“Avusturya’da Genç Nüfusun Tanrı İnancı Daha Güçlü”
Avusturya’da yapılan bir kamuoyu araştırması, ülkede dinî inanç ve ideolojik görüşlerde büyük bir dönüşüm yaşandığını ortaya koyuyor. Bir diğer önemli bulgu ise, Avusturya toplumu genelinde Antisemitizm ve İslam karşıtlığının daha yaygın hâle gelmiş olması.

Kamu yayıncısı ORF’nin Din ve Etik Bölümü tarafından başlatılan ve Viyana Üniversitesi Çağdaş Toplumda Din ve Dönüşüm Araştırma Merkezi tarafından yürütülen “Avusturya Neye İnanıyor?” başlıklı araştırma, Avusturya’da dinî ve ideolojik yapıda yaşanan değişim ve dönüşüme ışık tutuyor. Araştırmaya göre Avusturya’da giderek daha az insan kendini geleneksel bir dine bağlı hissediyor ve özellikle Katolik inancı giderek önemini yitiriyor. Araştırma ayrıca Avusturya’da antisemitizm ve İslam karşıtlığında yaygınlaşan bir artışa işaret ediyor.
19 Nisan ve 14 Mayıs 2024 tarihleri arasında yürütülen araştırmanın anket safhasına Avusturya’da yaşayan 14-75 yaş aralığındaki toplam 2 bin 160 kişi katıldı. Katılımcılara inançlar, değerler ve anlam hakkında çeşitli sorular yöneltildi. Çalışma, Avusturya Gelecek Fonu’nun desteğiyle yürütüldü. Çalışmada din bilimci Astrid Mattes, ilahiyatçı Patrick Rohs ve Regina Polak gibi araştırmacılar yer aldı.
Araştırma projesinin son hâlinin önümüzdeki aylarda rapor hâlinde yayımlanması bekleniyor. Çalışma, Avusturya’da değişen dinî ortam hakkında bilgi verirken, ayrımcılık ve önyargıların üstesinden gelmek için acil eylem ihtiyacını da ortaya koyuyor. Temsili nitelikteki bu araştırmanın ön bulguları kamuoyuyla paylaşıldı.
Tanrı’ya İnanç Azalıyor
Kamu yayıncısı ORF’nin paylaştığına göre araştırma ekibi, Avusturya’da birlikte yaşamayı ve demokrasiyi de tehdit eden bireyselleşmeye doğru güçlü bir eğilim gözlemliyorlar. Ankete göre dindarlık ve inançlar giderek çeşitlenirken, Tanrı inancı giderek azalıyor: Katılımcıların sadece yüzde 22’si Tanrı’ya inanıyor.
Buna karşılık evrenin gücüne ve önceden belirlenmiş bir kadere dair inanç, toplumda çok daha yaygın olarak kabul görüyor. Bununla birlikte araştırmadan elde edilen sonuçlar, sadece inanç konularında değil, dinî pratiklerde de artan bir bireyselleşme olduğunu açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Genç Nüfusun Tanrı İnancı Daha Yüksek
Araştırma inanç, din ve anlam kavramlarıyla ilgili olarak “geleneksel” olarak konumlanan kesimin 14-25 yaş grubu olduğuna dikkat çekiyor. Araştırmaya göre bu yaş grubundakilerin yüzde 30’u Tanrı’ya veya ilahi bir gerçekliğe inanırken, yüzde 30’u da yüce bir varlığa, üst konumdaki bir enerjiye veya ruhsal bir güce inanıyor. Bu grup, Tanrı veya ilahi bir gerçekliğe inanma oranı açısından diğer yaş gruplarına göre ilk sırada yer alırken, yüksek bir güce veya ruhsal varlıklara inanma bakımından ise son sırada yer alıyor.

Viyana’nın en önemli dinî yapısı olarak kabul edilen Stephansdom’da yas mumları yakan dindarlar. ©IgorGolovniov / Shutterstock.com
Araştırmacılara göre bu durumu açıklayan iki faktör var. Bunlardan birincisi göç almanın bir sonucu olarak Avusturya’daki genç nüfusta göçmenlerin ve Müslümanların oranının görece daha yüksek olmasıyla ilgili. İkincisi ise, genç yaştaki insanların önceki nesillere kıyasla “dinle daha rahat, daha tarafsız bir ilişki” kurabiliyor olmalarıyla alakalı.
Bireyselleşme Dinî İnancı ve Toplumsal Katılımı Etkiliyor
Öte yandan araştırma kapsamında inanç ve siyasi tutumlar, din ve bilim, dinî tutumlar ve dayanışma arasındaki bağlantılar da incelendi. Araştırmada inanç ya da din dışı dünya görüşlerinin sosyo-politik katılıma ne ölçüde etki ettiği sorusuna da geniş bir bölüm ayrıldı.
Buna göre araştırma ekibi bireyselleşmenin yalnızca inanç ve dinî pratiklerde değil, aynı zamanda toplumsal katılımda da etkili olduğunu belirtiyor. Bireylerin derneklere ve sosyal gruplara katılımının azalması sosyal bağların zayıflamasına ve toplumsal dayanışmanın gerilemesine yol açabiliyor. Fakat araştırma ekibi bu son tespitle ilgili bir ihtiyat payı bırakmak amacıyla anketin ülke nüfusunu temsil konusunda bazı özelliklerde eksik kalmış olabileceği uyarısında bulunuyor.
Avusturya’da İslam ve Müslüman Karşıtlığı Artıyor
Araştırma, Avusturya toplumunun dinî azınlıklara yönelik tutumuna da iç karartıcı bir projeksiyon sunuyor. Araştırmanın ön bulguları, ülkede Müslümanların içinde bulunduğu zor durumu göstermesi açısından oldukça önemli. Yayınlanan ilk verilere göre katılımcıların yüzde 39’u Hristiyan ve İslami değerlerin birbiriyle uyuşmadığını düşünüyor. Yüzde 75’lik çok büyük bir kesim ise, Müslümanların “Avusturya kültürüne uyum sağlaması gerektiğine” inanıyor. Katılımcıların yüzde 31’i Müslümanlara ait dinî uygulamaların kısıtlanması gerektiğini düşünüyor.

©Shutterstock.com; değişiklikler: Perspektif
Avrupa’da kamusal alanda Müslüman kadınların başörtüsü kullanımı gündemde her zaman yer alan asli tartışma konularından biri. Anket çalışmasında da hem başörtüsü konusu hem de toplumun Müslümanlara dair genel bakışı incelendi: Katılımcıların yüzde 57’si başörtüsünü kadının “ezilmişliğinin simgesi” olarak görüyor. Yüzde 25’lik bir kesim “Müslümanların diğer herkesle aynı haklara sahip olmaması gerektiği” fikrine katılırken sadece yüzde 30’luk bir kesim, Müslümanları ülkenin “kültürel zenginliği” olarak görüyor. Araştırmaya katılanların yüzde 32’si devlet okullarında İslam din derslerinin olmasının iyi olduğunu düşünürken, katılımcıların neredeyse yüzde 65’i Avusturya’nın bir Hristiyan ülkesi olduğuna ve bu şekilde kalması gerektiğine inandığını belirtiyor.
Bununla birlikte araştırmada Avusturya’da Yahudilere yönelik olumsuz görüşlerin yaygınlığı da dikkat çekiyor. Araştırmaya katılanların yüzde 32’si “Yahudilerin uluslararası ekonomi, basın ve siyasetteki gücü ve etkisinin” günümüzde giderek daha belirgin hâle geldiği görüşüne katılıyor.
Antisemitizm ve İslamofobiyi Birlikte Düşünmek
Araştırma ekibi, toplumda antisemitik ve İslamofobik görüşlere paralel düşünce biçimlerinin olduğuna dikkat çekiyor ve bir öneride bulunuyor: Antisemitizm ile Müslüman düşmanlığı birbirlerinden ayrı olgular olsa da bunları birlikte düşünmek önemli. Araştırma ekibine göre azınlık grupların tanınması ya da tanınmaması bile demokrasi için bir kıstas anlamına geliyor ve bu durumun niteliği “demokrasinin kalitesinin bir göstergesi” anlamına geliyor. Antisemitizm ile Müslüman düşmanlığını birbirine bağlayan bir diğer husus da her ikisinin de farklı ama toplumsal işlevleri yerine getiren karmaşık sendromlar olması. Her ikisi de eğitim yoluyla üstesinden gelinebilecek basit ön yargılardan çok daha karmaşık nedenlere dayanıyor ve her iki olgu da güncel krizleri açıklar gibi hissettiren “günah keçileri” oluşturmaya yarayan bir tür sosyal mekanizma işlevine sahip.
Bununla birlikte araştırma ekibinden ilahiyatçı Polak, araştırmada Yahudi ve Müslümanların en az yaşadığı -yani bu gruplarla neredeyse hiç temasın olmadığı- yerlerde antisemitizm ve İslamofobinin daha belirgin olduğunu ortaya koyduklarının altını çiziyor. Polak, bununla beraber -katılımcıların yanıtları göz önünde bulundurulduğunda- İkinci Dünya Savaşı’nda sonraki dönemde genel kamuoyuna yerleşmiş olan antisemitizmin kınanması konusundaki fikir birliğinin kırılgan hâle geldiğini ve “antisemit tutumların kültürel hafızada günümüzde hâlâ mevcut olduğuna” dikkat çekiyor.
Polak, antisemitizm ve İslamofobi ile etkin bir şekilde mücadele edebilmek için eğitim, “anma kültürü” ve politik önlemlerin el ele yürütülmesi gerektiğinin altını çiziyor. Çeşitliliğin sadece zenginlik anlamına gelmediğini, aynı zamanda güç ve kaynak ilişkilerini yeniden müzakere etmek için bir fırsat olarak görülmesi gereken çatışmaları da beraberinde getirdiğini aktarıyor. Araştırma ekibinde yer alan bir diğer isim Astrid Mattes ise, eğitimin antisemit ve İslamofobik tutumları azaltabileceğini ancak tek başına yeterli olmadığını hatırlatırken, duygusal eğitim perspektifine ve azınlıkların topluma katılımının artırılması gerektiğine vurgu yapıyor.