan sonra kendine has, orijinal yönetim tarzıyla partiye hâkim oldu. Neredeyse çeyrek asırlık bir zaman diliminde onun güçlü idaresi karşısında parti içi muhalif bir grup oluşmadı, oluşamadı. Siyasetine yönelik sert eleştiride bulunanlar ya dışarı çıktı, ya da Merkel düzenine ayak uydurdu. Kamuoyuna sıradan bir başbakan gibi yansıyıp Almanya’yı istikrarlı bir şekilde yöneterek ülkenin siyasi tarihine ismini yazdırdı. İngiltere’de uzun yıllar başbakanlık yapan Margaret Thatcher gibi, güçlü bir kadın yönetici imajı çizdi.
İktidara geldiği dönemdeki Almanya ile bugünün Almanya’sı kıyaslandığında nasıl bir çağ farkının olduğu görülecektir. 2000’lerin başında; dijital çağın eşiğinde olan, henüz iklim değişikliğinin sonuçlarını günlük hayatı etkileyici düzeyde hissetmeyen, küresel siyasette Avrupa liginde top koşturmada ısrar eden, özde göçmen ülkesi olmakla birlikte sözde bunu kabul etmekte siyaseten zorlanan bir Almanya vardı. Bununla birlikte hem küresel alanda hem de ulusal düzeyde siyasetin havası değişmişti. 11 Eylül terör saldırısı uluslararası politikada dost düşman ilişkilerini yeniden kodlamıştı. İç politikadaysa “Agenda 2010” ismiyle uygulamaya geçirilen sosyal politikalar sonraki yıllarda sürekli gündeme gelecek bir yaranın açılmasına neden olmuştu.
Gücü Kıvamında Kullanarak Ülkeyi Yönetmek
Böyle bir ortamda iktidara gelen Angela Merkel kendine has gücü kullanma yöntemiyle ülkeyi bugünlere taşıdı. Dışardan bakıldığında Merkel’in ‘güç’ ile olan ilişkisi özellikle de halefi Helmut Kohl veya günümüzdeki mevkidaşları ile kıyaslandığında pasif gözükebiliyor. Bu pasif görünüm farklı bir tarza, yani Merkel’in siyasi gücünü gerektiği yerde gerektiği ölçüde kullandığına da işaret edebiliyor. O, iş odaklı siyaset anlayışı ve pragmatist bir bakış açısıyla güce haddinden fazla değer vermeyen bir kişilik olarak gözüküyor. Bu onun siyasi gücü umursamadığı anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı partiyi ve ülkeyi bu kadar uzun sürede ve bu denli istikrarlı bir şekilde yönetebilir miydi?
Siyasi gücü kıvamında kullanan Angela Merkel ile birlikte Almanya bugün çok farklı bir kulvara geldi. Kurumsallığın kökleşmiş olduğu bir ülkede artılar tek başına Merkel’in hanesine yazılacak değil tabii ki. Ama son 20 yılı onsuz ele almak da mümkün değil. Merkel’in siyasi kaptanlığında Almanya özellikle de ekonomik güce dayanan siyasi gücünü küresel ligde de göstermeye başladı. Almanya bugün ekonomik güç, siyasi istikrar ve donanımlı kurumsal araçların desteğiyle birçok kıtada at koşturan bir ülke konumunda. Avrupa liginin öncüsü olarak da küresel ligde top koşturuyor. Bu süreçte Merkel, -partisinin temel politikasına uygun bir şekilde- sermayedarların, girişimcilerin menfaatlerini olabildiğince dikkate aldı. Zira işverenin olmadığı yerde çalışılabilecek işin de olmayacağı kanaatindeydi. Bu nedenle küresel iklim ısınmasına karşı mücadelede ve nükleer elektrik santralinin sonlandırılmasında geç kalınmış adımlar attı. 2015 yılındaki mülteci akınına bu gözle baktığımızda, işverenler açısından duyulan iş gücü ihtiyacı yeni bir insan kaynağı alanından karşılanmış oldu. Buna karşı partiyi her ne kadar da sosyal liberal kanada doğru çekse de çalışan işçi kesimi için köklü bir adım atmadı. Bu kapsamda örneğin Hartz IV olarak bilinen ve eleştirilen sosyal yardım sisteminde değişen bir şey olmadı.
Yaşanan Köklü Değişiklikler
Angela Merkel döneminde ülkede birçok köklü değişiklikler yaşandı. Bunlardan ilk akla gelen şüphesiz Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’nin kurulmasıdır. Onun Hristiyan Demokrat Parti’yi ‘modernleştirme’ girişimi bir tarafta Merkelcileri, diğer tarafta Merkel karşıtlarını doğurdu. O kendi siyasetini takip ederken ve partisini de beraberinde götürürken radikal eleştiride bulunanlara pek kulak asmadı. Bunun neticesinde Almanya İçin Alternatif Partisi, Almanya’da meclise girebilen partiler arasında altıncı parti olarak yer aldı. İçinde barındırdığı ırkçı üyelerle adeta ırkçılığa barınak işlevi de gören bu partiyle birlikte göç, İslam ve Avrupa Birliği karşıtı söylem daha da merkeze kaydı.
Akla gelen ikinci değişim alanı, doğrudan Müslüman azınlığı ilgilendiren meselelerle ilgili İslam politikaları olarak nitelendirilebilecek bir siyasal alanın somutlaşmasıdır. Biraz da 11 Eylül’ün neden olduğu siyasal iklimden dolayı Alman İslam Konferansı’nın oluşturulması tarihî perspektifle bakıldığında artıları ve eksileriyle milat denilebilecek bir hadisedir. Bu yapının Müslüman azınlığın sistemsel entegrasyonunda oynadığı rol üzerinde fazlasıyla durmaya ihtiyaç var. Devlet, kamu kuruluşu temsilcilerini, İslami kuruluş temsilcilerini ve bazı Müslüman bireyleri bir masa etrafında toplayarak “Almanya’da Müslümanlar” meselesinde yeni bir yumuşak güç aracı geliştirdi. Bu yapıyla Müslüman azınlık olgusu ve konuları hakkında kamuoyunda resmî bir farkındalık oluşturuldu. Kamuoyuyla paylaşılan ‘resmî bilgi ve açıklamalar’ İslam tartışmalarını besledi, yönlendirdi. Alman İslam Konferansı (Alm. Deutsche Islam Konferenz) ülkenin bir realitesi hâline geldi.
Üçüncü olarak 2015 yılındaki mülteci kriziyle Almanya’nın göç ve entegrasyon politikaları alanında yeni bir evreye geçmiş olması, etkisini uzun vadede gösterecek bir gelişmedir. Bilindiği üzere Hristiyan Demokrat Parti on yıllardır Almanya’ya göç konusunda tutucu ve statükocu bir çizgide yer aldı. Bu partinin liderinin Suriye’deki iç savaş nedeniyle oluşan mülteci akımı karşısında kapıları açan bir siyaseti takip etmesi parti açısından bir yenilik, insani sorumluluk açısındansa takdire şayan bir davranış oldu. Merkel o dönem büyük bir risk alarak “Bunu başaracağız.” (Alm. Wir schaffen das) dedi ve duyarlı, vicdani bir tutum içerisinde insancıl bir siyaset izledi. Tabii bu tutumu her ne kadarda onun siyasi geleceğine mâl olsa da Almanya’ya demografik ve ekonomik açıdan oldukça büyük katkısı oldu. O dönem itibarıyla kriz gibi gözüken mülteci göçü bugünlerde fırsata dönüşmüş gözüküyor. Nitekim kadın erkek, genç yetişkin yüz binlerce insan başta iş ve eğitim hayatını kapsayan sosyal yapıya entegre edilmiş oldu.
Dile kolay, 21 yıl parti genel başkanlığı ve 16 yılda şansölyelik koltuğunda oturmak kolayca altından kalkılacak bir sorumluluk değil. Bu kadar uzun bir yönetime iktidarın babadan oğula miras kaldığı orta çağ dönemlerinde veya günümüz demokratik otoriterliklerinde sıkça rastlanıyor. Güçler ayrılığına dayanan demokrasilerde ise bu ancak halkın desteğiyle mümkün. Angela Merkel kadınca bir karizmayla bunu başararak ismi tarihe geçen bir “lideriçe” oldu.